28 Aralık 2012 Cuma

2012- SON YAZI

Yılbaşı ağacımızı bu sene kızım hazırladı. Tek başına süsledi ve çok da güzel oldu. Ben sadece ışıkları yerleştirmesine yardım ettim. Zaten boyu da beni geçtiği için artık ağacın en tepelerini de süsleyebiliyor. Bizim yılbaşı ağacımız Kasım sonunda yapıldı. Biz de bu nedenle gaza gelip hediyelerimizi biraz erken koyduk ağacın altına.

Ama tabii pişman olduk. Son 15 gündür, bizim kocaman kızımız, her okul dönüşü ve her akşam "Hadi hediyeleri açalım" diye başımızın etini yiyor.

Yılbaşını Sapanca'da karşılayacağımız için tüm hediyeleri oraya taşımak mümkün değil. O nedenle, bu akşam büyük gün: Hediyeler açılacak! Beklentiler çok yüksek, inşallah herkes hediyesinden mutlu olur.

Hediye açmaya ben de bayılırım. Büyüğü, küçüğü hiç fark etmez. Paketi süslü olsun, merak uyandırsın yeter. O kağıdı yırtmak, o kutuyu açmak... Nasıl mutlu olurum anlatamam. Hediye değiştirmeyi de hiç sevmem. Hediyemi alan bana uygun gördüyse, yakıştırdıysa, beğeneceğimi düşündüyse bana yeter! Sadece beden sorunu varsa değişim yaparım. Bir de tabii, çok absürd bir şeyse...

Sapanca'da bir evimiz var. Ufak, çok sevimli, en önemlisi de kışın gürül gürül ateş yakabildiğimiz bir de şöminesi olan bir ev. Komşularımız; arkadaşlarımız. Dolayısıyla sohbet, muhabbet de şahane.  Bol yemek yenilen, bol içki içilen, sakin, trafiksiz, gürültüsüz bir yılbaşı akşamı bizi bekliyor. Tek sorunumuz orada internet bağlantısı çoğunlukla kurulamıyor. O nedenle; bu yazı yeni yıl öncesi son yazım olabilir.


Ben de şimdiden, herkese sevdikleriyle mutlu olacakları, gönüllerince kahkaha atacakları, sevgiyle coşacakları, bol para kazanacakları, bol keyif alıp tadına doyamayacakları çok sağlıklı bir yeni yıl diliyorum.
2012 ben ve ailem için çok zor bir yıl oldu. Benim dileğim; önümüzdeki hiçbir yıl 2012'yi bize aratmasın. 2013, hepimizde hatırladıkça gülümseyeyeceğimiz çok güzel anılar getirsin.
 
 



27 Aralık 2012 Perşembe

SABAH RADYOSU

Evimle iş yerimin arası yaklaşık 35 kilometre. Her sabah ve akşam bu yolu yapmak durumundayım. Aslında maksimum yarım saat sürmesi gereken yol, trafik nedeniyle genelde 45 dakika ile 1 saat arası sürüyor. Araba kullanmak keyif aldığım bir şeydir ama, özellikle sabah trafiği hele de yoğunsa yalnız başına çekilmiyor.

Bu nedenle, sabahları arabada radyo dinlemeyi tercih ediyorum. Birkaç sene önce Power FM'de Geveze Şov dinlerdim. Çok da eğlenirdim, hem gevezenin geyikleri hem de çalan müzikler keyifli oludu. Sonra yavaş yavaş sıkıldım. Yapılan geyikler- çok uzun süredir dinlediğim için belki de - fazlasıyla tekdüze ve sıkıcı olmaya başladı.

Şimdi ise evden çıkış saatime göre; ya Nihat Sırdar dinliyorum, ya da haber programlarını...

Nihat Sırdar'a bayılıyorum. Sabahları işe gülümseyerek girmemi sağlıyor. Öyle konular yakalıyor ve bu konuları o kadar eğlenceli işliyor ki. Her sabah sanki bir stand-up tadında oluyor. Kısa kısa gündeme değiniyor. Ülkemiz yaşanan abukluklarla dalgasını geçiyor. Yorumlarını kısa ve net tutuyor. Dinleyicilerinden gelen yorumları da paylaşıyor. Bizim insanımız da hala olayları mizahi yanıyla görebiliyor ya helal olsun! Bu arada yaptığı program sabahları 6:30'dan 9:00'a kadar Alem FM'de. Akşamları da 18:30'dan 20:00'ye kadar ikinci bir programı var, ama onu pek yakalayamıyorum. Ha unutmadan söyliyeyim, program sırasında arka planda çalan şarkıları duymanız lazım. Bu kadar abuk sabuk besteyi kim yapar, böyle absürd sözleri kim yazar, hangi şarkıcı söyler??? Hakikaten müthiş!

Eğer evden daha geç, saat 9:00 gibi çıktıysam tercihim, CNNTürk'teki ya da gene Alem FM'deki sabah haber programları. Onlar da genellikle gündemi konuşup, neler olup bittiği, olayların sonuçları ve neler olabileceği yönünde tartışıyorlar. Daha önceki bir yazımda söylemiştim, TV'de haber seyredemiyorum artık.Özellikle acıtasyon yapan haberler ve cinnet haberlerinden nefret ediyorum. Radyo'da haber dinleyince en azından daha ciddi konular konuşuluyor. Birkaç yorumcu kendi bakış açılarından gündemi değerlendiriyor. Hürriyet Gazetesi Ankara Sorumlusu Metehan Demir'in yorumları hoşuma gidiyor. Adam Ankara'da ya da Türkiye'nin her yerinde olan bitene tamamıyla hakim. Mesela, Başbakanın odasında böcek çıkıyor, adam zaten günler öncesinden bu konuyu konuşmuş oluyor... Ben de böylece haberleri ve gündemi öğrenmiş oluyorum. 

 İstanbul trafiği belli olmaz tabii, bazen yol 1,5 saat bile sürebiliyor. Kaza, kavga, buz, kar, yol çalışması....Arabada geçen kayıp zamanımı böylece ya eğlenerek, ya da öğrenip gerilerek geçirmiş oluyorum. Bir şekilde bu uzuuun ve sıkıcı zamanı değerlendirmek lazım. Benim de şu aralar radyo programı favorilerim bunlar. Bazen de canım sadece yumuşak bir müzik dinlemek istiyor. O zaman da soft, güzel bir CD takıp, tatlı tatlı çalan müzikle değerlendiriyorum zamanı.

Yoksa bu yol hiç bitmez hiiiiç..............

26 Aralık 2012 Çarşamba

YILBAŞI AKŞAMINA ÖZEL

Eşimin işi nedeniyle 1999 ile 2002 arasında; üç senemizi Almanya'da geçirdik. Bu dönem içinde, Almanya'nın bence en güzel şehri olan Düsseldorf'ta çok güzel ve keyifli Noel zamanları yaşadık. Noel'de kiliselere giderek yapılan ayinleri izledik. Alman arkadaşlarımızın evlerinde Noel kutlamalarına katıldık. Onlar için gerçek bir bayram havasında geçen, bizim içinse çok keyifli ve farklı ritüelleri görme şansını yakaladığımız zamanlardı.

Bunun yanı sıra, çılgın yılbaşı kutlamalarına dahil olduk. 2000 yılındaki muhteşem milenyum karşılaması unutulmaz bir anı. Yapılan sokak partileri, havai fişek gösterileri, insanların çılgınca içmesi ve herşeye rağmen olaysız ve son derece medeni geçen yılbaşı geceleri...

Ayrıca Almanya'da her şehirde kurulan "Weihnachtsmarkt" (Christmas Market)lar da ayrıca görmesi ve gezmesi çok keyifli yerlerdi. Bu dönemde Almanya'daki şehirler ve bazı Avrupa şehirleri (özellikle Almanya'ya komşu ülkelerde) adeta bir masal mekanına dönüşür. Şehirlerin meydanlarına kurulan minik ahşap bungalovlarda hediyelik ya da aksesuar satışları, yılbaşına özel yiyecek satışları yapılır. İnsanlar yılbaşı ağaçları için süslemelerini, en özel hediyelerini buralardan alır. En kalabalık olan standlar genellikle sosis - ekmek ve sıcak şarap satışı yapılanlar olur. İnsanlar çılgınca yer, içer, eğlenir ve inanılmaz sarhoş olur. Buna rağmen ne bir kavga, ne bir sarkıntılık olayı yaşanmadan evlerine döner herkes. Bu dönemde meydanlar; kurulan bungalov standlarla, atlı karıncalarla, dönme dolaplarla, süslenen ağaçlarla ve eğlenen insanlarla adeta bir karnaval alanına döner.

İşte o zamanlarda edindiğimiz, yılbaşı dönemi bu meydanlardaki standlarda satılan sıcak şaraplardan içme ritüelimizi hala devam ettirmeye çalışıyoruz. O günleri hatırlayıp kadehlerimizi o unutulmaz günlere ve önümüzdeki güzel yıllara kaldırıyoruz. Aslında sadece yılbaşı dönemi değil, insanın içini ısıtan, mis kokulu ve adeta insanı oryantal bir boyuta taşıyan bu lezzetli içkiyi tüm soğuk kış günleri boyunca içmek ve keyfini çıkarmak lazım.

İşte bu nedenle; size güzel bir "Glühwine" yani sıcak şarap tarifi vermek istiyorum.

Malzemelerimiz:

1 şişe sek kırmızı şarap (iyi-orta kalite bir şarap tercih edebilirsiniz - ben Dolce Vita kullanıyorum)
1 adet çubuk tarçın (ikiye bölünmüş)
1 çubuk vanilya
7-8 adet esmer küp şeker
1 Elmanın kabuğu
1 adet muscat 4'e bölünecek
1 portakal (yuvarlak dilimlenecek)
7-8 adet karanfil
1/2 limonun kabuğunun rendesi
1 çay bardağı kadar su

Yapılışı:

Öncelikle su ve esmer şekeri şekerlerin erimesi için kaynatıyoruz. Daha sonra şekerli bu suyu soğuması için bırakıyoruz. Yuvarlak dilimlenmiş portakallara karanfilleri saplıyoruz. Bir tencerede suyumuzun içine tüm malzememizi katıyoruz ve en son şarabımızı da ekliyoruz. Kısık ateşte ara ara karıştırarak (kesinlikle kaynamayacak) iyice ısınmasını sağlıyoruz. Sıcağa dayanıklı kalın cam bardaklarda ya da kupalarda süzerek servis etmenizi öneririm.

Keyifle yudumlamanızı umarım. Afiyet Olsun!


23 Aralık 2012 Pazar

PAZAR GÜNÜNÜN SÜRPRİZİ

Pazar günü kızımın bir arkadaşı bizde kalmaya gelecekti. Biz de fırsat bu fırsat deyip, eşimle bir sinema yapalım dedik. Malum bu ergenler, biz büyüklerden evin içinde pek haz etmiyorlar:)) Geçen haftalarda reklamını gördüğümüz ve vizyona girince bu filmi görmeliyiz diye düşündüğümüz bir film vardı. Ve, vizyona gireleli henüz iki hafta olmasına rağmen çok az salonda gösterimde olduğunu görünce, vizyondan kalkmadan seyredelim diye o filme gittik. İşte bu pazarın sürprizi de bu film oldu...

