31 Aralık 2014 Çarşamba

CÜMLETEN GEÇMİŞ OLSUN

Sabah erkenden uyandık gene. Malum yılın son günü de olsa okula, işe gidilecek. Dışarıda inanılmaz bir sessizlik. Her kar yağdığında bunu düşünürüm; ortalık ne kadar sessiz olur sabahları, ne bir kuş sesi, ne köpek havlaması, ne trafik gürültüsü, ne bir çocuk bağırtısı...

Yataktan çıkmak ne kadar zor gelse de, sonrasında demlenen çayın, kızaran ekmeğin evi kaplayan mis kokusu soğuk havada iyi hissettirir insana.

Kızım okula gittikten sonra, biraz TV'de sabah haberlerini izledim. Kahvaltımı ettim, giyindim. Paltomun yakasına pırıltılı çam ağacı broşumu taktım.Senenin ilk karıyla bembeyaz olmuş İstanbul trafiğine attım kendimi.

Arabada giderken de yolda, bitirmek üzere olduğumuz yılı düşündüm. Garip bir yıldı. Kesinlikle iyi hatıralar bırakmadı belki ama, en azından ailem ve benim için sağlıklı geçen, minik mutluluklarla dolu bir yıl oldu.

Ama, 2014 dendiğinde bana bazı radikal kararlar aldıran bir yıl olarak hatırlayacağım sanırım. Bu yıl benim haber seyretmeyi bıraktığım yıl oldu mesela... Yaşanan pek çok felaket ile benim dayanma gücümün sınırlarını zorlayan, acılı bir yıldı. Ümitsizliğin bazı dönemlerde ümide döndüğü, sonra gene kasvet ve iç sıkıntılarının yaşandığı, gençlerin şaşırttığı, politikacıların kışkırttığı, bazen yalan dünyalar içinde çevrilmiş dizi film kıvamında, bazen korku filmi boyutunda, ölümler, doğumlar, evlilikler, boşanmalarla dolu bir yıl...

2014'ü bir an önce geride bırakma derdi içindeyiz. Hepimize bu yılın ardından cümleten gelmiş, geçmiş olsun! Umarım bu dileğim fazla erken olmamıştır, malum daha birkaç saatimiz var 2014'de yaşayacağımız. Gene de yeni yıldan hepimizin bir çok beklentimiz, bir çok ümidimiz var.

Benim de dileklerim, 2015'in önce aileme, dostlarıma ve kendime sevgi dolu, mutlu, sağlıklı, başarılı, bereketli, bol kahkahalı gelmesi yönünde. Herkese sağlık ve keyifli günler diliyorum. 2015'de endişelerimizin azalacağı, kendimizi daha güvende hissedeceğimiz, daha az korkacağımız güzel günler bizim olsun.

Öğleden sonra çook işim var. Sofralar kuracağım, yemekler, mezeler yapacağım. Ailemle güzel bir yeni yıl yemeğine hazırlanacağım. Şampanyamızı geceden soğuttum. Kapının önünde kıracağım narlarımı, yemekten sonra yemek için kestanelerimizi bile hazırladım. 

Son bir geyik yapmadan yazıyı bitiremeyeceğim...

SENEYE GÖRÜŞÜRÜZZZZZZ....

Sevgiyle...

10 Aralık 2014 Çarşamba

BİR ERGENLE YAŞAMAKTAN DAHA ZORU....

Bu aralar düşünüyorum da, bir evde bir ya da birkaç ergenle yaşamaktan daha zoru sanırım, aynı evde bir de menapozlu bir annenin bulunması olsa gerek.

Yani ergenlerin sıkıntıları az çok malumumuz. Hepimiz o dönemlerden geçtik ve aslında neler yaşanabileceği konusuna vakıfız. İşin ilmi, ergenle fazla yüz göz olmadan, aile bütünlüğünü sarsmadan, hatta mümkünse biraz da empati kurarak onu anlamaya çalışmak. Üzerine fazla gitmeden kendi doğrularını bulmasını sağlamak. Onu fazla çaktırmadan geleceğine hazırlamak.

Tabii, bu sağlam ve sağlıklı ebeveynler için geçerli.

Oysa günümüzde, aile kurma kavramı gittikçe ötelendiğinden (eğitim hayatı, kariyer, ekonomik bağımsızlık...) anne baba olma yaşı gecikti ve çevremize baktığımızda pek çok anne ile çocuğun arasındaki yaş farkının fazla olduğunu görebiliyoruz. Bu da demek oluyor ki, çocuklar 13-14 yaşlarına gelip, ergenlikte tavan yaptıklarında, anneleri de kırkları aşmış ve menopoz ya da pre-menopoz sıkıntılarını yaşamaya başlamış oluyorlar.


Bu gibi durumlarda, anne zaten patlamaya hazır bir bomba halinde ve farklı hormonal değişimler yaşarken, evdeki ergenin hormonlarındaki değişime anlayış gösterme gibi bir yetiye sahip olamayabiliyor. Aslında son derece hassas bir dönem yaşayan ergen ve anne; birbirlerinden anlayış, yardım ve hoş görü beklerken, karşılığında sonu gelmeyen çatışmalar, sinir harpleri, ve göz yaşları ile ıslanmış bir dönem yaşanabiliyor. Tabii ki, böyle bir yapıya sahip bir yuvada da ne huzur, ne de mutluluk kalmayabiliyor. Hem ergen, hem anne, hem de iki arada bir derede kalmış baba için çok zor bir hayat. Üstelikte bu dönem öyle bir iki yılda atlatılacak bir dönem değil. Biraz uzun sürüyor.

Çözüm ne derseniz...Aslında bilmiyorum.

Çok gerçekçi olup olmadığını bilemesem de, bir öneri sunabilirim; mümkünse çok geç yaşta çocuk sahibi olmayın. Hem kendiniz, hem de çocuğunuz için aslında doğru olan bu. Yani yirmili yaşların ortaları ve sonları çocuk sahibi olmak için doğru zamanlar. Gerçekçi bir öneri mi? Onu da bilmiyorum. Tabii ki, kişisel öncelikler, aile kurma yaşının gecikmesi, çocuğa iyi bir gelecek hazırlama tasaları gibi realiteler olduğu sürece bu dediğim pek gerçekçi değil. Ama inanın, anne ve ergen sağlığı için aslında olması gereken bu.
Anlayışlı büyükanne - büyükbaba hikayesindeki sonsuz anlayış ve sabır, yaşı ilerlemiş ebeveynler için geçerli değil maalesef. Çünkü büyükler, gerçek sorumluluğu taşımıyor, endişeleri ise bir yere kadar, sonuçta bahis konusu ergen, kendi çocuğu değil. Tüm sorumluluk onların omuzlarında da değil. Oysa yaşı ilerlemiş ebeveynler, ergene dair her türlü endişe, kaygı yanında, o ergeni anlayıp tanımaya ve empati kurmaya uğraşırken, bir de kendi sistemlerindeki değişimlerle başa çıkmaya uğraşıyorlar.

Ama diyelim ki, yapacak bir şey yok, evdeki durum bu raddede. İşte o zaman, sanırım anne kendine ergenle fazla yüz göz olmamak için oyalanacağı bir şeyler bulmalı. Hem kendi değişimini rahatça yaşamalı, hem de ergene biraz nefes aldırmalı. Bu dönemi yaşamış bir Profesör arkadaşım derdi ki, "Görmeyeceksin, duymayacaksın, hatta söylenmeyeceksin. Çocuğunun kapısını kapat, sen de evdeki en uzak odaya kaç. Meditasyon mu yaparsın, kadın programı mı seyredersin... Ona da sen karar ver."
Belki de hiç detaya girmeden çocuğunuzun düşmesine, yaralar almasına, o yaralardan öğrenmesine imkan vermek gerekiyor. Fazla korumacı olmamak gibi. Bizim kültürümüz için pek kolay olmayan bir yaklaşım. Ama bu tavır eminim ki, ergeninizle aranızdaki gerilimi azaltacaktır. Tabii uygulayabilene...

Doğru bildiğim ve savunacağım tek bir şey var; o da çocuğunuza koşulsuz sevgi vermenin önemi. Bunu o daha küçücükken aslında sürekli uyguladık. Yaramazlıklarına, hatalarına sabırla anlayış gösterdik. Kendi gelişimiyle ve "ben artık büyüdüm beni rahat bırakın" halleriyle zaten, bizim de onlardan büyük insan halleri beklentimiz gelişti.
Bırakalım o kendince büyüsün, bize ihtiyacı olduğunda gelebileceğini, aynı sevgiyle onu karşılayacağımızı bilsin yeter. Bu arada biz de biraz kendimize dönelim, kendi hayatımızın da akıp gittiğini ve bir daha asla geri gelmeyeceğini unutmadan yaşayalım, hele de yaşımız biraz ilerlediyse...

Çocuğu ergen olan her yaştaki annelere kolaylıklar diliyorum. Allah yardımcımız olsun!

Sevgiyle...


*Not: Görseller hürriyet.com.tr ve pudra.com sitelerinden alınmıştır.

8 Aralık 2014 Pazartesi

KIRKLI YAŞLAR

Orta yaşa gelip 40'lı yaşları telaffuz etmeye başlayalı bir kaç yıl oldu. 

Bence 40 yaş insan hayatında bir dönüm noktası. O yaşa kadar (eğer şanslıysan) çok fazla üzülüp, sıkılmadan,  hayat gailesi ile zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadan, sallan yuvarlan bir dönem geçiriyorsun. Çocukluk, oyunlar, öğrenim hayatı, arkadaşlıklar, ilk aşklar, ergenlik buhranları, üniversite yılları, gerçek aşklar, kalp kırıkları, iş hayatı, para kazanma, yuva kurma, çocuklar, kariyer,  çocukların hastalıkları, okulları, orta yaş... Öyle bir döngü ki, nasıl olduğunu anlayamadan bir de bakıyorsun ki, yıllar geçmiş, yaşın, eskiden annenin arkadaşlarına "teyze" dediğin yaşa gelmiş.

40 yaş özellikle biz kadınlar için zor bir yaş. Bir sabah kalktığında aynada sana bakan kadının göz altlarındaki torbaları ilk fark ettiğin, kitap okurken kollarını gittikçe daha ileri uzattığın, vücudundaki inanılmaz değişimi görmezden geldiğin, daha sık diyet yapmaya çalışıp, daha fazla başarısız olduğun, tahammül sınırlarının azaldığı, endişelerinin arttığı, sevdiklerini kaybetme korkusunun ise tavan yaptığı, tüm sisteminin değişip, tepe taklak olduğu bir dönem. Üstelikte, tüm bu değişimleri yaşarken kalbin hala 18 ile 20 yaş arasında bir yerde takılıp kalmış oluyor. 