 
Filmin İngilizce adı; "Twice Born". Türkçeye "Sen Dünyaya Gelmeden" diye çevirmişler. Bir roman uyarlamasıymış. Romanı henüz okumadım. Ama filmi gördükten sonra mutlaka okumaya karar verdim. Çünkü; roman uyarlamalarında genellikle önce kitabı okumayı severim. Böylece, filmde kendimi daha fazla olayların içinde hissederim. Karakterleri daha fazla tanıdığımı düşünürüm. Neyse, bu sefer farklı olacak, kitabı okuduğumda sanırım filmin senaryosunun ne kadar iyi bir uyarlama olup olmadığını ya da karekterlerin romandaki karakterlerle ne kadar örtüştüğünü göreceğim.

Filmin hikayesi günümüzle, 1980'ler arasında geçiyor.  Filmin kahramanları, yaşanan bir dramın içinde kendi hayatlarını, ya da bir şekilde kendi dramlarını yaşıyorlar. Hikayede büyük bir aşk hikayesi ve buna bağlı yaşamlar anlatılıyor. Aynı zamanda Saraybosna'da, 1990'larda yaşanan büyük savaş hikayenin ana temalarından ve belki de en vurucu temalarından biri. Saraybosna'da yaşanan büyük katliam, kesinlikle acıtasyon yapmadan ama inanılmaz bir gerçeklikle anlatılmış.

Yönetmen, Sergio Castellitto'yu çok merak ettim ve eve döner dönmez Vikipedia'da araştırdım. Çünkü, başka ne filmleri var, acaba ben başka filmini seyretmiş miydim diye merak ettim. Ama, bundan önce sadece iki İtalyanca film yönettiğini görerek çok şaşırdım. Muhtemelen bu filmler İtalya'dan başka bir yerde gösterime girmemiş bile olabilir. Kurgusu ve çekimleriyle hikayeyi bu kadar zenginleştirebilen ve son derece başarılı olduğunu düşündüğüm bir filme imza atmış olan bu yönetmenden daha fazlasını görürüm diye düşünmüştüm. Bu arada Yönetmenimiz aslında bir aktör ve bu filmde de önemli sayılabilecek bir rolü var.

Oyunculuklara gelince; Penelope Cruz, Emile Hirsch, Adnan Haskoviç ve Saadet Işıl Aksoy kelimenin tam manasıyla döktürmüşler diyebilirim. Her zaman hayıflandığım, bizim neden bir Hollywood starımız yok düşüncesi sanırım Saadet Işıl Aksoy'la değişecek. Çok başarılı bir performans sergilemiş. Filmdeki İtalyan baba, müthiş. Gözleriyle konuşan, mutluluklarını ve mutsuzluklarını büyük bir sıcaklıkla yansıtan iyi oyunculuk örnekleri var bu filmde.


İnsan hikayesinden doğan bir dram değil, dramdan çıkan insan hikayeleriyle ve farklı hayatlardaki dokunuşlarıyla çok çok beğendiğim bir film oldu. Çok duygulandım. Yaşanan aşk ve kayıplar, savaşın soğukluğu, dostluklar, karakterler bir bütün olarak bu film gerçek bir Pazar Sürprizi yaşattı bize!

Filmin bu hafta sanıyorum vizyondaki son haftasıdır. Zaten çok az salonda ve az seansta yeralması da bunu gösteriyor. Ben kaçırmayın derim. Mutlaka izleyin. Eminim benim kadar keyif alacaksınız!

21 Aralık 2012 Cuma

KIYAMET Mİ DEDİNİZ?

Bugün 21 Aralık 2012. Aylardır konuşulan, beklenilen, korkulan tarih... Maya Takviminin son günü - dünyanın sonu olacağına inanılan "Kıyamet Günü"....

Bugünkü gazetelerin çoğunda yazdığı gibi; İstanbul'un kıyameti dün başladı aslında. Bir kar yağdı, şehir "of"a geçti. Yollar buzlandı, trafik tıkandı, kazalar oldu, insanlar evine zor gitti, okullar tatil edildi, uydu yayınları bozuldu, elektrikler kesildi......  Dünyanın en büyük ve en kalabalık şehirlerinden birinde hayat felç oldu.

Bugün trafik daha rahat, çünkü insanlar bugün tedbirli davranıp ya evden çıkmadılar, ya da arabalarını çıkarmadılar. Okullar tatil edilip, kar yağışı da şehrin pekçok yerinde kesilince, şimdilik ortalık sakin.

Maya'ların takvimiyle ortaya çıkan kıyamet beklentisi ise, bütün din ve bilim adamlarının yalanlamaları, kanıt ve belgelerle reddetmelerine rağmen devam ediyor. İzmir'in küçücük bir köyü olan Şirince dolmuş taşmış. Yerel halktan çok basın mensubu olayı incelemek için orada. Tabii, uyanıklar birşey olursa yırtmayı da garantilemiş durumdalar. Bir de kıyamet olmazsa yaşanabilecek toplu intiharlardan bahsedenler var. İnsanlar illa ölecekler yani, kafaya koymuşlar. Boyut değiştirecekler, arınacak ve kademe atlayacaklar... Hadi bakalım inşallah....

 
Ben bu takvim olayına inanmayanlardanım. Ama, bu beklenti sonrası insanların bir kısmı, arındığına, yükseldiğine inanıp, daha iyi insanlar olmaya karar verirlerse ne mutlu hepimize. İşte o zaman bu olayın elle tutulur bir faydasını hep beraber görürüz. Yaratılan korku ortamı, ya da delilik hali olumlu netice verebilir o zaman. Pekçok aklı başında arkadaşımın, dostumun, bu olaydan ciddi anlamda etkilendiklerine şahit oldum. Benzer bir durum; İstanbul için 1999 depremi sonrası yaşanmıştı. Deprem sonrası, bir-iki yıl insanlar kapılarının ardında deprem çantalarıyla, yastıklarının altında düdükleri ve el fenerleriyle uyumuştu. Arabalarda erzak ve su çantaları bulunduruldu. İnsanlar o dönemde daha fazla hayır yaptı. Sonra ne oldu peki? Son kullanma tarihi geçen erzak çantaları boşaltıldı, bir daha da yenilenmedi. Yastık altı düdükler, fenerler kaldırıldı. Deprem beklentisi unutuldu, herşey eskiye döndü.

Kıyamet beklentisi de korkarım ki, aynı şekilde sonlanacak. Dünyanın sonu için beklenen tarih olan 21 Aralık atlatılınca, birkaç hafta içinde herşey eskiye dönecek, kimse kıyamet filan hatırlamayacak. Oysa, dünya denen gezegene biz insanoğlunun verdiği zarar zaten bir kıyamet boyutunda. Dünya gitgide daha kirli, daha çorak, daha kalabalık, daha zor yaşanabilir bir hal alıyor. İklim değişiklikleri, doğal afetler, savaşlar... Yavaş yavaş bir sona doğru sürükleniyoruz zaten. Bu sonu biz, bizim çocuklarımız, onların çocukları belki görmeyecek ama malesef bir gün bu yaşanacak.


Maya'ların takvimi bugün son bulmuş. Bizim takvimimiz daha çoook uzun süre gidecek.

Kıyamet sonrası hesap vereceği için, iyi insan olmaya çalışan ve sadece bugüne odaklananlara sesleniyorum, "Siz büyük düşünün, her günü kıyamet öncesi gibi yaşayın. Emin olun ki; dünya sizin de iyiliğinizle daha yaşanılır olur ve kıyamet daha geç kopar."

20 Aralık 2012 Perşembe

GÖRMEMİŞLİĞİN BU KADARI...

İstanbul'a yerleşeli  dolu dolu 15 sene oldu. Sevdim bu memleketi. Her ne kadar ailemden uzak olsam da, burada yaşam koşulları çok daha ağır olsa da...Kurduk düzenimizi, yaşayıp gidiyoruz işte.

Bu arada; 15 yıl önce İstanbul'a ilk taşındığım tarih olan 1 Nisan'ı asla unutmam. Çünkü; o gün lapa lapa kar yağmıştı. O sabah mobilya kamyonunu beklerken, kar yağdığını görüp İzmir'deki tüm eş, dost ve akrabalarımı aramıştım. Görmemiş bir İzmir'li olarak, bir Nisan  sabahında karla karşılaşınca mutluluktan içim içimi yemişti... Kendimi sokağa atıp karın altında yürümüştüm. İstanbul beni karşılıyor diye düşünmüştüm...


Yıllar içinde alıştım tabii. Hatta zaman zaman kar yağdığı için oluşan trafiğe küfürü basar hale bile geldim. Kar yüzünden kapanan yollar nedeniyle işe gidemediğimde, sinir içinde söylenip durmuşluğum vardır.  Gene de kar yağışı, o lapa lapa görüntü, beni hep mutlu eder. Yağmurdan daha çok severim kar yağışını izlemeyi. Fark etmişsinizdir belki, kar yağarken sanki ekstra bir sessizlik kaplar etrafı. Bir dinginlik, bir sakinlik... Damların, ağaç üstlerinin, yol kenarlarının yavaş yavaş beyazlara bürünmesini izlemeyi severim. O görüntü beni büyüler adeta. Havanın puslanmasını severim kar yağarken. Saçlarıma ya da yüzüme düşen kar tanelerin eriyip gitmesinin ardından bıraktığı o iğneleyici soğukluk hissini, o uyuşukluk halini...

 
Her kar yağışının ardından, artık kocaman olsa da kızımla kayak yapmaya gider gibi giyinip kuşanıp, kar altında kar topu oynamaya bayılırız. Hatta yerde birikmiş karlara yatar, kar meleği oluruz. Mutlu oluruz kar altında oynaşırken.  

Her yıl daha yazdan, o kışın nasıl geçeceğine dair tahminler yapılır. Bu yıl için, kış çok sert geçecek demişlerdi. Sert kış demek tabii ki kar yağması demek, yolların kapanması demek. Oysa, İstanbul'da artık malesef kar yağsa da pek tutmuyor, tutan kar da en fazla iki gün dayanıyor. Şehir o kadar kalabalık ki, bacalardan çıkan sıcak duman, hatta egsoz dumanları bile, karı kısa zamanda  eritip yok ediyor. Her taraf bina, o binaların yarattığı klima etkisi ile artık malesef karı yerde göremez olduk.

Oysa, karlı havaları ben şehirde yaşamayı daha çok seviyorum sanki. Kayak yaparken aynı zevki almıyorum. Orada zaten önüm arkam, her yer kar. Ben karın şehre getirdiği huzur durumunu seviyorum. Ya da benim içimde yarattığı o güzel hisleri...  Tabii ki, sonrasında oluşan kaos hali, trafik, kirli kar birikintileri, buzlanma kazaları, işlerin aksaması, tüm bunlar da işin tatsız tarafları. Ama ne yapalım ki, bu güzelliği yaşamak adına bu tatsızlıklara da katlanacağız.

Hepinize, kazalardan uzak ama bol karlı günler dileklerimle.....:)

18 Aralık 2012 Salı

EV ALMA KOMŞU AL

Dün evimizin mutfak boruları tıkandı. Bir süredir sorun vardı zaten. Mutfak borularından inanılmaz sesler geliyordu, bende hep tedirgindim; "Eyvah, taşacak günün birinde bu sular" diye...