Lise arkadaşlarımla çok sık olamasa da, senede bir kaç kere bir araya geliyoruz. Sohbet hep aynı. Önce hala aynı olduğumuzdan, hiç değişmediğimizden bahsediyoruz. Sonra okul anıları, kahkahalar, dedikodular geliyor. Ancak  son bir kaç yıldır bu sohbetlere farklı konular dahil olmaya başladı, sağlıklı yaşam önerileri, estetik kaygılar, çantalardan çıkan yakın gözlükleri, gelecek kaygıları, hastalık ve malesef ölüm haberleri... Aynı durum çevremde, benim yaşıma yakın tüm arkadaşlarımda böyle. Bu arada hepimizde bir yaşlanma endişesi var, çünkü vücudumuzla kalbimiz aynı hızla eskimiyor. Kendimizi hep daha güzel, hala(!) güzel görmek, hissetmek peşindeyiz. Bunun için spor salonlarında, estetik merkezlerinde, diyetisyenlerde bolca vakit geçirir olduk. Oysa, yavaş yavaş daha önemli şeylerin farkına varmalıyız. Bu yaşlarda sağlığımızın çok daha önemli olduğunu görmeliyiz. Kendimize dikkat etmeliyiz. Yahu Monica Belluci bile 50 yaşına geldi ve hala bu kadar güzel ve sağlıklıysa, biz niye olmayalım, değil mi??? (Örnek biraz iddialı mı oldu, ne?) 


Daha dün yaşıtım iki arkadaşımın hastalık haberlerini aldım. Çok üzüldüm, her ikisinin de çocukları var ve daha önlerinde uzun bir yol var. Umarım ikisi de atlatacak, çünkü ikisi de güçlü kadınlar. Malesef kanser belası artık neredeyse her eve giriyor ve her hayatı etkiliyor. Bu nedenle bir kez daha rutin kontrolleri aksatmamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlamak lazım. Böyle haberler alınca günlük sıkıntıların, üzüntülerin ne kadar boş olduğunu da fark ediyor insan, ama ne kadar boş vereceğim dese de mümkün değil, hayat devam ediyor ve rutine dönülüyor. 

2015 için büyük kararlarım, büyük beklentilerim yok. En çok sağlık diliyorum. Hem kendime, hem de çevremdeki tüm sevdiklerime. 40'lı yaşları keyifle, en az hasarla kapatıp, 50'leri, 60'ları, 70'leri.... görmek, sağlıkla her yaşı yaşamak istiyorum. Yakın gözlüklerimle mutluyum, aldığım kilolarla barıştım (daha fazla almamak şartıyla), hatta kızımın arkadaşları "teyze" deyince bile artık içim fazla burkulmuyor. Güzel ve sağlıklı yaşlanmak istiyorum. Arkamdan, "Ne hoş bir hanım, ne kadar bakımlı" densin. Yani fazla bir şey istemiyorum. 

Sevgiyle...



6 Aralık 2014 Cumartesi

"DUBAİ" BÜYÜK HAYALLER

Seneler önce Las Vegas'a gittiğimde ne hissetiysem geçen hafta Dubai'yi gördüğümde de aynı şeyleri hissettim. "Büyük düşünmek, büyük hayaller kurmak böyle bir şey olsa gerek..."

Adamlar yapmış. 
Çölden bir vaha, bir cennet yaratmış. Tabii, para çok! Gelir petrol geliri olunca, büyük hayaller kurmak, sonra da bunları gerçekleştirmek kolay.
Ama... Her zengin ülke böyle mi? Hele ki İslam devletleri?
Neyse anlayacağınız üzere, ben inanılmaz etkilendim. Hatta, ben burada yaşarım diye düşünecek kadar...


Dubai, Birleşik Arap Emirliklerinin yedi emirliğinden biri. Parlamenter Monarşi ile yönetilen ve başında şeyh Muhammed bin Raşid E Makdum var. 4115 km2lik yüzölçümü ve yaklaşık 2.200.000 nüfusu var. Nüfus sadece %17 si yerli halk. Gerisi büyük çoğunlukla Hintliler, Pakistanlılar, Bangladeşliler gibi başka ülke vatandaşlarından oluşuyor. Zaten yerli halk petrol zengini olduğundan çalışmıyor, ve tüm hizmet sektörü diğer ülke vatandaşları tarafından yürütülüyor. Ülkede yaklaşık %6 civarında batılı ülke vatandaşları yaşıyor. Bunların pekçoğu ex-pad olarak batılı şirketlerde çalışan yabancılar.  Almanlar, Amerikalılar, Türkler, İngilizler, kuzey Avrupalılar batılı şirketlerin ortadoğu merkezi olarak kullandığı Dubai'de dönemsel olarak çalışmaya geliyor. Ayrıca restaurant ve barlarda İngiliz ve Amerikalı gençler çalışıyor. Ülkede birinci lisan adeta İngilizce. Her tabelada önce Arapça, sonra İngilizce yazıyor.


Dubai'de vergi yok. Maaşlar yüksek. Ancak yeme içme inanılmaz pahalı. Arap restaurantları hariç uluslararası mutfakları temsil eden restaurantlarda alkol satışı var.  İyi bir yerde yediğiniz yemek, İstanbul'daki en pahalı restaurantda vereceğiniz hesabın euro karşılığına denk geliyor. Yani neredeyse Türkiye'de ödeyeceğinizin üç katı gibi hesap ödüyorsunuz. Buna rağmen her yer tıklım tıkış dolu. Seyahatinizi planlarken yemek yemeyi düşündüğünüz restaurantlara rezervasyon yaptırmanızda fayda var. Yoksa yer bulmanız çok zor olabiliyor.

Bizim orada bulunduğumuz hafta, sıcaklık 25-26 derece civarında idi. Uzun zaman çöl sıcaklarının hakim olduğu bir ülke için ideal bir zaman. Aralık ayında denize girme keyfini yaşadık, bol bol güneşlendik. Plajlar hem yerli halka, hem yabancılara açık. Öyle ki, peçeli kadınlar ve bikinili yabancılar aynı plajı kullanıyor ve kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Bir kişi de yan gözle bakıp sizi rahatsız etmiyor. 

Erkeklerin milli giysisi "kandura" denilen beyaz entari ve başta tipik arap örtüleri. Beni en çok şaşırtan bu giysilerin beyazlığı oldu. Adamlara gidip, hangi deterjanı kullandıklarını sorasım geldi. Kadınlar boyundan bileğe kadar inen "abiye" adı verilen pardesü tarzı giysiler giyiyorlar. Başları da son derce şık bir şekilde bağlı. Bazıları sadece gözlerini açıkta bırakan peçeler takıyor, bazılarının ise saçları tamamen açık. Neye göre giyindiklerini pek anlayamadım ama, görüntüde rahatsız edecek bir durum yok. Kadınların göz makyajları inanılmaz, ayrıca neredeyse tamamında son derece pahalı çantalar var. Giydikleri "abiye"lerin tasarım olanları varmış ve müthiş pahalı olurmuş, bunu da öğrendik. Bir de dediğim gibi, kimse kimseyi gözleriyle rahatsız etmiyor. Gençler minili, şortlu yabancı kızlara en ufak bir tacizde bulunmuyor. 
Ben bu durumu son derece şaşırtıcı ve medeni buldum!
Hele de bizim ülkemizde neredeyse her yıl taksim meydanında yılbaşı geceleri yaşanan korkunç tacizleri düşününce....

Bir de, dün bizim medyada yer alan turizm liselerinde öğrencilerin kokteyl hazırlama, ya da alkollü içki servisi yapma derslerinin kaldırılacağı haberini duyduğumda inanamadım, Dubai'de turizm sektöründe alkol tamamen serbest. Özellikle otellerin barlarında muhteşem kokteyler hazırlanıyor. En pahalı şaraplar servis ediliyor. Turiste cazip gelecek her türlü imkan var. Adamlar paranın nereden geleceğini biliyor ve bu konularda da son derece serbest davranıyorlar. 



Dediğim gibi Dubai aslında bir çöl. Ancak bu çölde damla sulama sistemiyle dev parklar, bahçeler, golf sahaları yaratılmış. İnşaat sektörü yüksek binalarla gelişmiş. Bir de turistlerin ilgisini çekecek yapılara öncelik verilmiş. Yıllar önce yapılan deniz kenarındaki yelken şeklindeki Burj el Arab, dünyanın en yüksek insan yapımı binası olan Burj Khalifa, Venedik'i andıran Dubai Marina, denizin içine inşa edilen The Palm, dünyanın en büyük akvaryumu, muhteşem alışveriş merkezlerinin tamamı Avrupalı zengin turistleri ülkeye çekmek için planlı düşünülüp yapılmış değerler. Otantik pazarlar, çöl safarileri... Herşey son derece etkileyici. 


Bizim yöneticilerimizin, Dubai'nin sadece yüksek yapılaşmasını örnek aldıklarını düşünüyorum. Adamların ülkeyi yeşil yapma çabalarının binde biri bizde yok malesef. Biz olan ağaçları kesip, ülkemizi çölleştirirken adamlar çölden bir vaha yaratma derdinde! 

Bir de dikkatimi ülkedeki camiler çekti. Gayet modern ve makul ölçülerde camiler yapmışlar. Öyle her köşe başında bir cami yok. Kesinlikle gözü yormayan, hafif arap esintileri ile süslü, hatta çok dikkat etmezseniz fazla fark etmeyeceğiniz ebatlarda camiler. En büyük camilerden biri Jumeirah Camii, çok etkileyici. Bu arada, alışveriş merkezlerinin içinde namaz saatlerinde ezan da okunuyor ancak, adeta ilahi gibi, insanı etkileyen bir tonalite ile, aşırıya kaçmadan.


Ülkede yerli halka ve yabancılara yönelik davalara bakan farklı mahkemeler varmış. Cezalar çok yüksek olduğundan, kimse suç işlemeye niyetlenmiyormuş. Gelir seviyeleri de yüksek olunca hırsızlık, kapkaç gibi basit suçlar bile görülmüyormuş. Dolayısyla, dünyanın en güvenli ülkelerinden biri olma özelliği ile de son derece cazip. Kimse arabasının, evinin kapısını bile kilitlemiyor. 

Bizim orada olduğumuz tarihte 2 Aralık günü bağımsızlık günlerini kutladılar. 2 Aralık 1971'de İngiltere'den bağımsızlıklarını ilan etmişler. Nasıl bir tantana, nasıl bir kutlama... Yerli halk için 3 günlük bir tatil vardı. Herkes, çoluk çocuk sokaklardaydı. Her yerde müzikler, danslar, kutlamalar yapıldı. Arabalar Birleşik Arap Emirliklerinin yedi emirinin resimleri ve bayraklarla giydirilmiş, tüm şehir bayraklarla süslenmişti. Gerçekten görülmeye değer bir coşkuydu. Gene hiçbir taşkınlık olmadan, ama büyük bir tantana ile kutlamalarını yaptılar.

5 günlük harika bir seyahat oldu benim için. Dubai ile ilgili beklentimin kat be kat üstünde keyif aldım. Tabii, bu arada çok doğru bir zamanda orada olduğumuzu da belirtmeliyim. Biz Aralık ayında 25-26 derecelerde bir hava sıcaklığı ile terlemeden gezdik, dolaştık, her gün keyifle denize girdik. Akşamları arada üzerimize bir şal ya da ceket aldık. Nisan - Ekim ayları arasında hava sıcaklığının dayanılmaz olduğunu da belirtmekte fayda var. Değil sokakta dolaşmak, denize girmek bile mümkün olmayabiliyormuş. Deniz suyu sıcaklığının 28 derecelere ulaştığını söylediler. O yüzden, gideceğiniz tarihi doğru seçmek, Dubai'den alacağınız keyfi arttıracaktır.

Benim önerim, özellikle Atlantis Otel içindeki Aquaventure su parkı, Aquarium, dünyanın en yüksek insan yapımı binası Burj Khalifa, dünyanın en büyük alışveriş merkezi Dubai Mall, muhteşem müzikli su şovları ile Fountains, Dubai Marina, harika Burj al Arab manzarası ile Bahri Bar ve dünya standartlarında enfes şaraplar ve yemekler yiyeceğiniz restaurantları (Rivington Grill, Pai Thai, Nobu...) ile Dubai'yi henüz görmedinizse mutlaka gitmeniz yönünde olacak. 
Bakalım siz de benim kadar etkilenecek misiniz?...

Sevgiyle...

17 Kasım 2014 Pazartesi

REAKTİF HİPOGLİSEMİ NEDİR?

Ben bir tıp doktoru ya da diyetisyen değilim. Ancak yaşadığım bir tecrübe üzerine bu yazıyı yazma gereği duydum. Bence herkesin dikkat etmesi gereken, çok bilmediğimiz bir sorun yaşamakta olduğumdan yazdım.

Malumunuz üzere aşure ayındayız. Bir iki haftadır, çok tatlı yemeye alışık olmayan ben; hem kendi yaptığım, hem de konu komşudan gelen aşurelerden azar azar da olsa yedim. Bir şekilde bünyemin çok alışık olmadığı bir durum yarattım sanırım. Son olarak da geçen hafta iş yerimde daha önce başıma gelmemiş, farklı bir deneyim yaşadım.



Sabah her günkü basit sabah kahvaltımı ettikten sonra, öğlen yemeğinde, pirinç çorbası, fırında tavuk ve patates, yoğurt ve üzerine de bir kase aşure yedim. Son lokmayı ağzıma atmamla beraber, müthiş bir baş dönmesi ve mide bulantısı ile masada kalakaldım. Baktım duramayacağım, "Ben fenayım, odama geçiyim" deyip, odamdaki koltukta bayılayazdım (kelime gerçekten bu, bayılmadım ama gözlerim karardı, bir an kendimden geçer gibi oldum). İş yerindeki arkadaşlarım çok telaşlanmışlar, rengim solmuş, göz kapaklarım şişmiş, kolonya ile bileklerimi filan ovalamışlar. Sonra da apar topar bir hastanenin aciline attılar beni. Tansiyonum normal çıktı fakat şekerim 172 ölçüldü.

Ertesi gün acilen bir endokrinoloğa başvurdum. Durumumu anlattım. Bir sonraki sabah aç karnına hemen tahliller yapıldı. Açlık, tokluk bakıldı. Sonuçlar inanılmaz normal. Acayip hiç bir şey yok. Doktorum durumu şöyle izah etti. "Sizde reaktif hipoglisemi var, şu an için vücudunuz karbonhidratlara tepki veriyor. Şeker hastası değilsiniz, ancak şeker hastalığına adaysınız!"

Korktum tabii. Üstelik ara sıra kaçamaklar yapsam da düzgün ve düzenli beslendiğime inanırken... Hemen araştırmaya başladım.

Reaktif hipoglisemi ile ilgili pek çok doküman ve makale okudum.

Aslında birçoğumuzun yakındığı, yemeklerden sonra yaşanan halsizlik, gün içinde nedensiz sinirlilik halleri, odaklanamama, dikkat dağınıklığı, uyku hali, baş ağrısı, ani şeker krizleri, anksiyete gibi belirtilerle kendini gösteren; günlük yaşamımızı ve sosyal ilişkilerimizi olumsuz etkileyen; yenilen gıdaların miktar ve niteliklerine bağlı olarak kandaki insülin düzeyinde ani yükselmelerin yaşanmasına verilen isim "reaktif hipoglisemi".  Bu belirtilerin neredeyse tamamına sahip olduğum için, bundan sonra ne yapmam lazım kısmına odaklandım.

Öncelikle tüm yazılanlarda, yavaş yemek , ara öğünleri atlamamak konusu vurgulanmış. Az ve sık aralıklarla yemek yemenin önemli olduğu konusu aslında pekçok diyette zaten uyulması gereken bir kural. Beslenme diyetinden karbonhidratları tamamen çıkarmak olası olmadığı için kompleks karbonhidratları yeter miktar yemek, glisemik endeksi düşük gıdaları tercih etmek gerekiyor. Bu besinlerin neler olduklarını internetten bulmak çok kolay. Beyaz unlu, rafine şekerli ve nişastalı gıdalardan kaçınmak lazım. Çay, kahve, kolalı içecekler ve meşrubatlar azaltılması gereken unsurlar. Alkol alımı (maalesef)  insülinin ani yükselmesinin en önemli sebeplerinden biri.Gün içinde bol sıvı alımı (su içerek) oldukça önemli. İçilen meyve suları ya da çay kahve ile alınan sıvı miktarı su içmeye  eş değer değil.   *

İnsanlık tarihinde yaradılışımızla beraber sistemimizin kurgulandığı bir beslenme düzeni var. Bu düzende hani bir dönem çok konuşulan "Taş Devri Diyeti" gibi işlenmemiş gıdalara alışık sistemimiz. Aslında yapabilsek her şeyin doğalını, işlenmemiş olanını tüketmemiz lazım. Tabii ki, bu zamanda bu çok olası bir şey değil. Ama, en azından rafine şekerden, tatlılardan, hazır meyve sularından, meşrubatlardan, hazır gıdalardan uzak durarak kendimizi korumamız lazım.

Ve tabii, spor... Özellikle her doktorun mutlaka ama mutlaka vurguladığı olmazsa olmazı, spor. Günde yarım saat bile olsa, tempolu bir yürüyüş yeterli aslında. Ama maalesef her zaman en yapılamayan, zaman ayrılamayan, üşenilen de spor. Bizim çocukluktan edinmediğimiz ve yerleşmemiş bir alışkanlık olduğu için hep yok saymaya meyilliyiz. Ama kendimizi düzeltmeli, ve bu konuda eğitmeliyiz.

Son olarak Allah çözümsüz dert vermesin demek istiyorum. Ben okuduklarımdan hareketle beslenmeme daha fazla dikkat etmeye ve denemeye başladım.
Sizde de bu belirtiler varsa, bir kan tahlili yaptırmanızı ve bir endokrinoloğa görünmenizi öneririm.

Sevgiyle...

* Bu resim "parksima.com.tr" adresinden alınmıştır.

30 Ekim 2014 Perşembe

SAKIZLI MUHALLEBİ

Bizim evdeki ergen, 7-8 yaşına gelene dek ağzına beyaz hiçbir şey sürmedi. Yani peynir, süt, yoğurt ve türevi her şeyi reddetti. Minnacık bebekti, her yoğurt yedirmeye çslıştığımda suratıma püskürürdü. Sonra yavaş yavaş yemeye başladı ama, hiç bir zaman çok fanatik bir sütsever filan olmadı. Bu hafta sınav haftası ve her gün ikişer sınava giriyor. Gayretle çalışıyor, ben de onun isteklerine daha fazla özen gösteriyorum. İşte bu nedenle, bugün ders çalışmak için kapandığı odasından çıkıp, ben sakızlı muhallebi istiyorum dediğinde hiç ikiletmeden ocağın başına geçtim.

Sakızlı muhallebinin bende bir ölçüsü yok. Biraz göz kararı yapıyorum. Bugün yaparken azıcık ölçülü yapayım ki, burada yazmam kolay olsun diye biraz dikkat ettim.
Bir de bu yaz Midilli'den aldığım damla sakızlarını ilk kez kullanacak olmak hoşuma gitti. Çok basit olmakla beraber son derece lezzetli bir Ege tarifi daha diyorum veee....

Malzemeler:
1litre +1 bardak süt
5 kaşık tepeleme un
1,5 bardak şeker
3-4 adet damla sakızı
1 kaşık margarin
Üzerini süslemek için tarçın

Yapılışı: Damla sakızlarını havanda döverek toz haline getirin. Sütü tencereye koyun, içine şekeri ve unu da ekleyip, sürekli karıştırarak pişirin. Süt iyice ısınınca önce damla sakızını, sonra kaynamaya başlayınca margarini ekleyin. Kaynadıktan sonra da altını kısıp yaklaşık on dakika daha karıştırarak kıvamının koyulmasını sağlayın. Muhallebiyi ateşten alıp, kaselere paylaştırın. Üzerlerini tarçınla süsleyin.
Afiyet olsun.


Sevgiyle...


16 Ekim 2014 Perşembe

KARARSIZLIK KABUSU

Uzun zamandır "Ergen Annesi" yazılarına ara vermiştim. Yazacak çok şey var da, işte kızımı ha bire ortaya konu edip, fazla rencide etmek istemiyordum. Ancak, bazen kendi kendime içinden çıkamadığım ve patlayacak kadar dolduğumda, yazmak benim için en iyi ifade şekli olabiliyor.

Artık evde 15 yaşında bir ergenle yaşıyoruz. Zor mu, evet kesinlikle! Aşırı duygusallık, laflarınıza göz devirmeler, hafif çaplı sinir patlamaları, kapı çarpmaları, aşırı hızlı konuşma, odalara kapanma... Son bir yıl içinde evimizde konuşulan en önemli mevzular, sivilce tedavisi, saç bakımı, selfie, arkadaşlar, hafta sonu programları, telefon, telefon, telefon.... Artık ödev, ders, okul... gibi lüzumsuz kelime israfımız bitti. Ne hoş! Oysa okul, MEB ve aile üçlemesi olarak bizler; üniversite, hazırlanma filan gibi boş ve sebepsiz beklentiler içindeyiz. Erken diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zaman öyle hızlı geçiyor ve öncelikle bir karar verme süreci var ki, işin asıl o aşaması zor. Tabii, bu benim ergen için geçerli bir durum. Genele yaymam mümkün değil.

Bazı gençler var ki, ne okumak istediğine, nerede okumak istediğine dair gayet ciddi kararlar alıp bu doğrultuda ilerleyebiliyor. Bunun için hangi yolu izleyeceğine, hangi kurslara gitmesi gerektiğine, hangi sosyal aktiviteleri yapması gerektiğine şimdiden karar verebiliyor. Bunlar kolay olanlar ergenler. Ebeveyn için burada imkanları dahilinde çocuğun önünü açmak ve ona hedefe ulaşmasında yardımcı olmak kısmı kalıyor. Bazısı da benim kızım gibi, o kadar kararsız ki, her bir söylenenden, her duyduğundan, her arkadaşının fikrinden etkilenip gün be gün karar değiştiriyor. İşte bununla uğraşmak çok zor. Üstelik, benim kızımın kararsızlığı her konuda tavan yapmış durumda.