Gerçekten de dün mutfak evyemiz tıkanmış. Ben evde yokken yardımcımız aradı, bir telaş haber verdi. Site yönetimine bildirdik durumu hemen, tesisatçıyı yönlendirsinler diye. Akşama kadar mutfak kullanılmadı. Tesisatçı ancak akşama geldi.Tesisatçı Sebahattin Usta, "Karşı dairenizden bakılması lazım, ana boru oradan geçiyor" dedi.

Fakat bizim karşı dairedekiler tuhaf insanlar. 13 yıldır komşuyuz, hala Allahın bir selamını vermezler. İki yetişkin, üniversite mezunu kızları var. Kızlar bizi görünce vebalı görmiş gibi kapıları kapatıp içeri kaçarlar. Su problemini hissedince, ben gene de yüzsüzlüğü ele alıp evin hanımına sormuştum, "Sizde de borulardan ses geliyor mu" diye. Gelmediğini söylemişti.

Neyse, bu sabahı bekledik. Ustalar gene geldi. Karşı komşunun kapısını çaldık. Evin babası kapıyı lüten bir karış kadar açtı. Durumu anlattık. Evden çıkmak üzere olduğunu, işe gideceğini, eşinin de yurt dışında olduğunu söyledi. Sebahattin Usta, ısrar kıyamet, bari bir beş dakika bakıvereyim diye zorla  eve bir göz attı. Tabii onlarında boruları tıkalıymış ve sorun varmış. Ama adam inatla çıkacam evden , evi elletmem, bizde sorun yok diyor.

YA SABIRRRR!

Neyse baktık, bunlardan bize fayda yok. Bizim evden duvarı kırıp, onların borularına müdahale edilsin dedik. Bu sefer de ustalar çekindi, "ya sizi mahkeye verirlerse" diye. E, iyi de ne yapıcaz, bulaşıkları küvette mi yıkayalım? Yemeği de salonda pişiririz artık! Yönetimi aradık, durumu anlattık. Onlar da karşı komşuları bildikleri için, "işiniz zor, kırdırın duvarı" dediler.


Yani nasıl bir insanlık, nasıl bir komşuluktur bu? Bu insanların hiç mi bize işi düşmeyecek? Gerçi umarım düşmez de, bir daha ömür boyu yüzyüze gelmem... Ev alma, komşu al, lafını hangi Atamız söylemişse, ne doğru söylemiş. Hatta; kötü komşu adamı ev sahibi yapar, diye de bir laf var mıydı? yoksa ben mi uydurdum bilmiyorum ama, bu laf da bana çok sıcak geliyor bu aralar....

Son durumumuz, hala mutfaksızız. Su açamıyoruz. Mutfakta ne yemek pişirilebiliyor, ne bulaşık yıkanabiliyor. Yarın bizim mutfak duvarı kırılacak. Pislik, kıyamet gırla gidecek. Umarım sorun bu şekilde çözülür, yoksa valla mahkemeye veren ben olacağım karşıdaki sevimsiz insanları...

Herkese sorunsuz günler ve iyi komşular diliyorum.....

17 Aralık 2012 Pazartesi

İSTİKLAL NEHRİ'NDE AKINTIYA KAPILDIK...

Bu Cumartesi hava soğuk ama günlük güneşlikti. Fırsatı değerlendirdik ve kendimizi İstiklal'e attık.

Biz biraz erken gittiğimiz için önce Tünel ve Galata Kulesi civarında dolaştık. Aylardır, oraların nasıl değiştiğini, ne hoş butikler açıldığını filan duyuyordum. Ama fırsat bulup da yolumuzu o tarafa düşürememiştik bir türlü.

Gerçekten çok güzel hediyelik eşya mağazaları, antikacılar, butikler açılmış Galata civarında. Bir de yılbaşı renkleri eklenince mağaza vitrinlerine gerçekten çok beğendik o daracık sokaklardaki, küçücük dükkanları. Çoğuna girip çıktık, keyifle dolaştık. Çok tarz mağazalar var. Görmeyenlere mutlaka tavsiye ederim. Mutlaka kendinize bir zaman yaratın ve o dar sokaklarda keşfe çıkın.

Sonrasında (tabii ki) çiçek pasajında hafif atıştırmalıklarla karnımızı doyurduk, balık tezgahlarını seyre daldık. Çiroz, lakerda, balık yumurtası rezervlerimizi tamamlayıp, gene hemen oraya çok yakın olan turşucuda turşu suyu içip, midemize bayram ettirip yola devam ettik.


İstiklal'e tekrar çıktığımızda insan kalabalığı artmış, her köşe başında sokak çalgıcıları, müzisyenler, milli piyango satıcıları, kestane tezgahları kurulmuştu. Pekçok sanatçının önünde durduk, çoğunu keyifle dinledik. Sazıyla sözüyle türkü söyleyenler, darbukasını konuşturanlar, melodikasını çalan çocuklar.... Emeklerini alkışladık, bahşişlerini verdik.

Ama; bir grup vardı ki, anlatmadan geçemeyeceğim. Gencecik üç delikanlı, biri gitar, biri tulum çalıyor, biri de Lazca şarkı söylüyordu. Çocuğun sesi çok güzeldi ama, asıl sempatisi ve ışığı çok yüksekti. Çevrelerindeki kalabalık arttıkça coştular. Derken, Türkçe bir şarkıya başladılar, ama resmen spontane, o anda akıllarına gelenleri, karşısındaki kalabalıktan dikkatini çekenleri anlatarak, muhteşem bir şov yaptılar. Millet alkıştan, gülmekten kırıldı. Çok başarılıydılar. En büyük kalabalık da onların etrafında oluştu. "İstiklal nehri" lafını da onlardan arakladım...

Galatasaray Lisesi kapısında gene protesto vardı. Zaten olmazsa olmaz. Asılı pankartlar, atılan sloganlar, genç üniversiteliler. Bu Cumartesi onların sırasıydı herhalde... Neyse ki, kavga gürültü yoktu. Diyeceklerini deyip, ellerindeki broşürleri dağıtıp işlerini bitirdiler.

Asıl güzellik hava kararmaya başlayınca ortaya çıktı. Galatasaray'dan bakınca, muhteşem bir kalabalık, gerçekten bir insan nehri akıyordu caddede. İnanılmaz bir görüntüydü. Hiç vücut yok, sadece kafa kalabalığı... Rengarenk vitrinler, ışıl ışıl bir cadde. İnsanlar keyifli; eğlenmeye, gezmeye çıktıkları her hallerinden belli. Mağazalar canlanmış, insanlar alışverişte. Hele cafeler, restaurantlar... Hepsi dolu, kiminin önünde kuyruklar oluşmuş. Millet masa peşinde.

 
Orada bambaşka bir İstanbul, bambaşka bir renk var. Farklı bir organizma sanki, kıvrım kıvrım doldurmuş caddeyi. Kımıl, kımıl hareket ediyor sanki...Mutlaka görülmeli, mutlaka gezilmeli. Özellikle de yılbaşı dönemi nedeniyle bu kadar canlanmışken ve coşkuluyken...

İstiklal Caddesi, İstanbul'da kalan çok az alışveriş caddesinden biri, yaşayan bir dünya var orada. Alışveriş Merkezi çılgınlığına yenilmemeli. Her dükkan var. Yılbaşı alışverişimizi, bu yıl İstiklal'den yapalım desem... Ne dersiniz?   

13 Aralık 2012 Perşembe

HABER Mİ? YOK ALMIYAYIM!

Tüm gün işte olunca; gün içinde neler olmuş neler bitmiş, insan öğrenmek istiyor.

TV kanallarının Ana Haber Bültenleri genelde hep birbirine yakın saatlerde başlıyor ve hepsinde de aynı haberler dönüyor. Haber ajanslarının servis ettiği konular, aynı görüntülerle tüm kanallarda aynı anda mevcut. Eğer yemek telaşım filan yoksa, TV karşısına geçip kanaldan kanala dolaşarak farklı bir haber, değişik bir yorum ya da görüntü yakalamaya uğraşıyorum.

Eskiden kendini "haber kanalı" olarak konumlandırmış olan ilk kanalı seyreder ve gerçekten haber aldığımı hissederdim. Ancak; bu kanal da el değiştirdikten sonra malesef bu özelliğini kaybederek sıradan (hatta yandaş) bir çizgiye büründü.

Dün akşam yine kanal kanal gezerken, bol bol gün içinde olan trafik kazaları ve bu kazalarda yaralananlar, hayatını kaybedenler konusu işlendi. Ülkemiz zaten  trafik kazası konusunda lider! Keşke bu liderlik başka konularda olabilseydi. Ama bu şark kurnazlığı, bu kural tanımamazlık, bu cahil cesareti bizim kanımıza öyle bir işlemiş ki; bir arabanın direksiyonuna geçince kendimizi "yolların efendisi" altımızdakini de "uzay aracı" sanma gibi bir yanılgımız var. Ama normal tabii, hepimiz Kara Şimşek, James Bond, Bat Man filmlerindeki  arabalarla büyüdük. Her araba turboları açınca uçup gider sanıyoruz...

 
Gene dün akşamki haberlerde öne çıkan bir görüntü, Zonguldak'ta eşinden şiddet gören bir kadının mahalle bakkalına sığınması ama bakkalın şiddeti önlemek yerine TV seyretmesiydi. Adam kadına yardım etmek için kılını bile kıpırdatmadı. Mazereti de hazır, "Karı koca arasına girilmez"...Öyle sıradanlaştı ki, kadına şiddet. Karısını dövmeyen adam artık adamdan sayılmıyor. "Dayak cennetten çıkmadır" gibi atasözleri olan bir milletiz. Yani balık baştan kokmuş! Aile içi dayak hala bizde normal kabul ediliyor. Adam karısını dövüyor, kadın çocuğunu dövüyor, büyük çocuk kardeşini dövüyor. Sonra bunların tamamı, sokakta yan baktın diye elaleme sataşıyor.... 


"Namusumu temizledim" safsatasıyla başlayan, yıllarca böyle içimize işlenen kadın cinayetleri aldı başını yürüdü. Yahu adam ! Sen bu kadınla evlenince, tapusunu mu verdiler sana? Kadın bir namussuzluk yaptıysa kendine yaptı, boşarsın, döner arkanı, çeker gidersin, olur biter. En büyük cezayı da böyle verirsin zaten. O kadını namussuzluğuyla başbaşa bırakırsın. Ama yok, bizde öyle değil! İlla adam elini kana bular, "salak gibi" gider hapislerde çürür. En büyük tesellisi de "Ben erkek adamım, namusumu temizledim" olur.  Aile darmadağın olur. Çoluk çocuk sefil olur.

Haber bültenlerinde bunların yanında, devlet büyüklerinin küfürleşmeleri, meclisteki gerginlikler, intiharlar, yangınlar, felaketler, zamlar, şehitler, teröristler.....ve daha neler neler. Hepsi birbirinden sinir bozucu, gergin, üzücü pekçok haber. Her haber bülteninin sonuna da, tatlı niyetine bir internet görüntüsü koymak moda oldu, gülelim eğlenelim, açılalım diye...Ağza çalınan bir parmak bal misali!

İnanın artık haber seyretmek istemiyorum. Bünyem kaldırmıyor. Her haber bülteni sonrası bir sinir hapı alasım var. Bu kadar düzeysizlik, bu kadar namussuzluk, bu kadar şiddet, bu kadar kan, bu kadar mutsuzluk...Yazık bu millete, yazık hepimize....