Yeni yaşadığımız bir örneği paylaşarak durumu açıklamaya çalışayım.
Kızım 6 sene piyano çaldıktan sonra, 8. sınıfta yani 12 yaşında ben artık istemiyorum deyip (son derece kararlı olarak), piyanoyu bıraktı. O kadar ki, evdeki piyanoyu bile görmek, odasında tutmak istemeyip, yazlığa yollattı. O dönem, zorla olacak iş değil deyip destek verdim. Sonra bu sene tekrar bir müzik aleti çalmak istedi ve  gitar dersi almak istediğini söyledi. Evimize yakın diye Tan Sağtürk Akademiye gittiğimizde, kızım Piyano geçmişinden bahsedince, onca emeği yakmaması gerektiği yönünde yöneticilerin ikna etmesiyle piyanoya devam kararı alarak çıktı. Eve geldiğimizde, "emin misin kızım" diye sorma gereği duydum."Evet, sıfırdan başlayacağıma devam edeyim, daha iyi olur" dedi. Süper, doğru karar! Aradan iki gün geçti, piyano hocasıyla tanışmaya gittik, hoca, "iki yıl ara vermişsin, sıfırdan başlamak gibi olacak, ama sonra hatırlarsın" diye bir cümle kullanmış. Bunun üzerine, eve geldiğimizde, "ben sıfırdan başlayacaksam o zaman gitara başlayayım" diye karar değiştirdi. Emin misin, diye sordum tabii tekrar. Cevap "evet, kesinlikle". Birkaç gün sonra tekrar görüşmeye gittik ve ben son durumu açıkladım. Akademi yöneticisi, hocanın programını ayarladığını ama değiştirebileceğini söylediğinde, Kızımın, "Ama ben daha tam karar vermedim ki.." cevabıyla delirecek raddeye geldiğimi itiraf etmeliyim. Yani hem kendini hem beni düşürdüğü durum inanılmaz. Sanki oyun oynuyoruz. Çok mahcup hissediyorum, ama Allah'tan hep bu yaş grubu ile çalıştıklarından alışkın görünüyorlar. Sonuç: Henüz net bir karar yok, pazartesi piyano dersine gidip bir deneyecek, hoşuna gitmezse, gitara başlayacak...

İşte böyle, son zamanlarda her konuda aynı durum söz konusu. Ne giyilecek, saç nasıl yapılacak, hangi film seyredilecek, ne yenilecek???? Sürekli bir karar değiştirme, karar verememe hali. Daha da fenası sürekli bana da fikir soruyor, ama bir fikir söylediğimde de ya beğenmiyor, ya da tam tersini yapıyor. E, be çocuğum, sorma o zaman!

Bu durumla nasıl baş edebileceğimi, onu nasıl yönlendirmem gerektiğini de doğrusu çözemiyorum. Genellikle kendi kararını alsın diye fikir belirtmemeye çalışıyorum, ama bazen o kadar çaresiz kalmış gibi hissettiriyor ki... Nadiren de olsa, onun adına karar almak, ya da yönlendirmek zorunda kalabiliyorum. O zaman da istemediği bir sonuçla karşılaştığında benim yüzümden olduğu şeklinde eleştirebiliyor. Bayağı bir kısır döngü.

Kızımın minik bir lokum parçası olduğu, tek derdimizin sık tekrarlanan kulak enfeksiyonları ve yemek yememesi olduğu günleri öyle çok özlüyorum ki...
Gene de her zaman Allah onu bize bağışlasın, hep iyi, mutlu ve sağlıklı günlerini görelim diye dua ediyorum.

Sevgiyle...

11 Ekim 2014 Cumartesi

ŞARAP, PEYNİR, DOĞUMGÜNÜ.. "ISPANAKLI KİŞ"

Dün akşam kızlar partisi yaptık. Eşim seyahatte olunca ben de kız arkadaşlarımı şarap, peynir gecesine davet ettim. Tabii ki sadece peynir olmaz deyip ufak tefek ilaveler yaptım.
Bir arkadaşımızın da doğumgününe denk gelince, çok keyifli bir akşam geçirdik. Sohbet, muhabbet, dedikodu, kahkaha... Harika şaraplar... Bu aralar yaşadığımız karanlık ortamı birazcık da olsa renklendirdik diye düşünüyorum.


Yukarıdaki fotoğrafı, arkadaşlarımın ısrarı ile çektim. Malesef ilk bir kaç tabak alınmış ve görüntü biraz bozulmuştu ama özellikle kiş çok beğenilince mutlaka blog'da paylaşmalısın ısrarlarına dayanamadım. Kiş tarifini birazdan yazacağım. Ama ondan önce menüyü bir sayayım. 
Peynir tabağı ve organik krakerler
Ispanaklı kiş
Salatalık bilezikli salamlar
Acılı peynir dolgulu cherry domatesler
Patates salatası
Kıymalı börek
Cips ve çerezler
Son olarak tadımlık supangleler.
Ha bir de sonradan arkadaşlarımdan birinin getirdiği mozerallalı proschitto ve peynir tabağı ile gene bir diğer arkadaşımın el emeği limonlu cheese cake resimde yok. Ama tadları muhteşemdi.

Biz bu akşam Mahra Kalecik Karası & Syrah içtik. Keyiflendik. Gerçekten de son günlerde içimize yerleşen sıkıntılardan az da olsa uzaklaştık.


Ispanaklı ve Pastırmalı Kiş
Hamuru için malzemeler: 
150 gr. oda sıcaklığında margarin
200 gr. Un (elenmiş)
1 yumurta
4-5 kaşık buzlu su
1 çimdik tuz

Tüm malzemeyi iyice yoğuruyoruz. Elimize az yapışır hale gelince bir folyoya sarıp buzdolabında yaklaşık 1 saat kadar bekletiyoruz.

İç malzemesi:
Yaşlaşık 2 demet ıspanağın yaprakları
1 soğan
7-8 dilim pastırma
7-8 adet mantar
200 gr.kadar kaşar rande
2 yumurta 
1 paket krema
Tuz karabiber kırmızı pul biber
Zeytinyağ

Hamur buzdolabında dinlenirken içini hazırlıyorum. Ispanak yapraklarını güzelce yıkayıp fazla suyunu kağıt havlu ile alıyorum ve ince ince doğruyorum. Soğanı yemeklik kesiyorum. Zeytinyağını bir tavaya koyup, soğanlarımı hafif pembeleştiriyorum. İçine ıspanaklarımı ekleyip, ikisini bir kavuruyorum. Ispanaklar suyunu çekince, içine ince kestiğim pastırmaları ekliyorum. Biraz daha pişince, bu sefer dörde beşe böldüğüm mantarları ilave ediyorum ve mantarlar bıraktıkları suyu çekene kadar ateşte çeviriyorum. Tuzunu, karabiberine ve biraz lezzet vermesi için acı kırmızı pul biberi ekliyorum. Ateşten alıp ılınması için kenarda bekletiyorum.

Hamurumu dolaptan çıkarıp tart kalıbına elimle bastırarak yayıyorum. Kenarlarını yukarı doğru kaldırıyorum. Hamurun üzerine hazırladığım iç malzemeyi güzelce yayıyorum. Üzerine kaşar rendeyi serpip, en üste de iki yumurta ile çırptığım krema karışımını döküyorum.

Önceden 180 dereceye ısıttığım fırında üzeri güzelce kızarana dek pişiriyorum.

Bu tarifi bugüne kadar kime yaptıysam herkes bayıldı. Gerçekten hem kolay hem de çok lezzetli. Denemenizi mutlaka öneririm.
Afiyet olsun.

Sevgiyle...



16 Eylül 2014 Salı

EĞİTİM ŞART ama nasıl?

Okullar resmi olarak dün açıldı. Vatana millete hayırlı olsun.

Sosyal medyada, çocuğu ilk kez bu yıl okula başlayan arkadaşlarımın heyecan ve mutluluğuna imrenerek bakıyorum.
Umarım onların çocuklarının okul hayatları çok daha düzenli, sorunsuz ve sistemli olur.

Benim kızım bu yıl onuncu sınıfa başladı. Onuncu sınıf, yani bizim anladığımız dilde, lise iki oldu. Kızımın okulu açılalı iki buçuk hafta oluyor bu arada. Özel bir okulda okuduğu için ara tatiller nedeniyle her zaman okulumuz herkesten erken açılır ve geç kapanır. Yani benim kızım çoktan ödev yapmaya, derslerine çalışmaya hatta küçük sınavlar olmaya başladı bile.

On yıllık bir veli olarak, pek çok farklı Milli Eğitim Bakanı ve onların sürekli değişen sistemlerine tanık oldum. Bir kısmı teğet geçerken, bir kısmından benim kızım da etkilendi. Okula başlama yaşı 5'e kadar düştü, ertesi yıl olmadı tekar 6'ya yükseldi. Ana sınıfı zorunlu hale geldi. Lise üç seneden dört seneye çıktı. İlköğretim 8 yılken, 4+4+4 diye bir düzenleme yapıldı. İlköğretim okulları hiç bir ön hazırlık yapılmadan ilkokul, ortaokul diye bölündü. Öyle ki, tek bina içinde paravanlar çekilip düzenlemeler yapıldı. Lisede branşlaşma onuncu sınıftan on birinci sınıfa kaydırıldı. Sınav düzenleri her yıl değişti. SBS, LGS, Teog... Ben artık hangisi uygulanıyor, bu kısaltmalar ne anlama geliyor takip edemez oldum. Üstelik yapılan sınavlar hep hatalı, hep hileli... Çalınan sorular, kaybolan cevap anahtarları, açıklanmayan sınav soruları...

Yanlış yerleştirmeler, itirazlar, mahkemeler... Öyle garip bir düzen içindeyiz ki; hem milli eğitim, hem de okul yönetimleri en ufak sorunda velileri mahkemeye gitmeye yönlendiriyor. Sistem o kadar havada ki; kendi çözümlerini üretemiyor, veliler mahkeme kapılarında çare arıyor... Yazık ki, her değişen sistemde olan çocuklara oluyor. Daha bir önceki sistem anlaşılamadan, daha da karmaşık bir yeni sistem yürütmeye konuyor, üstelik onu da anlayan yok. Okul yönetimleri şaşkın, öğretmenler endişeli, veliler telaşlı, öğrenciler korkmuş...

Üzerine bir de haberlerden takip ettiğim imam hatip konusu var. İmam Hatip'lerin nasıl bir eğitim verdiği benim açımdan bir bilinmez. Keşke bu kadar yaygınlaştırılmaya çalışılan bu okulların eğitim açılımlarını bilebilseydik. Yani meslek liselerini az çok biliyoruz. Üniversite öncesi, belli bazı mesleklerin edindirilmesi gibi bir uygulama var. Ki, dünyanın pek çok ülkesinde bu model zaten kabul edilmiş ve uygulanmakta. Sonuçta her meslek kolu için üniversite mezunu olmak gerekmiyor. Almanya eğitim sistemi bunu çok uzun zamandır uygulayan bir model. Son derece de başarılı. İmam Hatip'lerin de ne amaçla bu kadar yaygınlaştırılmaya çalışıldığını doğrusu ben çok merak ediyorum. Eğer amaç din adamı yetiştirmekse, bu kadar büyük bir hatip ya da imam açığımız mı var? Müslüman ailelerin çocuklarına evlerinde verdikleri dini eğitim çok mu eksik, o nedenle mi bir okul tarafından yeni nesli dine yakın yetiştirebilmek için okullarda eğitim vermek gerekiyor? Gerçekten bu konuda aydınlatılmak, işin doğrusunu öğrenmek istiyorum.