Buradan duyuruyorum. Bir süre haber seyretmeye ara veriyorum! Çok mühim bir gelişme olursa nasıl olsa birilerinden duyarım........   

12 Aralık 2012 Çarşamba

12.12.2012 Saat 12:12 ve Dahası....

Bana göre bir çılgınlık hali..

Uzun bir zamandır konuşulan ve hazırlanılan bir döneme girdik. Bir kıyamet söylentisidir gidiyor. İnsanlar Şirince'ye akın ediyor. Gazetelerde konuyla ilgili yazı dizileri yayınlanıyor, evine stok yapanlar, yakın zamanda namaz kılmaya başlayanlar olduğunu duydum.

Asıl kıyamet söylentisi, bildiğiniz üzere Maya Takviminin bitiş tarihi olan 21.12 tarihi için çıkmıştı, 12.12 tarihi de sanki bu kıyamete hazırlık gibi oldu. Bir kısım kıyamet derken, bir kısım dünyaya çarpacak göktaşından, bir kısım dünyanın farklı bir boyuta geçeceğinden bahsediyor. Bir kısım ise, insanoğlunun bilinç düzeyinin yükseleceğini söylüyor.

İnanalım, inanmayalım hepimizin esas konusu son günlerde bu.
Benim biraz kaderci bir yapım var. Yaradana inanırım, ne olacaksa olacak, elden bir şey gelmez diye düşünürüm. Sadece ve sadece iyi insan olmaya odaklanırım. Ama ne yalan söyleyeyim, ben de merakla bekliyorum. Bir hazırlık yapmıyorum ama; yapanları izliyorum, bu konudaki yazıları takip ediyorum, TV'deki programları yakalarsam izlemeye çalışıyorum. Dizisini bile yaptılar...

Öncelikle söylenen, 12.12 tarihinde o kadar çok dua eden, meditasyon vs.. yapan olacakmış, evrene o kadar yoğun enerji yollanacakmış ki, ne dua etsek gerçekleşecekmiş! Aslında bir liste yapmalıyım, bazen aceleyle dileklerimi sıralarken, unuttuklarım oluyor:) Hatta sabah kızım evden çıkarken beni uyardı, "Annecim bugün saat 12'yi 12 geçe dua etmeyi unutma" diye. Ben de işe güce dalarım, unuturum filan saat mi kursam acaba?  Hadi bakalım hayırlısı...

Gördüğünüz gibi insan bazen çılgınlık diye düşündüğü şeylere de kapılıveriyor!

 
Ama asıl çılgınlık, 21.12'de kıyamet kopacağına inanan ve buna hazırlık yapanlarda yaşanıyor. İnsanlar farklı ülkelerden Şirince'ye akın ediyor. Şirince'de konaklayacak yer kalmamış, şimdiden moteller, pansiyonlar full. Hatta çadır dolmuş etraf. Şirince minnacık bir yer. Asıl kıyamet Şirince'de bu kadar insana ekmek, su yetmezse yaşanacak haberleri yok! Ne düşünüyorlarsa... Kıyamet kopacak, insanlık yok olacak ama, oradaki birkaç yüz kişi kurtulacak mı yani? En güzel yorumu dün Ahmet Hakan yazmıştı. Diyordu ki; "Şirinceye gitmeliyim, oradaki avanakları (bu yorum bana ait) görmeliyim, ne olacağını zannettiklerini anlamaya çalışmalıyım, bir şey olup kıyamet falan koparsa da, orada olup yırtmalıyım." İyi fikir!

İnsanların inançları, dinleri, ırkları çok farklı olsa da, herkes ölümden sonrası için endişeli. Kimse ölmek istemiyor. Hayat çok tatlı. "Herkes ölsün, ben kurtulayım" hissiyatı hepimizde var. Yahu, herkes ölürse, bir başına ne halt edeceksin koskoca dünyada? Senin gibi üç-beş kurtulanla baş başasın. Ya anlaşamazsan onlarla, ya gıcık olursan...Neyse dünya büyük, bir ucuna gider oturursun tek başına. Derdine yanarsın artık! Üstelik kıyamet dediğin herşeyin sonu değil mi? Ot yok, ocak yok. Artık oturup baştan ateş yakmayı, taştan tekerlek yontmayı filan öğrenmen lazım. Yemek için avlanmak lazım. E; tek başına da hayat geçmez, kendine layık eş bulman lazım. Hadi eşi de buldun diyelim, üremen lazım. Tüp bebek filan hak getire, kendi işini göreceksin bir zahmet!  Çocukları yollayacağın özel okul da kalmadı. Telefon, TV, bilgisayar, facebook filan hiçbir şey yok... Liste çok uzun, çoook......

Amaan, zor iş...Öyle, "Oh kurtuldum!, siz derdinize yanın." demekle olmuyor yani!

Hepinize bilinç düzeyi yükselmiş, kıyametsiz günler dilerim!

7 Aralık 2012 Cuma

AYVALIK USULÜ YOĞURTLU VE TARÇINLI KÖFTE

Bazı çocukların yoğurt yeme sorunu vardır. Hatta bu sadece yoğurtla sınırlı değildir. Beyaz olan tüm süt ürünlerinden hoşlanmayan bir grup çocuk vardır.

Benim kızım da bu gruptandı. Peynir, süt, yoğurt gibi aslında büyümesi ve gelişmesi için çok gerekli olan bazı gıda maddelerinden nefret eder, kokularına bile tahammül edemezdi.
Yıllarca denemediğim yol kalmadı, bir parça peynir, bir kaşık yoğurt yedirebilmek için. Ama Boğa burcu bir çocuk olarak, hat safhada inat gösterdi ve geri adım atmadı. Büyüdükçe yavaş yavaş - sevmeye diyemesem de - yemeye başladı süt ürünlerini.

Benim için, kızım küçükken çok kurtarıcı olan ve severek yediğimiz için,  hala sık sık yaptığım bir tarifi paylaşmak istedim sizinle bugün.

Bu arada, fotoğraf çekimlerim için kusura bakmayın. Profesyonel bir makinem yok ve eldeki imkanlarla çekilen yemek fotoğrafları malesef yemeğin lezzetini yansıtmaktan aciz. Ama bir süre idare edeceğiz artık:))

AYVALIK USULÜ YOĞURTLU VE TARÇINLI KÖFTE



4 kişilik servis için öncelikle:

350-400 gr. az yağlı dana kıyma, soğan, maydanoz, ekmek içi, tuz, karabiber ve bir miktar zeytinyağını yoğurarak köfte hamuru hazırlayın.
Bu hamurdan (sabrınız el verirse fındık büyüklüğünde) minik toplar yapın.

Daha sonra bu köfteleri bir miktar tereyağında, tavada kızartın.
Kızarttığınız köfteleri bir tencereye alarak içine 1 çay bardağı kadar su ilave ederek biraz pişirin.

Ayrı bir kapta yarım kilo kadar yoğurdun içine bir tatlı kaşığı un koyup, bir yumurta kırarak  iyice karıştırın. Ve yoğurtlu karışımınızı yavaş yavaş karıştırarak pişmekte olan köftelere ilave edin. Karıştırıp bir taşım kaynatın ve altını kapatın.

Servis yapmadan önce arzu ettiğiniz miktarda tereyağını eriterek yoğurtlu köftenin üzerine dökün ve bolca tarçın serperek servis yapın.

Umarım beğenirsiniz. Afiyet olsun.

6 Aralık 2012 Perşembe

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 5

Dün bahsetmiştim, kızımın okulunda veli toplantısı var diye. Öğrenciler dağıldıktan sonra spor salonunda yapıyorlar toplantıyı. Her öğretmene bir masa konuluyor, Masalar paravanla ayrılıyor. Ve biz "sefil" veliler masaların önünde kuyruğa giriyoruz.  Amaç ne? İlgili öğretmenle 3-5 dakika çocuk hakkında konuşmak.

Aslında her öğretmenin görüşme günü ve saati var. Yani o gün, o saatte gittiğinizde dakika kısıtı olmadan daha detaylı konuşabiliyorsunuz öğretmenlerle. Ama okulun İstanbul'un taaaaaa bir başında olması, iş yoğunlukları, trafik, üşengeçlik vs... pekçok nedenden bu hep ihmal ediliyor ve iş, o sefil kuyruklarda, çok yüzeysel bilgi almaya razı bir halde, saatlerce beklemeyle sonuçlanıyor.

Öğretmenlerin bazıları pespembe tablolar çiziyor. Nota takılmayın diyorlar. Çocuk aslında iyi. Tamam da kardeşim, keşke böyle bir dünyada yaşasak, ama malesef o takılmadığımız notlar karne denen o kağıtta çok önemli oluyor. Not denen şey her yerde karşınıza çıkıyor, ortalama hesapları, burs başvuruları, sınav katkı payları, vs. hep çok önemli...

Neyse,  hadi nota takılmayalım... "Çocuğunuz çok iyi, hanımefendi, muhteşem. Ama bu sene biraz dalgın!" Hah, hadi buyrun bakalım. E; tabii ergenlik filan..."Normal yani ama; daha fazla derse katılmalı, daha çok söz almalı." Tamam da hocam, ben yanında değilim ki, derste o işi de bir zahmet siz organize ediverin. Çocuğu derse ya da kendinize ısındırmak için neden bizden destek istiyorsunuz ki...
Çocuk sene başından beri kıvranıyor. Öğretmenlerinden biri (ismi lazım değil) kızıma başka bir isimle hitap ediyormuş. Çocuk her seferinden benim ismim o değil, bu diyormuş. O da "tamam canım, yanlış çıktı ağzımdan" deyip tekrar yanlış isimle çağırıyormuş. Şimdi bu öğretmen acaba benim kızımı ne kadar tanıyordur? Kuşkuluyum... Zaten dünkü toplantıda bu hoca, bana 5 dakika boyunca kızımın ismiyle aynı isimli başka bir öğrenciyi anlattı, son anda fark edince, "Aa, aynı isimli üç çocuk var, karıştırdım. Şimdi vakit kalmadı, yarın size mail atayım" dedi. PES!

Bu arada; veliler ayrı bir olay!

Kimi veli kızgın, had bildirmeye gelmiş. Bu tip veliler hep haklıdır, onları sadece dinlemek ve hiç yorum yapmamak lazım, yoksa sizde o hiddetten fazlasıyla payınızı alabilirsiniz.

 Kimi veli dertli, kendi gibi dertli başka velilerle konuşup rahatlamaya gelmiş. Bunlar arada organize olmaya da çalışırlar ama hep bir nedenden birleşemezler, okul da zaten sindiriverir böylelerini.

Kimi çocuğundan emin, moral yükseltmeye gelmiş. Hatta bu tip veliler etrafa ve diğer sefil velilere biraz yukarıdan bakıp hafiften aşağılayıcı göndermeleryapmaya da bayılırlar. Onların çocuğu zaten çok iyidir, sorunu filan hiç yoktur, notları yüksektir, sadece adet yerini bulsun diye gelmiştir. E, gelme be kardeşim, zaten saatlerce kuyruk bekliyoruz. Bir de sen kalabalık yapma!!!

Yani anlayacağınız öğretmenler ayrı telden çalar, veliler ayrı. Çocuklara gelince, umuru değil hiçbirinin. Onlar tavan yapmış hormonları, şu an için dünyadaki en önemli varlıkları - arkadaşları, seyredilecek dizileri, fanı oldukları müzik grupları, sene sonu mezuniyet kıyafetleri, yıllıkta yazılacak write-upları ile ilgililer.