"Ben yaptım, oldu" anlayışı, maalesef ülkemizde uzun zamandır hakim ancak, bu dayatmalar sadece toplumun bir kısmını gelecek endişesi yüksek ve kaygılı bir hale getirmekten öteye geçemiyor. Üstelik direkt tepki yaratıyor. Oysa İmam Hatiplerin bu kadar arttırılması ile yapılmak istenen sistemsel değişikliğin eğer bir açıklaması, bir mantığı varsa bu bilgi paylaşılmalı, toplum aydınlatılmalı. Böylece ön yargılar kırılmaya, endişeler giderilmeye çalışılmalı...

Sistemle ilgili bir soru sorduğunuzda, yılların eğitimcilerinin, okul yöneticilerinin bile çaresiz ve ne yapacağını bilemez bir halde olduğunu görmek insanın çocuğunun geleceğine endişe ile bakmasına neden oluyor.

Bizim üniversiteye hazırlanmak için önümüzde sadece üç yılımız kaldı. Ancak, şu anda tüm velilerde ve eğitmenlerde sınavların değişeceği, üniversiteye girişin daha farklı bir yolla olacağı beklentisi hakim. Ancak ne olacağını kimse bilmiyor. Buyurun, yeni bir bilinmezlik. Hali vakti yerinde aileler çocuklarını yurt dışında okutabilmenin derdine düşmüş. Hiç kimse yarın sistem nasıl değişecek bilmediğinden, pek çok insan çocuklarına bir yurt dışı üniversitenin kapısını aralamaya çalışıyor. Bunun için inanılmaz yatırımlar yapıyor. Çocuklar kararsız, çocuklar bilinçsiz. Ailelerin elinde top gibi oradan oraya, sistemin değişimine göre her yıl farklı bir yöne savruluyor...

Tüm bu yazdıklarım sızlanma olarak algılanmamalı. Bunlar artık eskimeye başlamış bir velinin durum tespitleridir.


 Yeni eğitim ve öğretim yılının, ülkemiz ve tüm evlatlarımız için hayırlı olması en büyük dileğimdir. Sonuçta, biliyoruz ki; "EĞİTİM ŞART!!!"

Sevgiyle...

7 Eylül 2014 Pazar

MISIR EKMEĞİ (aslında MISIR KEKİ)

Uyku açısından genelde şanslı bir insanımdır. Eşimin deyimiyle yatağa yattığımda başım daha yastığa deymeden uyurmuşum! Gerçi son bir kaç senedir bazı geceler sabahı sabah etmişliğim de var. Öyle kafama bir şey takmam filan da şart değil, bazen uyuyamıyorum. Ya da bazı sabahlar, sanki biri beni dürtüklemiş gibi uykunun en tatlı yerinde dikiliyorum ayağa... Nedeni yok. Sinir edici bir bilinmezlik durumu. Bu sabah da saat 6:45'de gözüm açıldı. Bir iki dönüp durdum yatakta, baktım ki uyuyacak halim yok, kalktım. Ortalık inanılmaz sessiz. E, özellikle pazar sabahları herkes uyuyor tabii.

Saat 7:00 gibi kimseyi uyandırmamak için kendimi dışarı attım ve bir saat yürüdüm açık havada. Benim gibi bir iki erkenci komşuyla selamlaştık. Hepimizin gözlerinde "vah, vah sen de uyuyamadın" ifadesi... Sonra eve dönüp, Zeytin'e bir göz attım. Uyanmış ve gözü kapıda beni bekliyormuş. Beni görünce mutluluktan çıldıran ve beni de sevgi delisi yapan bu muhteşem yaratığı alıp, onbeş dakika da onunla yürüdük.

Eve döndüğümüzde saat daha sekizi biraz geçiyordu ve herkes hala uyuyordu. Ne yapayım, nasıl zaman geçireyim diye düşünürken, bu hafta fırından aldığım taze mısır unu aklıma geldi. Mısır ununu fazla bekletmemekte fayda var. Uzun süre kalırsa unun tadında hafif bir acılık olmaya başlıyor. Neyse, kızım evde benim yaptığım mısır ekmeğine bayılıyor, çünkü, bildiğiniz kek gibi oluyor. Ergenlik ilginç bir dönem, kimi çok kiloluyken benim kızım da kilo almaya çalışıyor ve mısır ekmeğini de kilo alma aracı olarak görüyor. Yemeye başlayınca durmak bilmiyor, bazen müdahale etmek zorunda kalıyorum.

Ben bu tarifi geçen sene bir yemek sitesinden almıştım, sonra bazı değişiklikler yaparak kendi damak tadımıza uygun bir hale getirdim. Aslında ekmekten ziyade gerçekten kek gibi oluyor. Sadece defalarca pişirmeme rağmen pişme süresini hala tam oturtamadım. O yüzden fırındayken hep gözüm üzerinde oluyor. Üzeri kızarıp çatlamaya başlayınca fırından çıkartıyorum.



Mısır Ekmeği için malzemeler:
1/2 kg. Mısır unu ( son kıvama göre 1-2 kaşık daha ilave etmek gerekebilir, boza kıvamında olacak.)
2 yemek kaşığı toz şeker
2 çay kaşığı tuz
2 yemek kaşığı yumuşak tereyağ
2 çay bardağı süt
2 çay bardağı ılık süt
2 çay bardağı zeytinyağ
2 paket kabartma tozu

Yapılışı: Karıştırma kabına mısır ununu eliyoruz. İçine toz şekeri, tuzu ve kabartma tozunu ekleyip kuru malzemeyi karıştırıyoruz. Suyu kaynatmadan biraz ısıtıp kuru malzemeye ekliyoruz. Sonra tereyağı, zeytinyağı ve sütü ilave ediyoruz. Tüm malzemeyi içinde pütür kalmayacak şekilde çırpma teliyle iyice karıştırıyoruz.
Kelepçeli kek kalıbını tereyağ ile güzelce yağlayıp içine ekmeğin malzemesiyi döküyoruz. 150 derece fırında bir saat kadar (üzeri çatlayıp kızaracak, gene de kürdanla kontrol etmekte fayda var) pişirilecek.
İyice soğuyana kadar bekleyip, kalıptan öyle çıkartmak lazım çünkü çok yumuşak bir ekmek ve dağılabiliyor. Kek gibi olduğu için özellikle çayın yanında ve tulum peyniri ile muhteşem oluyor.

Ev halkı yavaş yavaş uyanmaya başladığında ben, güne uykusuz ama verimli bir başlangıç yaptığım için mutlu hissederek, kahvaltıyı hazırlamış, mısır ekmeğini de dilimleyip sofraya koymuştum bile... 

Sevgiyle...

5 Eylül 2014 Cuma

YAZ BİTERKEN

Benim çocukluğumda yazlar daha uzun sürerdi...

Gerçekten, öyleydi yani. Okulun bittiği akşam yaz başlardı. O akşam, valizler hazırlanırdı, sanki yurt dışına göç ediyormuşçasına detaylı düşünülüp alınırdı her şey. Koca yaz İzmir'e hiç dönülmeyecekmişçesine. Ertesi gün maaile arabaya doluşulur, şarkılı türkülü ama bol mide bulantılı, sıcak ve nemli bir yolculukla yazlığa gidilirdi. Çeşme yolu; otoban filan yapılmadan önce daracık, bol virajlı bir yoldu. Dağların ve yer yer çam ağaçlarının, yer yer de makiliklerin arasından kıvrıla kıvrıla giden upuzun bir yol. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen. Annemle babam arabada sigara içerdi. İçeride yoğun bir duman olurdu. O zaman klima filan da yok. İçeride abim, ablam, ben, sıkış tepiş. Camlar ardına kadar açık olsa da, dışarıdan gelen sıcak ve nemli rüzgar, arabanın havasını değiştirmeye yetmezdi...

Gene de; hayatımın en güzel yolculuklarıydı o hiç bitmeyecekmiş hissi veren Çeşme gidişleri. Ara ara yolun sağında beliriveren denizin kokusu ve hedefe yaklaşmış olmanın mutluluğu. Kendimi hatırlıyorum, her deniz göründüğünde "Deniz göründü, deniz göründü..." diye sevinç çığlıkları atarken. Ara sıra da sigara dumanından ve virajlı yoldan kaynaklı mide bulantılarıma hakim olamayıp, bir gece önce yediklerimi yola bırakırken. Nihayet yol kenarında beliriveren Çeşme'ye hoş geldiniz tabelası ve mutluluk...

Yaz böyle başlardı.

Sonra arkadaşlarımı beklerken hatırlıyorum kendimi. İzmir'liler bizim gibi bir iki gün içinde gelirdi. Ankara ya da İstanbul'dan gelenlerin bir haftaya yakın sürerdi gelmeleri. Her sabah yataktan kalkıp heyecanla hangi arkadaşlarımın evlerinde perdeler açılmış, kimler gelmiş diye kontrol ettiğim günler başlardı. Geç gelenlere çok kızardım. Eksik arkadaşlar varsa coşku da eksik olurdu.

Sabah en geç dokuz da kalkıp aileyle edilen kahvaltılar (çok geç uyanmak gene eğlenceyi kaçırmak demekti - şimdiki çocuklar gibi öğlenlere kadar uyunmazdı), ilk dışarı çıkanların beraberce diğerlerini evlerinden çağırması ile toplanmalar, denizde çılgınca eğlenmeler, arada yenen öğlen yemekleri, tekrar buluşmalar, hiç sıkılmamalar, oynamalar, gülmeler, kahkahalar, akşam zorla eve girmeler, sonra gene çıkmalar, gizli yollardan Altın Yunus'a girip atari salonunda oynamalar, siteler arası yapılan maçlar, tezahüratlar, didişmeler ama hep eğlenmeler... Yenilen mısırlar, yirmi çocuk bir araya gelip kapatılan midye tepsileri, kilo alma korkusu olmadan yenilen kumrular, lokmalar, dondurmalar, pideler. Arada edilen çocukça kavgalar, küslükler, sonra barışmalar, oyunlara kaldığı yerden devam etmeler. Çocukluk aşkları, temiz duygular, ilk heyecanlar! ...


Çocukluğum yazları böyleydi. Sevgi dolu, heyecan dolu, mutluluk dolu... Üstelik hiç bitmeyecekmiş gibi uzun. Okulun hiç akla getirilmediği, ödev filan olmadan gerçek anlamda tatil yapıldığı için beynin tamamen arındığı, dinlendiği günler. Öyle dolu dolu geçen günlerdi ki, bazen okul bile özlenirdi.

Sonra yavaş yavaş serinleyen akşamlardan, güneşin ısısının azalmasından yazın bitmeye yaklaştığının hissedilmesiyle yüreğe yerleşen sıkıntı. Okulun açılacağı güne geri saymalar. Yaz bitecek diye daha fazla eğlenmeye, arkadaşlarla daha fazla beraber olmaya çalışmak. Sitenin yavaş yavaş boşalması, arkadaşların bir kısmının erken dönmesi, plajların sakinleşmesi. Hüzün...

Ve annemin evde toparlanmaya başlamasıyla yazın bittiği ve okulun bir hafta içinde açılacağı gerçeğini kabullenmeye çalışmak. Üç ay süren yaz tatili sonunda annem; evi, eşyaları toplar, valizleri hazırlar, buzdolabını kapatır, eşyaların üzerini örter, evimizi bir sonraki yaza kadar gelinmeyecek şekilde kapatırdı. Bana kalsa okulun açıldığı güne kadar kalmak isterdim, ama o zamanlar her yaz büyürdük, boyumuz uzar, kilo alırdık. Bir yıl önceki kıyafetler üzerimize olmayacağından, ayakkabılar küçüldüğünden okul alışverişi yapılmak üzere İzmir'e dönmek gerekirdi. Kitapların alınması, defterlerin kaplanması gerekirdi.