Okul, ders, öğretmen...Amaaan, ne lüzumsuz mevzular!

5 Aralık 2012 Çarşamba

DÜKKAN KAPALI

Bugün veli toplantısı var. o nedenle dükkan kapalı.
Yarın, konuyla ilgili detaylı bilgi veririm. Yeni  "Bir Ergenle Yaşamak" yazısı gelebilir...
Bunca senedir ilk kez toplantıya az biraz tırsarak gidiyorum...



4 Aralık 2012 Salı

BİZİ DE GÖR ACUUUUUN!

En favori programlarımın başında, "O Ses Türkiye" geliyor. Geçen sene de beğeniyle izlemiştim. Bu yıl da iyi başladı program.

Yarışma formatı çok başarılı, yarışmaya katılan adayların pekçoğu gerçekten iyi seslere sahipler. Orkestra için söylenecek söz yok, muhteşemler.Jüri genel anlamıyla çok iyi. Türkiye'nin dört başarılı sanatçı ve yorumcusunu birarada izliyoruz. Farklı karakterleri var.

Hadise, bu yarışma ile bence popülaritesini çok arttırdı. Antipatik, seksi, "Alamancı" şarkıcı durumundan, sempatik, esprili, hoş, duygusal ve mütevazi "Türk" yıldız mertebesine yükseltti kendini. Kıkır kıkır gülen, sevinince el çırpan, duygulanınca ağlayan son derece doğal bir kadın.




Murat Boz gayet yakışıklı ve eğitimli, iyi bir sanatçı. Ama; O da genel Türk izleyicisine kendini bu yarışma sayesinde tanıttı diye düşünüyorum. Bu kadar hazır cevap, eğitimli ve esprili bir yanı olduğunun pek bilinmediği görüşündeyim. Genç kızları etkileyen bakışları, gülüşü ve tatlı dili sayesinde eminim ki hayran kitlesi genişlemiştir. Kesinlikle çok olumlu puan toplamıştır bu yarışma sayesinde. Zaten yaptığı son reklam anlaşması da bu olumlu gelişmeyi yansıtır durumda.

Mustafa Sandal'ı çok severdim. İlk çıktığı yıllarda (benim üniversite yıllarım) tüm "kasetleri" arabamda olur, en yüksek tonda dinlerdim. Sanırım Türk popunun yeni yeni çıkış yaptığı yıllardı. Yarışmada da herkesin ağzına pelesenk olan "Onun Arabası Var" ya da "Aya Benzer Yüreğim" şarkıları o dönemin fazlasıyla pop kültürü için yapılmış olsa da, zihnimize kazınmış ve unutulmaz şarkılar olarak içimize yer etmiş. Mustafa Sandal son yıllarda şarkıcılıktan çok; film ya da reklam sektöründe çalışmış, son birkaç albüm çalışması fazla başarılı olamamış bir sanatçı iken... Bu yarışma ile karşımıza bambaşka bir Mustafa Sandal çıktı. Öncelikle, kendisinden fazlasıyla emin, yarışmacılara gayet politik yaklaşan, adeta bir müzik otoritesi kıvamında, ciddi bir adam...Bir müzik yapımcısı.  Bravo demek lazım. Geçen yıldan beri bir çizgisi var ve hiç bozmadı.

 
Gelelim Hülya Avşar'a... Kadın enterasan. Zaten toplumun pekçoğuna aykırı gelen, sivri bir yanı var. Diğerlerinin yanında aslında en eğitimsiz ve alaylı olan O olmasına rağmen, her konuda gayet ukala bir tavrı var. Sanırsın ki; Türk Müziği duayeni ya da Oscar almış oyuncu...Bir de şu güzellik meselesine şaşırıyorum. Evet, Hülya Avşar güzel kadın. Ama, yanında gencecik, süt gibi Hadise varken; herkesin Hülya Avşar'ın güzelliğine vurgu yapması çok enterasan. Bu da sanırım Hülya Avşar'ın başarısı olsa gerek, senelerce söyleye, söyleye öyle bir kazımış ki beyinlere, herkes bu konuyu vurguluyor. Bir iltifat, bir iltifat... Özel "Hülya"lı şarkılar söyleyenler mi istersin, neredeyse aşk itirafı yapan yarışmacılar mı...Valla ona da helal demek lazım. (Ben Ayvalık'ta çok mayolu gördüm kendisini, güzellik konusunda fazla bir yorum yapmayayım...)

Ama; bu yarışmada Hadise, Murat Boz ve Mustafa Sandal'ın topladıkları artı puanlar yanında, Hülya Avşar son derece negatif puan topladı bence. Ukala ve antipatik tavrı, yarışmacılarla konuşma şekli, takımına girenler için ayağa bile kalkmaması, garip ve şımarık hareketleriyle sinir bozucuydu.  Hatta bu durumu fark eden Acun Ilıcalı, yarışmanın ilerleyen haftalarında durumu kurtarmak için sürekli Avşar'ı pompaladı. Acun'a da helal olsun, kimi nasıl parlatacak çok iyi biliyor. Gayet sevimsiz ve antipatik bir çizgide yürüyen Hülya Avşar'ın yanında yer alarak; mütevazi ve sempatik jüri üyelerine ezdirmiyor. Bu haftaki yarışmada yaptığı koltuk kablosu kestirme olayı da, tamamen bu plan üzerine gerçekleştirilmiş çok başarılı bir taktikti.

Programcılık işi taktik işi, Acun da bunu çok iyi bilen, halkın nabzını çok iyi tutabilen bir yapımcı. Türk halkını tanıyor, ne tutar ne tutmaz çok başarılı analizler yapıyor.

Acun'un yanına kapılanan da resmen ihya oluyor. Acun da onları koruyup kolluyor. Tam bir "kazan - kazan" durumu.

Bu durumda diyorum ki; Ey Acun, bizi de gör. Toptan kalkınalım. Onlara var da, bize yok mu???

3 Aralık 2012 Pazartesi

HERŞEY BİR ANDA....

Geçen hafta düştüm evde. Merdivenlerden. Bayağı bildiğin, 4 basamak sırt üstü uçtum. Son basamağın köşesine de sırtımı vurdum. Elimdeki bardaklar filan dağıldı tabii...Biraz sıyrıldı sırtım. Acayip de acıdı. Bir süre yerde kalakaldım öylece. Çok korkmuştum çünkü. Herşey bir anda oluverdi. Nasıl oldu, niye oldu, hiçbir fikrim yok. Hani derler ya; film şeridi gibi geçti hayatım gözlerimin önünden diye, benim de ilk düşündüğüm; "Ya belimi, boynumu filan kırsaydım?",oldu. Sonra kalkıp iki büklüm, kırılan, dağılan bardakları toparladım.

Neyse, ertesi gün bayağı bir morardı tabii. Ağrısı da ertesi gün arttı. Özellikle sırtımı dayamaya çalıştığımda gözlerimden çıktı acısı... Ama, aynen devam ettim hayata, ne yattım, ne ilaç aldım,ne sızlandım. Tipik ben!

Aslında, ne kadar pamuk ipliğiyle bağlı herşey. Bir anlık dalgınlık, bir anlık sinir,..hepsi bir anlık dikkatsizlik... Araba kullanırken yaptığım tek kazayı, bir an yan koltukta duran alışveriş torbalarına gözüm kaydığında yapmıştım. Fişi nereye koydum diye göz ucuyla torbaya bakarken, orta refüje çıkmıştım. Bayağı bir hasar olmuştu arabamda. Mutfaktaki en büyük tehlikeyi, kızartma yaptığım bir gün, etrafa yağ sıçramasın diye ocağın çevresine yaydığım gazete kağıtları tutuştuğunda yaşamıştım. Allahım ne korkunçtu. Ya söndüremeseydim? Resmen evi yakabilirdim. En korkunç olay da; kızım 3 aylıkken, yatağının ayakucundaki alt değiştirme yerinde bir an elimi üzerinden çektiğimde, ilk kez dönmeye karar verip(!) düşmüştü. Allahtan açık olan çekmecenin içine düşmüştü. Ama kafasını vurduğu için hem kızım, hem ben saatlerce ağlamıştık. O acıdan, ben korkudan...  Bunlar aklıma ilk anda gelen olaylar. Ama hep böyle değil mi? Kazalar, yangınlar, ölümler böyle bir anda oluvermiyor mu?

Geçen gün bir arkadaşım anlattı, trafikte yol verdin vermedin davasında takıştığı bir adam, camdan silah göstermiş! Allahtan arkadaşım, yol açılınca kaçıvermiş oradan. Bu da ne manyaklıktır, değil mi? Ne olacak yani, bir anlık sinirle insen arabadan, vursan öbür şoförü, sen hapise, adam mezara...Bir anlık sinir mi şimdi bu? Gerçi arabada silah taşıyan adamın siniri bir anlık olamaz, o adamın ruhu bozuk! Allah ıslah etsin onu. Trafikte de karşımıza böyle psikopatlar çıkmasın, AMİN!

Bir de şöyle bir gerçek var gözardı etmememiz gereken; yaşlar ilerledikçe, stresler ve yoğunluklar arttıkça, yorgunluklar, dalgınlıklar, anlık sinirler daha fazla yaşanıyor. Büyük şehirlerde yaşayan herkes, her an tehlike içinde. Dikkatli olmak, daha fazla özen göstermek lazım yapılan her şeye. Yoksa bir anlık bir sıkıntı, ömür boyu canımızı acıtacak sonuçlar ya da izler bırakabilir.

Film şeritlerinin bizden uzak olacağı, güzel anlar ve anılar dileklerimle.....






30 Kasım 2012 Cuma

GİYİM KUŞAM SORUNU

Okullarda kıyafet serbest olacak dediler...Ortalık birbirine girdi.


Tek tip insan yetiştirilmesin diye alınmış bir karar(mış)...
E; o zaman, okul da olmasın. Her çocuğa özel ders verilen bir eğitim sistemi öneriyorum. Böylece atanamayan öğretmen sorunu da çözülür belki...

Üzerinde çok konuşulmadan, fazla araştırılmadan, derine inilmeden alınan kararlar dönemindeyiz sanki. Gene yaşayarak artısını, eksisini göreceğimiz bir uygulamaya başlanıyor.

Herkes okullardaki serbest kıyafetin velileri zorlayacağını konuşuyor. Haklılar da. Çocuk dediğin vardan yoktan pek anlamaz. İstemeyi bilir sadece. Özenir gördüklerine. Arkadaşında gördüğü kendinde de olsun ister. Hayır demek zordur. İnsanın canını acıtır. O çocuğun gözündeki bakış yok mu, ahh o bakış... Neyse bu olayın bir boyutu.

Bir de başka boyutu var serbest kıyafetin. İlköğretim çağı çocuğu malesef inanılmaz acımasızdır. Bunu o yaş çocuğu olan iyi bilir. En iyi huylusu bile düşünmez karşısındakinin hislerini, duygularını... Farkına varmadan acıtır diğerinin canını. Ya da bazısı bilerek yapar,sırf eğlence olsun diye. Biz çocukken marka filan bilmezdik, pekçok şey dikilirdi. Hatta ailede çocuklar büyüdükçe küçülen kıyafetlerle kardeşler büyürdü...Ortam bizim zamanımızdaki gibi değil, her şehirde alışveriş merkezleri var artık. Çocuklar markaları biliyor, tanıyor. Birinde olan diğerinde yoksa da vur abalıya yapıyor. Kendinde olanla caka satıyor, diğerini eziyor, üzüyor... Aileler de imkanı varsa bu marka takıntılarına çanak tutuyor.