Arabanın yüklenmesi ve ailecek içine doluşup hareket etmemizle siteden uzaklaşırken kalanların arkadan el sallamasıyla biterdi yaz. Dönüş yolunda gizli gizli ağlardım. Arkadaşlarımdan ayrıldığım, denize bir daha giremeyeceğim, şehirde hiç bu kadar eğlenemeyeceğim, özgürlüğü bu kadar serbestçe yaşayamayacağım için.

Bir yaz daha bittiği için.........

Sevgiyle...

7 Ağustos 2014 Perşembe

ZEYTİNYAĞLI GİRİT KABAĞI

Ayvalık'a has yeni bir yemeği daha sizlere tanıtmaya karar verdim. Bu uğurda kendimi, tatil filan demeden helak ediyor olsam da, gerçek bir görev bilinciyle kendimi önce pazara, ardından mutfağa atıyorum.

Ayvalık pazarı mıknatıs gibi... Renkleriyle, kokusuyla beni her hafta içine çekiyor. Bu sefer; özellikle Sakız kabağı ya da Girit kabağı diye bilinen, minyatür kabaklardan almak için gittim. Gene yaz günlerinde tam bir Ege yemeği olan zeytinyağlı Girit kabağı yapmak için pazarda dolaştım. Girit kabağının özelliği boyunun yaklaşık 5 santim civarında olması. Maalesef  büyük şehirlerde bu tazelikte ve bu boyda olan kabaklardan bulmak pek mümkün değil. Bir ara büyük hipermarketlerin sebze reyonlarında üç yüz, dört yüz gramlık paketlerde bulunabilen bu minik kabakların etiket fiyatları o kadar yüksekti ki, bakmaya bile yürek istiyordu. Ayvalık'ta bol miktarda olduğu için fırsatı kaçırmamak lazım. Yandaki fotoğrafta bu kabakların ne kadar minik olduğunu görebilirsiniz. Tabii ki, tazecik ve çıtır çıtırlar...

Neyse, pazardan yaklaşık bir kilo kadar aldığım kabakları önce güzelce yıkıyorum. Sonra yarısını haşlıyorum ve bir saklama kabına alıp buzdolabına kaldırıyorum. Haşlanmış kabakları daha sonra zeytinyağ, limon sosuyla salata niyetine yiyoruz.

Kalan kabakların her iki ucunu temizlemek için kesiyorum ve  iki başına bir çentik atıyorum.

Kabaklarımı hazırladıktan sonra, yarım baş sarmısağı soyup, ince ince kesiyorum.

Dört domatesi soyup küp küp keserek hazırlıyorum.

Yayvan bir tencereye yaklaşık yarım kahve fincanı zeytinyağ koyuyorum. Tencereyi ateşe koyup yağım biraz ısınınca; içine önce sarmısakları atıp rengi dönene kadar çeviriyorum.
Ardından içine domateslerimi ekliyorum ve domateslerin rengi iyice çıkana ve saldığı suyu biraz çekene kadar pişiriyorum.

Kabakları sosa ilave ediyorum, tuzunu ve karabiberini ayarlayıp (1 adet kesme şekeri de unutmuyorum) , kabaklar yumuşayana kadar orta ateşte pişiriyorum.

Altını kapatmadan hemen önce bol miktarda Ayvalık tulumunu dilimleyerek kabakların üzerine yerleştiriyorum. Peynir tuzlu olduğu için, yemeğe tuz koyarken dikkatli olmakta fayda var. Daha sonra altını kapatıp, tencerenin kapağını da üzerine kapatıp peynirlerin erimesini bekliyorum.


Sıcak servis ediyorum. Eğer daha sonra yenecekse, sertleşen peynirlerin yumuşaması için tekrar ısıtmak gerekiyor.

Çok basit ancak, son derece lezzetli ve şık bir yemek oluyor. Ben İstanbul'da bu minik kabaklardan bulamadığım zamanlarda, mümkün olan en küçük boy kabakları alıp, biraz uzunca doğruyorum ve aynı tarifi uyguluyorum. Tabii ki, aslı kadar lezzetli olmuyor ama bizim damağımızın özlemini gidermeye faydası oluyor.



Umarım dener ve beğenirsiniz. Afiyet olsun.

Sevgiyle...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

İMAMI DA BAYAYIM TAM OLSUN!

Dedim ya; tatil demek benim için ev hanımlığı modunda tavan yapmak demek... Mutfaktan çıkamıyorum. Bir de üzerine domates aşkım eklenince... Beni tutabilene aşk olsun!

Geçen akşam gelen misafirlerimize zeytinyağlı olaeak ne yapayım diye düşünürken, aklıma uzun zamandır yapmadığım "imam bayıldı" geldi. Tek sorun, arkadaşlarımızın maydanoz yememesi. Yani siz, bu tarifin üzerini kıyılmış maydanozla süslemeyi ihmal etmeyin.

İmam Bayıldı için ben özellikle ufak patlıcan seçiyorum. Hem daha az çekirdekli oluyor, hem de daha az acı. Yaklaşık 6-7 adet patlıcanı alacalı soyup, tuzlu suda bekletiyorum ki, patlıcanlar diğer malzemeleri hazırlarken kararmasın ve varsa acısı çıksın. 

Daha sonra kurulayıp, her iki ucundan ikişer santim kalacak şekilde  boydan bir kesik atıp, kızgın sıvı yağda güzelce kızartıyorum. Daha sonra tekrar pişeceği için yanmamasına özen göstermek lazım. 


Kızaran patlıcanları kağıt havlu üzerinde bekletiyorum. O arada, iki tane büyük soğanı salata soğanı doğrar gibi uzun uzun doğruyorum. Yedi, sekiz adet sarmısağı da soyup ince ince kesiyorum. Patlıcanları kızarttığım yağın içinde önce soğanlarımı çeviriyorum, sonra sarmısakları ilave ediyorum. Bahçeden topladığım iki üç tane sivri biberi de ince ince doğrayıp tavaya
ekliyorum. O arada, yaklaşık dört domatesin kabuklarını soyup küp küp hazırlıyorum ve yağdaki diğer malzemelere ilave ediyorum.  Tuzunu, karabiberini ve bolca kuru nanesini de ekleyip hepsi iyice kıvam alıncaya kadar pişiriyorum.

Önceden kızarttığım patlıcanları tencereye alıyorum ve iç malzemeyi kestiğim aralığa bolca dolduruyorum. Bu aşamada tencereye iki adet kesme şeker ekliyorum. Biraz daha tuz ile çok az zeytinyağ ve sıcak su ilavesi ile, kısık ateşte yaklaşık on beş, yirmi dakika pişiriyorum.





Pişen yemeğinizi bir gece dinlendirir, ertesi gün yerseniz lezzeti daha da artacaktır. Servis yapmadan önce kıyılmış maydanozla süslerseniz daha renkli ve süslü görünür. 

Patlıcanın her çeşidine bayıldığım için, bu feci sıcak yaz günlerinde, dolaptan çıkarıp serin serin yemek için imam bayıldı çok iyi bir alternatif. Ayrıca uzun sürdü sanmayın, işleyen demir ışıldar misali elim acayip çabuklaştı. 

Afiyet olsun.

Sevgiyle...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

BAHÇEDEN, PAZARDAN, EGE'DEN...

Bayılıyorum ben bu yaz mevsimine. Yani tabii sıcağına, nemine değil. Rengarenk meyvelere, kütür kütür kabaklara, içi sakız gibi bembeyaz patlıcanlara, şeker tadında fasulyelere, püsküllü mısırlara, incecik çıtır börülcelere, otların bolluğuna, domateslerin kokusuna,... Ve daha bir sürü şeye bayılıyorum. Habire yemek yapasım var. Bu arada hazır bu bolluğu ve tazeliği bulmuşken yavaş yavaş kış hazırlıklarını yapmaya da başladım.

Ayvalık'ın Perşembe pazarı meşhurdur. Tam şehrin merkezinde kurulur. Gerçek Ayvalıklılar şehir kalabalık oluyor, trafik mahvoluyor filan diye hiç hoşlanmasalar da; komşular taa karşıdan Midilli'den bile kalkıp geliyor. Şehir renkleniyor, canlanıyor. Sabah erkenden gitmek en doğru çözüm benim için ve de belediye otobüsüyle. Böylece otopark derdi de olmuyor. 

Neyse, geçen haftaki pazarda bizim aile için bir servet değerinde olan "muhliye" buldum. Muhliye bir ot. Görüntüsü çalı gibi. Yaprakları iri nane yapraklarına benziyor.


Kocaman çalı demetleri halinde satılıyor ve sadece Temmuz ve biraz da Ağustos'ta bulunuyor. Benim kayınvalidemden öğrendiğim bir ot. Yani bizim tarafta bilinmez. Bana söylenene göre Giritlilerin mübadele zamanı getirip yetiştirdiği bir otmuş. Bir kere Mısır'da bir evde çorbasını ikram etmişlerdi, bir de orada gördüm. Sonra Kıbrıs'ta da olduğunu öğrendim. Harika etli yemeği oluyor. Sadece yaprakları ayıklanıp kullanılıyor. Çok kısa bir zaman olduğu için, kışlık hazırlayıp donduruyorum. Sene içinde birkaç kez yemeğini yapıyorum. Eşimin beni en çok sevdiği zamanlar evde muhliye piştiği günler 😄.  Kışlık hazırlarken tek tek ayıklanan yaprakları buzdolabı poşetlerine dolduruyorum. Üzerlerine kabuğunu soyup doğradığım iki mis kokulu domatesi koyuyorum. Yarım limonun suyunu ilave edip poşeti sıkı sıkı kapatıyorum. 


Ayıklamak oldukça zahmetli ama inanın değiyor.  

Daha kışlık domates, barbunya fasulye ve bamya hazırlayacağım. Ama onları İstanbul'da da bulabildiğim için artık dönünce Çengelköy pazarından alıp yaparım. Yaz günü donmuş sebzeleri çözdürmeden Ayvalık'tan İstanbul'a taşımak oldukça zahmetli. 

Bu arada sanırım domates bağımlısı oldum. Eve iki günde bir, ikişer kilo domates alındığına bakılırsa ve benim ellerimin sürekli domates koktuğu düşünülünce dbtm'ne (domat bağımlılığı tedavi merkezi) yatmam gerekebilir. Bayılıyorum kokusuna, rengine, tadına... Bütün kış yiyemediğim taze ve hormonsuz domateslerin acısını çıkarıyorum. 

Size de tavsiyem fırsat buldukça yaz aylarında semt pazarlarını gezin, inanın bana terapi görmüş gibi mutlu olacaksınız.

Sevgiyle...


29 Temmuz 2014 Salı

AYVALIK E-5

Bu yıl ki tatili biraz uzun tuttuk. İyi ki öyle yapmışız, çünkü bayram haftası boyunca tatilde gibi değiliz. 

Geçen senelerde Ayvalık'ın kalabalığı ile ilgili onlarca hikaye dinledikten sonra tedbirli olmakta fayda var dedik. Eve bir hafta yetecek kadar pazar, market alışverişini yapıp stokladık. Deniz olayını bir süreliğine kapattık, havuzla idare ediyoruz. Cunda'ya ya da Ayvalık'ın içine mecbur kalmadıkça gitmiyoruz. Resmen bir olağanüstü hal durumu. Komik geliyor eminim ama dün yanlışlıkla kızımı plajdan almaya Sarmısaklı tarafına gideyim dedim. Aaa, bizim kıçı kırık gidiş geliş yolumuz, E-5'e bağlamış. Nasıl bir trafik, nasıl bir karmaşa... Kimse kimseye yol vermiyor, camlardan sarkıp bağıranlar, küfür edenler, bir saygısızlık... Gördüğüm araçların hiçbirinde bir mutluluk hali yoktu, tam tersi bir stres, bir gerilim hali. Yazık, tüm yıl çalış çabala, bir tatilin hayallerini kur, o tatilde de şehirde yaşadığın stresin, gerilimin aynısını yaşa ve yaşat... Çekilecek çile değil doğrusu.

Çocukları toparlayacağım plajın orada da durum pek farklı değildi. Otoparklar dolmuş, arabalar yola taşmış, park etmişler. Kızımı ve arkadaşlarını arabaya doldurdum. Onlar da denize gittiklerine pişman olmuşlar. Hatta denizin içi bile o kadar kalabalıkmış ki, bir ara yüzememiş öylece suyun içinde durmak zorunda kalmışlar. Çin'de çekilen kalabalık plaj resimleri gibi dedi çocuklar! Dönüş yolumuz da aynı beter trafikte, üstelik de tüm çocukları evine bıraka bıraka oldukça uzun sürdü.

Akşam, yemekte açtığımız şarabımız ve peynir tabağımızla terasta oturduk. Allahtan bizim evimiz yoldan biraz yukarıda, çünkü araba konvoyu bizim evin önüne kadar uzamıştı. Ayvalık'ın içini ve Cunda'yı düşünemiyorum bile... Geçen yıl jandarma Cunda girişini kapatmış, "Cunda doldu (!), geri dönün" diye. Komediye bak! Bu yıl da benzer bir olay olacak kesin. 

Biz birkaç gün daha evdeyiz. Valla dışarı adımımı bile atmam. En fazla Zeytin'i önümüzden denize sokmak için karşıya geçerim. Huzur evimde ve bahçemde...



Bu arada; inanılmaz bir sıcak var. Poyraz kesildi, hava durdu. Bizim havuz bu sabah denizden daha dalgalı görünüyor. Evin içi de adeta kızma hamam. Klimalar olmasa içeride durmak mümkün değil. Gazeteler, dergiler bütün gün hatim edilecek. Gelen giden de olur mutlaka... Sık sık da suya batıp çıkarsak, tatil bize güzel...

Sevgiyle...

24 Temmuz 2014 Perşembe

FIRINDA TAVUKLU BAMYA

Boş oturamıyorum. Yok yani, yapamıyorum. Kıpır kıpır, sürekli bir hareket halindeyim. Halbuki; gelmişsin Ayvalık'a, uzat ayaklarını otur bir dinlen, değil mi? Yok rahat batar sonra bana, hem ayrıca; işleyen demir ışıldar değil mi ama? ( Canım ilkokul öğretmenim, Aysel Kırdar, nasıl da beynimin içine işlemiş atasözlerini...)

Neyse, tatildeyim bir haftadır. Harika bir doğada tembellik etme lüksüm varken, ben habire ev düzeni değiştir, çamaşır yıka, mutfak temizle,... kendime iş yaratıp duruyorum. Son olarak pazara gittim dün. Harikaydı herşey, resim gibi. Bir de hava bu kadar sıcak olmasaydı?

Bugün için bamya aldım. Ben pek sevmem aslında ama, evdeki herkes bayılıyor. Eziyeti de bana tabii... Bamyayı pişirmekte özel bir durum yok, aslında çok basit bir yemek. İş bamyayı ayıklamakta... Oya işler gibi incecik kesmek lazım tepesini, asla delmeden. Yoksa ayıptır söylemesi pişerken sümüksü bir salgı salar. E bu da pek istenen bir özellik değil yemekte. 

Bende sabah yürüyüşümü yapıp, kahvaltımı ettikten sonra, sade kahvemi pişirip geçtim terasa. Hiç acele etmeden, sakin sakin ayıkladım bamyalarımı, kahvemin keyfine varmayı da ihmal etmeden.


Bamya pişirirken marifet böyle, sivri tepeli ve delinmemiş ayıklamakta. Ben de iyiyimdir bu konuda, alçak gönüllülük edemeyeceğim.

Sonlara doğru bel ve boyun ağrısından müzdarip olsam da, aynı özenle son bamyaya kadar işi götürmeyi başardım.

 
 Daha sonra yemeğim için gereken malzemeleri hazırladım. Sabah kahvaltısından kalan birkaç parça domatesi de kullanmayı ihmal etmedim. 

Yaklaşık 700 gram bamya için :
4-5 adet mis kokulu tarla domatesi
1 büyük soğan
400 gr. Kadar tavuk kalçadan kuşbaşı (yağlarını önceden temizledim)
1 limonun suyu
Zeytinyağ
Tuz ve karabiber


Öncelikle özenle tepelerini ayıkladığımız bamyalarımızı yıkıyoruz. Ardından tenceremize bir miktar zeytinyağ koyarak yemeklik kestiğimiz soğanlarımızı rengi hafif dönünceye kadar çeviriyoruz. Yağını temizlediğimiz tavuk etlerimizi, soğana ilave ediyoruz. Tavuk etleri pişene kadar ara ara karıştırıyoruz. Ardından kabuklarını soyup küp küp doğradığımız domatesleri içine ilave ederek tuz ve karabiberini ayarlıyoruz.


Domateslerin saldıkları suyu biraz çekmeleri ve tüm malzemenin güzelce pişmesi önemli. Son olarak bamyalarımızı tencereye alıyoruz ve üzerine bir limonun suyunu sıkarak ekliyoruz. Ateşimizi bir süre daha orta ateşte tuttuktan sonra kısıyor ve bamyalarımızın da güzelce pişmelerini bekliyoruz. Burada bir ipucu vermeliyim: Domateslerimiz tarla domatesi ve bol sulu, bamya da suyunu salacak olduğundan yemeği pişirirken fazla su eklememeniz gerekir. Yoksa cumbul cumbul (annemin lafı!) su içinde bir yemek olur! 


Yemeğimizin ocakta pişme aşaması tamamlandığında fırına girmeye uygun bir kaba aktarıyoruz. Ben bu aşamada üzerine minik cherry domatesler dilimliyorum ki, biraz daha şıklık olsun. Fırını yaklaşık 200 derecede önceden ısıttığım için, sıcak fırına bamyalarımı veriyorum. Bamyaların sivri uçları kızarıp kararmaya başladığında yemeğimiz hazır demektir. Hafif ekşi kokusuyla, mmmm harika oldu! Mis gibi bir yaz yemeği...
 


Yanına güzel bir pilav yapabilirsiniz. Ben bu akşam domatesli pilav ve güzel soğanlı bir yaz salatası yapmayı düşünüyorum. 

Afiyet olsun.

Sevgiyle...

30 Haziran 2014 Pazartesi

TEMBEL TENEKE

Gerçekten çoook olmuş bir şeyler yazmayalı.

Hep diyorum ya benim yazı yazmam için gönlüm kırık olmamalı. Oysa bir süredir bir şeyler hep ters gitti. İş hayatının kahpeliklerine yeniden şahit oldum. Güvendiğim insanların aslında ne kadar sinsi olduklarını gördüm. Görünenle gerçeğin farklarına şahit oldum. Hastalıklara üzüldüm. Ülkemin gidişatına kahırlandım... İşte böyle habire kırılıp döküldüm...

İnsan da hep mutlu olamaz ki, hiç birimiz de Pollianna değiliz sonuçta. Mutluluk oyunu da bir yere kadar. İnsan bazen çekip gitmek, bırakıp kaçmak istiyor.

Neyse ben geçenlerde on gün kaçtım buralardan. İstanbul'dan, trafikten, işten, güçten...Okul da kapandı. Ohh, kaymaklı ekmek kadayıfı. 

Önce Ayvalık, sonra Midilli...

Hava güzel, yemekler leziz, rakılar buzlu, deniz de tertemiz olunca insan tüm kırıklıklarını unutuyor, yaralarını sarıyor. Denizin tuzlu suyu tedavi ediyor insanı. Kahvaltı sofrasına konup ekmek kırıntılarını tırtıklayan serçe, balın içine düşen arı, bahçede çılgın gibi koşturan Zeytin, marullarını Zeytin'den kaçırmaya çalışan kaplumbağalarımız, akşam sessizliğinde yankılanan cırcır böcekleri...Huzur işte bu dedirten sakinlik...

Bu yıl evdeki ergene öyle bir sarmışım ki, tatilde fark ettim, çocuk benim sesimden irite olmuş. Çalış kızım, hadi kızım, yat kızım, kalk kızım, dik dur kızım, kapa şu telefonu kızım... Biraz rahat bırakayım dedim, O da kendine gelsin. Sesimi özlesin. Tatilde pek görüşmedik kendisiyle, babasına havale ettim :-)

Aslında hepimiz daha fazla şükretmeliyiz; yaşadığımız ana, aldığımız soluğa. Söylenip durarak ya da lüzumlu, lüzumsuz şeyleri dert ederek hem kendimize hem sahip olduklarımıza haksızlık ediyoruz.

Bu yaz biraz relax olabilir miyim lütfen! Secret filan ne  lazımsa yapıyorum. Habire mesajları yolluyorum yukarıya. Tembellik yapayım azıcık. Lütfennn!!!

21 Mayıs 2014 Çarşamba

ÖMÜRLÜK DOST - ZOR KARAR

Zeytin kızımız bir yaşını Mayıs'ta doldurdu. 
Son derece hareketli, sevgi dolu, biraz da asi bir Golden Retriever. Bizim yanımıza iki aylıkken gelmişti. 
Ailemizin ilk köpeği Zeytin. Dolayısıyla bize köpek sahibi olmayı öğretiyor aslında. 
Sürekli okuyoruz, daha Zeytin'i sahiplenmeden önce yurt dışından kitaplar almıştık ve sırayla hepimiz okumuştuk. Tabii ki, çocuk sahibi olmak gibi, köpek sahiplendiğinizde de gerçekler okuduklarınızdan farklı oluyor. Cesar Millan'ın tüm bölümlerini izliyoruz. Öğrenmeye çalışıyoruz hala...