Hiç unutmayacağım, kızım şu anda okumakta olduğu okulun birinci sınıfına başlayacağı sene, okul açılmadan yapılan toplantıda bir veli, okulun kırtasiye ürünlerine itiraz etmişti. Çünkü, kızı sadece Barbie'li ürünler kullanırmış. Bu tek tip kırtasiye malzemesi çocuğu okuldan soğuturmuş!...Okul geri adım atmadı, o çocuk da hala bizimkilerle okuyor. Okuldan filan soğumadı yani...

Neyse, bu anne eminim ki çok memnundur serbest kıyafet olayından.

Ben memnun değilim, kızım da memnun değil. O, kendince hergün nasıl farklı kıyafet seçeceğini düşünüyor. Ben açılacak yeni masraf kapısından endişeleniyorum. Okul kıyafeti koruyucudur bana göre. Çocuğun aidiyetini pekiştirir. Hem çocuğu uyarıcı, hem etrafındaki kötülükleri uzaklaştırıcı bir özelliği vardır. Formalı çocuk, hareketlerine, oturmasına, kalkmasına, düzenine, tertibine dikkat eder. Formalı çocuğa, bulaşan az olur, çünkü o çocuk bir yere aittir.

Bu arada hep şunu düşünüyorum. Bizim gibi, bu tektip kıyafet döneminde yaşamış, eğitim almış nesiller, ne gibi bir zorluk yaşadık acaba hayatta? Nasıl sıkıntılarımız oldu? Mutsuz, zavallı, ezik bir nesil miydik?... Hayatta başedemediğimiz psikolojik zorluklar mı yaşadık? Neden yıllardır denenen ve bir sakıncası görülmemiş olan bir düzen şimdi değiştiriliyor?

Bilenler bilmeyenlere anlatsın! Vatana, millete hayırlı olsun...

28 Kasım 2012 Çarşamba

VEEE ANNEMİN AŞURESİ...

Aşure; herkes gibi benim de gözümü korkutan, çok zor diye bildiğim bir tariftir.
Bir de alışılageldiği üzere, sadece Aşure ayında yapıldığı ve dağıtıldığı için beceremezsem kimselere rezil olmayayım diye hiç kendimi riske atmaz ve denemezdim.

Bundan Anneme bahsettiğimde kendi tarifini önerdi.Beni bayağı cesaretlendirdi ve ilk denememi üç sene önce yaptım. Şimdi her yıl Aşure ayında, genelde herkesin beğendiği, leziz aşureler yapabiliyorum.


Aşurenin sırrı, buğdayının iyi pişmesinden kaynaklanıyor. Buğdayı ne kadar kaynatırsan kaynat, tam kıvamını bulmak yumuşacık olmasını sağlamak zor. İşte Annemin sırrı da burada! Bir gece Öncesinde....(Inınınınnnn:))

Aşure yapacağınız günün bir gece öncesinde; yarım kilo Aşurelik buğdayı yıkayın. (Ben Reis kullanıyorum, iyi sonuç veriyor.) Sonra büyük bir tencerede üzerini 3-4 parmak geçecek kadar ılık su koyup buğdayınızı kaynatın. 15 dakika kaynayan tencerenin altını kapatıp suyunu kontrol edin, eksilen suyu kaynar su ilave ederek tamamlayın. Daha sonra tencerenizi kalın bir-iki battaniyeye sararak, sabahı beklemesi için bir kenara koyun.
Eğer üşenmezseniz (ben genelde üşenmeyip böyle yapıyorum) ertesi sabah haşlayacağınız 1 bardak kurufasulye ve 1 bardak nohutu da ılık suya ıslatın.
(Pratik tarifimizde bu işlemi atlayıp hazır haşlanmış kurufasulye ve nohut kullanacağız:)))

Aşure Günü: Islattığınız kurufasulye ve nohutu yenecek kıvama gelene kadar haşlayın. Suyunu dökün. Arzu ederseniz (sabrınız elverirse) kabuklarını soyun.
Sonra akşamdan beklemiş ve iyice patlayıp açılmış buğdayınızı aşure yapacağınız büyük bir tencereye koyup sıcak su ekleyip kaynatın.
 İçine 3-3,5 bardak toz şeker ekleyin.
Önce fasulyeyi, sonra nohutu ekleyin.
Yarım çay bardağı pirinci yıkayıp, cezvede haşlayıp suyuyla beraber tencereye ekleyin (böylece nişasta ile kıvam vermenize gerek kalmaz!).
1 portakalın kabuğunu turuncu kısmını minik minik kesip onu da tencereye ekleyin.
Sarı kayısı kurusunu (5 tane) küçük kesip onu da ekleyin.
Dolmalık fıstığı az yağda kavurup ekleyin.
Suda biraz beklettiğiniz kuru üzümü ve kuş üzümünü de temizleyip ilave edin.
Fındığı robotta biraz kırıp ekleyin.
Son olarak bir tatlı kaşığı kadar bal ve 1 yemek kaşığı saf gülsuyu ilave edin.

Aşureniz hazır. Altını kapatın. (Kıvamı sulu olursa, 1 kaşık unla koyultabilirsiniz. Ama unutmayın ki, aşure durdukça, biraz koyulur!)

Kaselere pay ettiğiniz aşurenin üzerini tarçın, tereyağda kavurduğunuz susam, bol ceviz ve fındık kırığı ile süsleyin. Nar taneleri ile de renklendirin.

Aşurenin püf noktası, herşeyi sırasıyla ve sabırla yapmak. Sırayı şaşırmaz, sabrınızı da tüketmezseniz eminim ki müthiş bir tatlı yapacaksınız.
Komşulara ayırmayı unutmayın!!!!
Bana da sonucu mutlaka yazın.

Afiyet olsun:)))

26 Kasım 2012 Pazartesi

Evimizin Asıl Direği

Babam, her kız çocuğunun hissettiği gibi kahramanım değildi. Ben O'nu, doğruları kadar yanlışları da olabilen, gerçek bir insan olarak çok sevdim. Senelerce aynı işte çalıştık. Birbirimizi çok şiddetli eleştirir, kızdırırdık. Küserdik ara sıra. 2-3 gün aramazdık birbirimizi. Sonra ya O, ya ben dayanamazdık, arayıp yumuşatırdık kırgın olanı. Babam sevgisini hep hissettirdi dolu dolu, ama ilgiyi veren Annemdi...

Annem, ailemizin güçlü direği... Hep öyle hissettim. Hep toparlayıcı, hep dirayetli ve asil. Babamla çocukluk anım çok yok, çünkü O çalışırdı. Sosyal olmayı severdi. Bizi sevdiğini çok belli ederdi ama, dertlerimize asıl koşan hep annem oldu. Annem bizi yetiştiren, büyütendi. Babam masrafları karşılar, annem bütçeyi ve evi idare ederdi. O yüzden, Annem hep güçlü göründü gözüme. Hep örnek aldım annemi, onun kadar ayaklarım yere sağlam bassın istedim. Onun gibi bir anne ve eş olmaya çalıştım.

Tam 55 yıllık bir evlilikten sonra, ayrı düştüler. Babam yoruldu - hayatın yaşattıkları karşısında. 20 sene dayanabildi yorgun kalbi. Gene de, o yirmi seneyi hep iyi yaşadı. O yirmi sene, sadece Babam için değil, hepimiz için bir piyangoydu aslında. En çok da Annem için...

 
4 ay oldu hemen hemen, artık Babam yok...Aslında hazırladı bizi yokluğuna. Uzunca bir hastane sürecinin sonunda kendi isteğiyle bıraktı hayata tutunmayı. Yoksa gitmezdi. Bunca yıl aklına bile getirmemişti, ölümü, ayrılığı... Ama sonunda kendisi pes etti.

Bizlerin, üç kardeşin de kendi ailelerimiz, devam eden hayatlarımız var. Bir şekilde kabullenmek daha kolay oluyor. Hayat devam ediyor. Ama 55 yılı paylaştığı insan, sudan çıkmış balığa dönüyor.

Annem 2-3 haftadır bizimle İstanbul'da. Öyle zor ki yaşadıkları. Bir an herşeyi kabullenmiş gibiyken, bir an isyan ediyor. Yalnız kalmaya alışık değil hiç. Oyalanmaya çalışıyor. Hala güçlü olmaya çalışıyor. Çok senelerdir "kocamın hastalığı, kocamın yemeği, kocamın meyvesi, kocamın ilaçları" derken, kendi hayatını aslında nasıl hiç yaşamadığını, nasıl eşinden dostundan uzaklaştığını yavaş yavaş fark ediyor. Ama Annem, bunları öyle severek ve sabırla yaptı, Babamla öyle mutlu oldu ki...Hiç ağır gelmedi bu süreçler ona.

Şubat'ta 79 yaşına basacak Annem. Güzel bir hayat yaşadı aslında. Çok sevdi. Sevildi. Kırgınlıkları olsa da, affetmeyi hep bildi. İyi çocuklar yetiştirdi. Güzel dostlukları oldu. Çevresinde hep sevildi. Güçlü ve sağlam kaldı.

Şimdi, yalnız da olsa yaşayacağı bir hayat var önünde. Mutlu olmalı. Gezmeli, seyahat etmeli. Eski dostluklarına devam etmeli. Kendini oyalayacak meşgaleler yaratmalı. Hatta spora başlamalı. Evine bir can yoldaşı almalı. (Bizim kuşumuzu çok sevince, kuş almaya karar verdi:) Her yaz gene Çeşme'ye gitmeli. Sevdiği şeyleri, sağlığı el verdiğince yapmaya devam etmeli. Hiçbir endişesi olmamalı. Güçlü kalmalı. Çünkü o benim Annem...

Annem, mutlu olmayı öylesine hak ediyor ki....    

23 Kasım 2012 Cuma

SAKINILAN GÖZE ÇÖP BATTI!

Cumartesi eşimin doğumgünü. 47 yaşını dolduracak. Bu yıl çok özenmiştim, O'na hoş, sürprizli bir doğum günü yapmak için...

Önce süper bir plan yaptım. Boğazda bir otelde yer ayırtayım. Akşam orada başbaşa güzel bir yemekten sonra, eline anahtarı tutuşturuvereyim. "Akşam buradayız hayatım" diyeyim. Sabah olunca, kızımız evden kahvaltıya gelsin... Hep beraber mutlu mesut kutlayalım birkez daha.Tabii fazla heveslendim ya , olamadı! İstediğim otelde yer bulunamadı. Alternatif otellerde de ya yer yoktu, ya da saçma sapan gecelik ücretleriyle beni vazgeçirttiler. Neyse, bu plan başka sefere uygulanmak üzere kenarda dursun dedim.

Sonra benim bir iş yemeği için gittiğim ve eşimin henüz görmediği, çok şık bir restaurantta yer ayırttım. Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız da bizimle olacaklar. Pasta siparişi verildi. Akşam yemeğe giderken pastamızı da yanımızda götüreceğiz. Herşey süper!

Hediye alışverişimi yaptım, ama çok zorlandım. Bir günümü ayırdım, malum erkeklere değişik hediye bulmak çok zor. İstediğim hediyeyi buldum, sonra 2-3 saat de kızımla dolaştık, bu sefer onun alacağı hediye için. Artık büyüdü tabii, benim alıp paketlettiğim hediyeyi kendi hediyesi olarak kabul etmiyor. İllaki kendi seçimi olmalı! Neyse o da hediyesini buldu. İkimizde memnunuz artık.

Derken bu sabah, beraber yemek programı yaptığımız arkadaşlarımızdan haber geldi. Eşi hastalanmış, hastanelik olmuş. Kızcağız mahcup. Ne yapsak, ne etsek diye kıvranıyor. Yahu, ne yapacağız, tabii ki gidilmeyecek. Rezervasyon iptal. Başka sefere inşallah... Başbaşa da gitmek istemedik. E, planımızı arkadaşlarımızla yapmışız, bizim de içimize sinmeyecek. Sonuç olarak, benim günlerce üzerinde kafa yorduğum, planlar kurduğum doğumgünü kutlaması, Cumartesi gündüz sinema - yemek muhabbeti yaparıza döndü:(

Biz zaten  neredeyse her haftasonu bu programı yapıyoruz. Hiç özel olmayacak böylece. Eşim hep der, uyarır beni, hiçbir planı, programı fazla önceden yapma diye...Haklı valla. Gene hevesim kursağımda kaldı.... 

 
Ama olsun, ben gene Cumartesi akşamına minik bir pasta alırım, mumları yakarım. Eşim üfler, alkışlarız. Maksat adet yerini bulsun. Kutlamasız da olmaz ama, di mi???

22 Kasım 2012 Perşembe

Bir Çay Saati Klasiği : ARMAĞAN ANNE'NİN ANASONLU PEKSİMETİ

Ağustos ayında kaybettik Kayınvalidemi..
Girit kökenli, Ayvalık'lı gerçek bir hanımefendiydi. Harika Rumca konuşurdu. Çok değişik Girit yemekleri yapardı. Eli inanılmaz lezzetliydi. Pekçok arkadaşımın yaşadığı, kayınvalide gelin çekişmesi hiç yaşanmadı aramızda. Birbirimize saygı duyduk hep. Kimse diğerinin alanına müdahale etmedi. O nedenle iyi geçindik. Ufak tefek sorunlar olduysa da kalp kırmadan çözüldü hepsi. Birçok şey öğrendim kendisinden. Nur içinde yatsın, çok kıymetli bir insandı...

Kayınvalidemden öğrendiğim bir peksimet tarifi var, sizinle paylaşmak istediğim. Biz özellikle çay saatlerinde, yanında biraz peynir zeytinle yemeğe bayılıyoruz ailecek. Kızım okuldan aç geldiğinde en sevdiği atıştırmalıklardan biri bu peksimet, hem de sağlıklı. İstediği kadar yiyebiliyor. Uzun zaman taze kalıp, acil bir misafir geldiğinde de kurtarıcı olabiliyor üstelik. Çok da basit. Pişirdikten sonra ağzı kapalı bir yerde muhafaza ederseniz, uzun süre kıtırlığını kaybetmiyor.

Armağan Anne'nin Anasonlu Peksimeti

 
Önce Malzemeleri Sayalım: 1 su bardağı zeytinyağ, 1 su bardağı yoğurt, 1 tatlı kaşığı anason tohumu (havanda dövülecek), yarım limonun suyu, 1 tatlı kaşığı toz karbonat, tuz, çekilmiş karabiber ve aldığı kadar un.
 

Zeytinyağ ve yoğurdu bir karıştırma kabında karıştırın. Yarım limon suyunun içine karbonatı koyup karıştırarak köpürtün, köpüren karışımı da karıştırma kabına ekleyip çok söndürmeden hafifçe karışıma ekleyin. Tuzunu ve taze çekilmiş karabiberi ve havanda döverek kokusunu iyice ortaya çıkardığınız anasonu da ekleyin.


Daha sonra yavaş yavaş unu koyun. Önce bir çatal yardımıyla karıştırın, kıvama gelince elinizle yoğurarak un eklemeye devam edin, ta ki kulak memesi (hep aynı muhabbet di mi, ama başka da ifade şekli yok maalesef) kıvamına gelinceye dek.

 
Bu arada fırını 175-180 dereceye ayarlayın. Fırın tepsisinin içine yağlı kağıt
döşeyin. (Bu da her dakika fırın tepsisi yıkamak istemeyen biz tembeller için!)

Hamuru göz kararı 3 parçaya ayırın, elinizle rulo yapıp fırın tepsinize yerleştirin. Her ruloyu 1 cm.lik dilimler halinde ince bir bıçakla derince çizin. (Ama tam kesmeyin)


Hamurlarınızı fırına yerleştirin. Bu arada fırının etrafında vakit geçirmeniz önemli. Çünkü üzerleri hafifçe kızarınca yarı pişmiş haldeki peksimedinizi (fazla kızartmadan) fırından çıkarmanız lazım. Daha önceden attığınız çiziklerden keserek hamurları dilimleyin. Ve herbir dilimi yan yatacak şekilde fırın tepsisine tekrar dizin. Tepsinizi birkez daha fırına verip, bu sefer iyice kızaracak şekilde peksimetlerinizi pişirin (aman yanmasınlar!).

 
Fırından alıp soğuyana kadar beklediğiniz peksimetleri ağzı kapalı cam bir saklama kabında muhafaza ederseniz bir hafta, on gün dayanır. Kıtır peksimetlerinizi,güzelce demlenmiş bir çayın yanında, mis gibi tulum peyniri ile yerken beni hatırlamayı da unutmayın....

Afiyet olsun:)))) 

20 Kasım 2012 Salı

GS X ManU

Çok stresliyim, çok...

 
Bu akşam maça gidiyorum. Galatasaray - Manchester United Şampiyonlar ligi maçına. Stadda maç izlemeye bayılıyorum, o atmosfer anlatılamayacak kadar keyif veriyor insana. Binlerce insanla aynı sevinci, aynı sıkıntıyı yaşamak, bu duyguları paylaşmak çok acayip. Ne zaman fırsat bulsam Galatasaray'ın maçlarına gitmeye çalışıyorum. Ali Sami Yen stadına neredeyse her lig maçına giderdim. Arena'ya daha seyrek gidebiliyorum; yolu biraz ters geliyor ama bu akşam kaçırmam, mümkün değil! Gerçi, Arena'da son gittiğim bütün Şampiyonlar Ligi maçları hüsranla sonuçlandı. Sıkı maç takipçileri bilirler, gerçek anlamda takım tutanların uğurları olur. E, tabii benim de bir sürü uğurum var.

Mesela, asla evde maç seyrederken bişeyler yemem. Neden bilmiyorum ama, sanırım bir maçta tam ben birşeyler yerken gol yemiş olsak gerek... Karşı takım atak yaparken "hoşt" diye bağırırım. Hiç sevimli değil biliyorum ama, öyle işte. Galatasaray ataklarında elimi, kolumu bağlamam, bacak bacak üstüne  de atmam. Kısmetini bağlamamak lazım takımın, di mi ama?  Karşı takım ataklarında ise, her türlü kendimi bağlarım. Penaltı pozisyonlarında asla bakmam, kim kullanırsa kullansın bakamam. Maçlarda uzun zaman gol atamazsak, oturduğum koltuğu değiştiririm. Oturur kalkarım, bir pozisyon değişimi yaparım mutlaka..Böylece gol olacağına inanırım. Olursa kendime bayağı bir pay çıkarırım. Sanki benim sayemde gol atmışlar gibi:)

İşte bu yüzden bu sefer gerginim, hem kendim için hem de stadda etrafımda oturanlar benden kıl kapacak diye. İnşallah iyi maç olur ve yeneriz. Yoksa bağrıma taş basıp bir daha gitmeyeceğim maçlara. Türkiye liginde sorunum yok, sorun Şampiyonlar Ligi maçlarında. Takıma inancım tam, gerçi son lig maçında çok kötü oynadılar ama neyse...Umarım bu defa hem ben, hem takım Arena maçlarındaki kötü şansımızı yeneceğiz. Yenmeliyiz.


Fatih Hoca iyi kadro çıkarır, futbolcular canını dişine takar, taraftarlar coşkuyla takıma destek verir, hakem hakkaniyetli olur, Manchester fazla yüklenmez ve en önemlisi, Ben elimden geleni yaparsam (!) bu maçı alırız. Bu sevinci hep beraber yaşamalıyız!

Haydi CimBom, yaşat bu gururu bir kez daha; sana inanan ve güvenen taraftarına !!!





19 Kasım 2012 Pazartesi

10 KASIM'I İZMİR'DE YAŞAMAK

Bugün Facebook'ta, mezun olduğum okuldan bir grup lise son sınıf öğrencisinin, 16 Kasım'da Anıtkabir'e yaptığı ziyaret ile ilgili fotoğraflar vardı. Resimlere bakarken birden sırtımın dikleştiğini, gözlerimin hafifçe yaşardığını farkettim.


İşte bu nedenle, bu seneki 10 Kasım deneyimimi sizlerle de paylaşmak istedim.

10 Kasım'da İzmir'deydim. İzmir Swiss Otel'de yapılan kongre sabah saat 9.00 gibi başladığı için, Bostanlı'dan aceleyle yola çıktım. İzmir'de mesafeler kısa, İstanbul gibi saatler önce yola koyulmak gerekmese de bazen sabah trafiği olabiliyor. O sabah da biraz trafiğe kaldım. Saat 9.05'te Altınyol'da eski Turyağ fabrikasının karşısındaki askeri bölgenin oralardaydım. Yol kenarına çeken ve dörtlülerini yakan arabaları fark edince bende sağa yanaştım, flaşörlerimi yaktım, arabamdan indim. Açık olan kapımın yanında saygı duruşuna geçtim. Sirenler çalmaya başladı. Askeri birlikteki askerlerin tören duruşuna geçtiklerini, tüm yolun, her iki istikamette de durduğunu ve tüm sürücülerin oldukları yerde durup araçlarının yanında saygı duruşuna geçtiklerini gördüm. Ben İstanbul'da da her yıl özellikle o saatte E5'te olmaya ve aracımdan inmeye özen gösteririm, ama İstanbul'da duranlar kadar, hatta onlardan daha fazla durmayıp yoluna devam edenler olur.

İşte bu nedenle İzmir'de, bu 10 Kasım'da, sirenler çalarken ağladım....Gözyaşlarıma hakim olamadım. Çevre binalardaki insanlar balkonlarında katılmışlardı bize. Herkes aynı duyguyu paylaşıyordu sanki. Sanki o hüzün havaya asılı kalmış, bizde o hüznün altında ezilmiştik...

Bitmesin istedim, inanır mısınız? O iki dakika geçmesin, o paylaşım biraz daha sürsün istedim. Hepimize beraberliği, aynı duyguyu aynı anda paylaşmanın verdiği birlik hissini biraz daha yaşatsın istedim. İçimdeki özlemi benimle beraber paylaşan insanların olduğunu hissetmekten duyduğum haz biraz daha devam etsin istedim...