Çok sevmek, sahiplendiğiniz köpeğin her durumunda pes etmeden yanında olmayı baştan kabul etmeniz lazım. Öyle heveslik bir olay değil. Kızım doğduğunda düzenli, durağan yaşamtımıza bomba düştü demiştim ve anneliğe alışana kadar bir süre geçmesi gerekmişti; işte bu da, köpek sahiplenmek yani aynen bombalık bir değişim yaratıyor ailenin hayatında. 
Şöyle ki; sabah kalkma saatiniz değişiyor. Hava şartları ne olursa olsun, dışarı çıkmanız köpeğinize egzersiz yaptırmanız şart. Düzenli veteriner kontrolüne götürmeniz, temizliğine, bakımına özen göstermeniz gerekiyor. Yemek saatine göre her neredeyseniz eve geri dönmeniz lazım. Onun bir köpek olduğu gerçeğini, hele de yavruyken yapacağı yaramazlıklara tahammül etmeyi ve anlayışlı olmayı baştan kabullenmeniz lazım. Sevgiden önce, disipline ve kurallara ihtiyacı olduğunu bilerek davranmanız ve bunu evdeki tüm aile bireylerinin kabullenmesini sağlamalısınız.  


Ben Zeytin'i kısırlaştırdım geçen hafta. Çok kararsız kaldım. O'nun doğal hakkını elinden alacağımı söyleyen, en az bir kere yavrulaması gerektiğini, hatta kısırlaştırmanın acımasızlık ve günah olduğunu söyleyen çok fazla arkadaşım oldu. Ben de çok düşündüm. Ancak; sokaklardaki ya da barınaklardaki başı boş, terk edilmiş, sevgiye ve ilgiye muhtaç binlerce köpeği düşündüm. Yavrulatsam o yavruların sorumluluğunu bir ömür taşıyacağımı biliyorum, bu da benim huyum. Bir hevesle çocuğu istedi, kocası sürpriz yaptı, bilmem ne diye yavruları sahiplenenlerin ensesinde olacağım. Bir yavru sokağa terk edilse ömür boyu vicdan azabı çekeceğim... 
Bizim ülkemizde, Çeşme'de, Bodrum'da, sadece yazlıkta çocuklar eğlensin diye yavru köpek alıp sonra yaz bitince sitelerde bırakılıp gidilen cins cins köpeklerle dolu barınaklar. Sokakta yaşamayı bilmeyen o canları fark etmiyor musunuz? O bakışlarla hiç karşılaşmadınız mı? Korktuğunuz, kaçtığınız o hayvanların sadece biraz yiyecek ve bekli bir sevgi kırıntısı görmek peşinde olduğunu fark etmediniz mi? İçiniz acımadı mı? Nasıl bir insanlıktır, gerçekten anlamak mümkün değil...

Zeytin'i kısırlaştırırken önce bunu düşündüm. Bir de veterinerimizin özellikle kanser konusundaki uyarıları etkili oldu. Veterinerler de doktorlar gibi aslında, hepsinin farklı görüşleri ve önerileri var. Birine inanıp güvenmeniz lazım. Bizim veterinerimiz, doğum yapan hayvanların rahim ve yumurtalık kanserlerine daha fazla maruz kaldıklarını söyledi. Sağlıklı yaşayabilmesi için kısırlaştırmamızı önerdi. Biz de bu öneriyi karar verme aşamasında değerlendirdik.

Kızımız şimdi klinikte. Ailedeki yokluğu, eksikliği hissediliyor. Hepimiz onu çok özledik. Her sabah alışkanlıkla, erkenden kalkıp en önce onunla gözgöze gelmek için bahçedeki kulübesine bakıyorum. Göremeyince şaşırıyorum. Akşam iş dönüşü kapıda beni beklemiyor olması tuhaf geliyor. Zeytin ailemizin bir parçası. Ömrü boyunca bize emanet artık. Tüm yaramazlıklarına, bahçeyi kazıp durmasına, baharda özenle diktiğim çiçekleri eşelemesine, sonsuz tüy dökmelerine, biz evde yokken sıkıntıdan kulübesini kemirip bitirmesine(!), çamurlu ayaklarına, sadece daha çok sevgi istediği için üstümüzü başımızı batırmasına, oburluğuna....ve daha türlü bin çeşit köpek huyuna rağmen, O bizim canımız. 
Dönsün diye bekliyoruz. Sadece sevmek için değil, ayrıca eğitmek ve eğlenmek için.

Sevgiyle...

13 Mayıs 2014 Salı

BELKİ...


Saatlerdir televizyon başındayım. İçim kavrularak "son dakika" diye verilen alt yazıları okuyorum.
Soma'daki bir maden ocağında meydana gelen kaza sonrası bir türlü yapılamayan resmi açıklamayı bekliyorum. Eminim ki, benim gibi pek çok insan merak içinde, endişe içinde bekliyor. 
Biz sadece dış kapının mandalıyız oysa ki...

Bir de gerçekten içi yanan, bir umutla kocasından, babasından, oğlundan, kardeşinden ya da komşusundan haber bekleyenler var.
Asıl o insanların acısını düşünüyorum. Nasıl beklenir, o saatler, o dakikalar nasıl geçer?
Üç kuruş para için yerin yüzlerce metre altına bir baba ya da bir oğul her gün nasıl yollanır? 
Evden çıkarken nasıl vedalaşılır?
Kapkara olmuş ellerin, yorgun dönüşü evde nasıl beklenir?
Ya da eve gelen bir kaza haberi sonrası ne düşünülür? 
Bir türlü yapılamayan resmi açıklamalar, netleşmeyen haberler, havada kalan sorular...
Allah onlara, o ailelere yardım etsin. Sabır versin. Hiç birimiz bilemeyiz, yaşamadıysak endişeyle beklemeyi. Yaşamayalım da, kimse yaşamasın...
Böyle bir acı herhalde tarif edilemez. Her an ölmek gibi olmalı. Bir haber alana kadar sürekli canının yanması, içinin kavrulması. Saatler geçtikçe acının artması, umudun azalması...

Belki bir mucize olur, yıllar önce Arjantin'de mi olmuştu? Saatler sonra hepsi sağ çıkmıştı madenden. Hani tüm madenciler güneş gözlükleriyle çıkmışlardı. Karanlıktan etkilenen gözleri güneş ışığından yanmasın diye. 

Belki bir mucize olur...

İnşallah...

Sevgiyle!

23 Nisan 2014 Çarşamba

YAZ YEMEKLERİ SOFRAMIZDA

Bıktık değil mi, tüm kış döndür döndür aynı sebzeleri yemekten? Valla ben kendi adıma yaz sebzelerini özledim. Mis gibi kabaklar, kokulu domatesler, kütür kütür patlıcanlar.. Manavlarda çeşit arttı diye mutluyum. Bizim soframız da daha renkli olacak artık.
Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı! Tüm ulusumuza kutlu olsun. Ata'mızın izinde Bayramımızı kutlayalım. 
Biz de resmi tatil olunca ailecek evdeyiz. Akşam için pazardan aldığım kabaklarımla güzel bir zeytinyağlı pişireyim dedim. Çok kolay bir yemek olsa da hazır yapmışım, tarifi de blogda paylaşmak istedim. 


Zeytinyağlı Kabak

1 kg. Kabak
2-3 adet domates
1 iri boy soğan
3 diş sarmısak
Zeytinyağ
Tuz,şeker
Üzeri için kuru nane

Kabakları güzelçe temizleyip küp küp keselim. Soğanımızı yemeklik doğruyalım. Sarmısaklarımızı soyup keselim. Domateslerimizi de soyalım ve küp küp doğrayalım. Tüm malzememiz hazır olunca tenceremize 2-3 yemek yaşığı zeytinyağını koyup orta ateş üzerine yerleştirelim. Yağımız ısınınca önce soğanlarımızı ekliyoruz. Hemen ardından sarmısaklarımızı koyup yumuşayıp sararana dek çeviriyoruz. Daha sonra domatesleri ilave edip suyu çıkıp biraz da çekene kadar kaynatıyoruz. Kabaklarımızı tencereye eklediğimizde 1bardak kadar sıcak suyu ekliyoruz. Tuzunu ve şekerini ayarlıyoruz. Kabaklar güzelce pişince altını kapatıp kenara alıyoruz. Tencerenin kapağını kapatıp soğumasını bekliyoruz. Kabağımızın ılınınca üzerine bolca kuru nane serpip servise hazır hale getiriyoruz.

Afiyet olsun!

Sevgiyle...


18 Nisan 2014 Cuma

BÜYÜMEK GÜZEL

Bir zamanlar, doğum günlerimde çok heyecanlanır, kıpır kıpır yerimde duramazdım.

O zamanlar, evler gözüme daha büyük, sokaklar daha geniş, yaşlılar daha yaşlı görünürdü. O zamanlar, annemin arkadaşlarına; hele de yaşları kırkın üzerindeyse mutlaka "Teyze" derdim.  O zamanlar, kışın dondurma satılmazdı; ben de evimizin oradaki pastane doğum günüm yaklaşırken dondurma makinesinin üzerindeki örtüyü kaldırsın da, doğum günümde bol bol dondurma yiyeyim diye günde dört kere önünden geçerdim. Hiç üşenmezdim. O zamanlar ailemiz daha kalabalıktı, daha iç içeydi kutlamalar daha coşkulu olurdu. O zamanlar, pastalar anne yapımı ve daha lezzetli olurdu. O zamanlar, çok çok hediyeler gelirdi. Paket açmaktan yorulurdum. O zamanlar, 23 Nisan kutlamaları ben doğdum diye yapılıyor sanırdım. Ve Babam, canım Babam; o zamanlar "Çiçeğim" diye saçlarımı koklar, alnımdan öperdi, kocaman.............

Ne zaman büyüdüm, ne zaman okulları bitirdim, ne zaman evlendim - eş oldum, sevgili oldum, ne zaman anne oldum? Ne zaman kızımın arkadaşları bana "Teyze (kibar olanlar abla)" demeye başladı? Öyle hızlı geçti ki zaman...

Ama düşününce diyorum ki, yıllar güzel geçti!

Daha da güzelleşecek!

Çünkü büyüyorum ve büyüdükçe öğreniyorum. Hala öğrenecek öyle çok şey var ki...

Her şeyi sırayla öğreniyorsun hayatta. Kadın olmayı, eş olmayı, anneliği, iyi evlat olmayı, aile sahibi olmayı, iş hayatını, dost olmayı ve gerçek dostunu seçebilmeyi, sabrı, bazen karşılıksız sevmeyi, hoş görmeyi, hakkını aramayı, kısacası yaşamayı ve zevk almayı hayattan, öğreniyorsun büyürken. Eğer dürüstsen, hayat da sana dürüst davranıyor. İyiysen, hayat da sana iyilik sunuyor. Kalbini açarsan sevgiye, sevgi seni buluyor.

Güzelleşiyorsun. Kesinlikle kilon artıyor, kırışıklar fazlalaşıyor yüzünde ama, güzel kadın oluyorsun. Çünkü, kendine yakışanı biliyorsun. Hayattan zevk almayı da eklersen yanına, daha da havalı oluyorsun. Ağzından çıkanı kulağın duyuyor ve karşılığında çevrendekilerin saygısını hissedebiliyorsun. Büyük ama güzel kadın oluyorsun.

Mutlu oluyorsun ve mutlu ediyorsun çevrendekileri.


Yarın bir yaş daha alıyorum hayattan. Mutluyum... Özlemlerim var, özlediklerim... Mesela Babamın öpücüğü yok artık alnımda... 
Ama başka güzellikler var şimdi hayatımda. Bu yaşımda olması gerekenler. Onlarla avunuyorum ve şükrediyorum. Hayatı ve yaşamımı seviyorum!

BÜYÜMEK GÜZEL! Biliyorum...

Sevgiyle....