Ben meydanlara gitmedim. Basit bir tavır sergiledim. Kendimce Atatürk'e saygımı belirttim. Sevgimse gözyaşlarımda dile geldi. Biz hep Atatürk kızları diye yetiştirildik. Böyle bildik. Bu bilinç iliklerimize kadar işlemiş. Bunun gururunu hissettim.

Bu sabah facebookta gördüğüm resime bakarken sırtım bu gurur nedeniyle dikleşti, gözlerim bu yüzden yaşardı. O öğrencilerle ve o öğrencileri yetiştiren öğretmenlerle ve okulla birkez daha gurur duydum.

16 Kasım 2012 Cuma

YEMEK TARİFLERİM

Daha önce İzmir'li olduğumdan bahsetmiştim. Baba tarafımın Selanik göçmeni olduğunu, eşimin ailesinin Girit'ten geldiğini, annemin ise İstanbul'lu olduğunu söylediğimi hatırlıyorum.

Dolayısıyla; Ege ağırlıklı farklı tatlar ve lezzetlerden oluşan bir yemek kültürüm var. Yemek  pişirmeyi de en az yemek kadar severim. Blog yazmaya başlamadan önce en zevk aldığım şey yemek bloklarını takip etmekti. Bu benim ilgi alanım. Yemek yaparken dinlenir, keyif alırım. Hele de yaptıklarım beğenilirse daha da mutlu olurum.

Hiç yemek yapmayı bilmeden evlendim. İlk denemem olan kurufasulye de; düdüklü tencere kullanmayı doğru dürüst bilmediğim için kömür olup dibine yapışmıştı,  hatta tencere 10 gün temizlenmemişti. Sonra yavaş yavaş annemden sebze yemeklerini öğrendim. Rahmetli babam inanılmaz mezeler yapar hatta kendi elleriyle puf böreği açardı. Malesef ben hamur açma konusunda bir iki deneme yaptıktan sonra vazgeçtim, ama mezelerde iyiyimdir:) Kayınvalidemden tencere yemeklerini bile, en son kısa bir süre fırına koymanın nasıl bir lezzet kattığını, tarçının et yemeklerindeki mucizevi etkisini öğrendim. Bol bol yemek dergisi ve kitaplardan tarifler denedim. Şimdi iyi yemek yaparım desem abartmış olmam sanırım.

 
Biraz da bu nedenle, bazı tariflerimi sizlerle ara ara paylaşmak istiyorum. Öyle profesyonelce değil ama... Evde kendimize pişirirken fotoğrafını çekebildiklerimi burada sizinle paylaşmak, sizin de görüşlerinizi, ya da denediklerinizle ilgili geri bildirimlerinizi duymak beni mutlu edecek.

Böylece hem bloguma biraz lezzet gelir, hem de sizleri sadece yazılarımla sıkmamış olurum (çünkü bazen bayağı karamsar olabiliyorum) diye düşündüm. Umarım hoşunuza gider...

15 Kasım 2012 Perşembe

Kötü Gün Dostu

Bizler büyüdük, orta yaş denilen 35 yaş sınırını çoktan aştık. Bizim büyüklerimiz ise yaşlandı. Son yıllarda dikkat ediyorum, çok fazla başsağlığı mesajı yazar ya da telefonu eder oldum. Önceki yıllarda hiç olmadığı kadar çok cenazeye gidiyorum. Kendi ailemden de çok yakınlarımın kayıplarını yaşadım, özellikle de bu yıl içinde.

Her ölüm çok acı. Yaş, hastalık, yakınlık filan hiç ama hiç fark etmiyor. En çok giden için üzülüyorum, kalanlar için çok zor da olsa hayat bir şekilde devam ediyor çünkü. Özellikle ilk günler çok zor, onda da bizim güzel adetlerimizle ev gelenle gidenle kalabalık oluyor ve geride kalan yalnızlığını en azından ilk günler çok fark etmiyor. Asıl sonrası önemli, el ayak çekilince aranmak istiyor insan. En azından hatırlanmak, bir hatır sorulmak. "İyi misin? Toparlandın mı" diye bir telefon almak... İş, güç, çoluk, çocuk, yoğunluk hepimizin sorunu ama bir telefonla da olsa hatır soramayacak kadar dolu muyuz gerçekten? Bu kadar yoğun muyuz?

Bir de; çok tuhaf ama insanlar o acılarının arasında farkına varmadan arayanın aramayanın, gelenin gelmeyenin hesabını tutuyor, kalbinin ve beyninin bir kenarına kaydediyor hatta. Bu zamanlar insanlar için gerçekleri görme vesilesi sanki. İyi gün dostuyla, kötü gün dostunu ayırma vesilesi oluyor. Kendi kayıplarım sırasında da bekledim aranmayı. Bilinçli olmasa da aramayan arkadaşlarımın isimlerinin yanına bir soru işareti koydum kafamda.

Her şey biz insanlar için. Sevinçler, mutluluklar  kadar acılar, sıkıntılar da. Mutlu zamanlarda görüşmek çok keyifli ve eğlenceli olsa da, zor günlerinde de değer verdiği insanları aramak önemli. Değer vermek sadece en yakın dostlar ya da arkadaşlar için geçerli olmamalı. İş yerinizdeki bir çalışan, mahalledeki bir esnaf, okuldaki velilerden biri...kısaca sizin için birşey ifade eden herkes. Bir mesaj bile bazen yeterli gönül almak için.

Unutmamamız lazım ki, yarın bizim de aranmayı beklediğimiz günler gelebilir. Ve gene unutmamalı ki, sizin aradığınız, yanında olduğunuzu hissettirdikleriniz sizi o gün mutlaka arar! 

14 Kasım 2012 Çarşamba

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 4

Ergenlikle ilgili okuduğunuz her kitapta yazan şeyler aşağı yukarı aynı.
Çocuğunuzu dinleyin, ama yargılamayın.
Anlayışlı olun.
Birey olarak kabul edin.
Arkadaşlarıyla olan ilişkilerine dahil olmayın...gibi.

Bunların hepsi iyi güzel de bunu yapabilmek için ebeveynlere bunları yapabilmek için hangi meditasyon tekniklerinden faydalanmaları gerektiği, hangi marka sakinleştiricinin kullanılacağı filan anlatılmıyor. Asıl anne babalar için ergenlerle başetme teknikleri anlatılıyorsa önce anne baba ruh sağlığı düşünülmeli. Kimse bundan bahsetmiyor, varsa yoksa ergenin ruhunun sağlığı...İyi de ya biz?

"Evdeki çocuğumun içine ne kaçtı?", diyen benim gibi başka ebeveynler de var mı diye düşünüp duruyorum bazen??? Çocuğun huyu suyu tamamen değişti. Sakin, sessiz, sorumlu, düzenli bir çocuk nasıl 180 derece dönebildi? Karşısındakine çata çat laf yetiştirmeyi ne ara öğrendi? Hangi ruh haliyle hep haklı ve en iyi bilen olduğu fikrine kapıldı? Ne ara dağınıklıktan bu kadar mutlu olmaya başladı? Bizi beğenmeyecek kadar kendine güvenmeyi ne zaman başardı?...
Aslında bunlar kitaplarda yazan ve başınıza gelecek hazırlıklı olun diye uyarılan konular; ama bunlarla başetme yöntemleri herkes için aynı değil işte, herkes öyle sabırlı ve anlayılşlı olamayabiliyor...

Geçen hafta İzmir'den bize kalmaya gelen annem bilge bir kadındır. E, ne de olsa üç çocuk büyütmüş. Hem de aralıklı yaşlarda. Tekrar tekrar yaşamış olduğu bu dönemle ilgili sabır diyor, sadece sabır...
Bağırma çocuğa, incitme diyor. Kız ama kızarken bile sakin ol diyor. Ah be annecim, iyi diyorsun da nasıl olacak bu dediklerin?

Son bombamız fan'lık. Bir müzik grubunun fan'ı oldu. Beş delikanlıdan oluşan bir grup bu. Fanlar, kendilerine "One Directioner" diyorlar. Anlaşılacağı üzere grubun adı One Direction. Cd'leri alındı. Posterleri duvarlara yapıştı. Her türlü klipleri, ya da onlarla ilgili bilgiler indirildi, izlendi.Tüm şarkı sözleri ezberlendi.  Haklarında yazan bilimum kitaplar alındı, hatta bir kitap Amerika'ya sipariş edildi. Sürekli bu çocuklardan bahsediliyor. En yakışıklısı kim? Ne yerler, ne içerler? Nereliler, anneleri, babaları kim? (Sanki iç güveysi alacağız.:) Ben bile öğrendim. İnkilap dersindeki konuları bunları bildiği gibi bilmiyor, anlayın artık. Telefonlarda saatlerce arkadaşlarıyla bu konu konuşuluyor. Nasıl tanışabilecekleriyle ilgili hayaller kuruluyor....

 
Tüm bunlar olurken, benim içim içimi kemiriyor! "Eyvah, bu posterler çıkarken duvarın boyaları kalkacak, sınavlar var, hiç çalışmıyor, telefon faturası ne kadar gelecek, kafasını ne kadar boş şeylerle dolduruyor, ödevlerini yaptı mı ki, ya platonik aşık olursa...??? "

Ama bu aralar kızıma karşı sakinim, gerçekten. Gençtir, gelip geçecek diyorum. Düzelecek. Bu çocuğun temeli sağlam diyorum. Bir gün ayakları yere basacak diyorum. Böyle avutuyorum kendimi.

Çok zorda kalırsan "Sabır Allahım, Ya Sabıııır" diye bağırıyorum.....

12 Kasım 2012 Pazartesi

KİRLİ KEDİ :))

Haftasonu şirkette boya badana vardı

Satış ekibimizin yağız delikanlıları el birliğiyle şirketlerini güzelleştirdiler. Elimde bu büyük olayın fotoğrafları mevcut ama karizmalarını daha fazla çizmemek adına yayınlamayacağım:)) Hepsi çok yoruldu ama tertemiz olduk, ellerine kollarına sağlık!

Bir tek kirlenen Pamuk oğlum olmuş. Pazar günü İzmir dönüşü büyük hevesle işyerime görmeye geldiğim bembeyaz kedimin yerinde; gri tüylü, kara suratlı ve kulaklı bir pis kedi vardı!

Nasıl kudurup tozlarda yuvarlandırsa artık, resmen rengi değişmiş...
Bu arada küçük diye midir nedir, pek kendini temizlemiyor bu. Serseri ruhlu da olabilir....Bilmiyorum.

Pazartesi işyerinde biraz ıslak mendille üstten tozunu, kirini temizlemeye çalıştık ama nafile...Pespembe patileri bile siyah olmuş.

Bir de; haftasonları özellikle Pazarları kimseyi görmeyince fazlasıyla daralıp sıkılıyor herhalde, ertesi sabah tüm ilgiyi üzerine istiyor ve kimseyi çalıştırmıyor. Laptopların üzerinde yuvarlanıyor. Paçalardan tırmanıp kucaklara çıkıyor. Bu Pamuk bizi bizden aldı vallahi. Bütün sabah oynayıp oynayıp, en sonunda yorulup bir kenarda uyuya kalıyor. İşte aynen şu şekil:





İtiraf etmeliyim ki, çok yaramaz.Ama bir o kadar da tatlı. Zamanla kendini temizler ve beyaz tüylerine kavuşursa çok daha güzel olacak. Şu anki haliyle adını Duman olarak mı değiştirsem diye de düşünüyorum:))