29 Haziran 2016 Çarşamba

KALKIN ARTIK ŞU SURVİVORUN KARŞISINDAN...

Çocukluğumda ana haber seyretmek önemli bir ritüeldi benim ailemde. Mutlaka çoluk çocuk TV karşısına geçer, o gün ne olmuş, ne bitmiş takip ederdik. Bir de arkasından verilen devlet meteoroloji müdürlüğünün yayınladığı hava durumu bilgisi mutlaka izlenirdi (ki o zamanki teknolojiyle bilgiler yarım yamalak doğru çıkardı ama olsun...)

Şimdi her akşam ana haber bültenlerinin ilk haberi, o gün nerede, kaç şehit verilmiş. Yapılan cenaze törenleri, ağlayan analar, eşler, evlatlar... Kanıksamadık mı? Artık teröre verilen canları sadece rakamla ifade eder olmadık mı?
Bu acıları sadece yaşayan bilir... Gencecik evladını, dağ gibi kocasını, biricik babasını toprağa veren, o acıyı vücudunun her hücresinde hisseden bilir...

Bizler için ise, akşam haberlerde duyduğumuz, ülkemizin doğusunda yaşanan, uzak bir yerlerden gelen, üzücü haberler sadece. Hayat hep devam etti bizim için. Sosyal medyada fotoğraf paylaşmaya, kedi videosu izlemeye devam ettik. Uyuşan beyinlerimizle ve katılaşan vicdanlarımızla, ana haber bülteni bitince "Survivor"un karşısına geçtik gene.

Akşam köpeğimi yürütürken gayet net görüyorum, pek çok evde her akşam, gece yarılarına kadar survivor izleniyor. İnsanlar kavga, gürültü ile dedikodu ile beslenen saçma sapan yarışmacıların bir halatın üstünde nasıl yürüdüğüne, bir topu delikten geçirip geçiremediğine kilitlenip 4-5 saatlerini o ekran başında geçiriyor. Kazanılan bir değer yok, öğrenilen bir bilgi yok, son günlerin deyimiyle birbirine yükselen, hakaret eden ve gıybet yapan insanların günlük hikayeleri var. Bizler de onların içindeki kötülüğü ve seviyesizliği günü gününe takip eden, bomboş beyinlere dönüşmüşüz.
O arada ülkede ne olmuş, hangi kanun teklifi onaylanmış, mecliste ne karar alınmış, yurt dışında nasıl temsil edilmişiz, hangi bağnazlıklar yaşamımıza sokulmuş kimsenin umuru değil.

Tepkisizliğimiz; sadece yakınımızda bir olay olunca yaşadığımız "ya benim başıma da gelirse endişesi" ile zaman zaman hafifliyor. O da en fazla iki, üç gün. Sonra aynı fütursuz tavırlarımızla yaşamaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Dün İstanbul Atatürk Hava Limanında yaşanan tuhaf terörist saldırı ile gene bir silkelendik. Yaşananların yanında, yaşanabilecekleri konuştuk. TV karşısında sabahladık. Gene sayıları dinledik; kaç ölü, kaç yaralı, kaç canlı bomba... (Gene de eminim arada survivor'a dönüp kim elendi diye bakan olmuştur aramızda)
İçimiz sızladı, iki gün önce indiğimiz uçağı, üç gün sonra çıkacağımız seyahati düşünerek endişe kapladı içimizi. Bir tepki verdik mi? Yoo... Ama, bol bol yazıştık whats up gruplarımızla, resimler paylaştık, endişelerimizi, korkularımızı anlattık birbirimize. Ama hiç birimiz rahat ve serin evlerimizden sokağa çıkmadık, kimseden hesap sormadık, "Yeter artık" diyemedik. Ne oldu da son bir senede bu ülke bu hale geldi, neden başka ülkelerin içişlerine bu kadar burnumuzu soktuk, neden pisliğin göbeği olan orta doğuya bulaştık diye soramadık.
Hep uzaktan baktık, hep endişelendik, hep korktuk...

O arada ekonomi çökmüş, kültür ve tahammül seviyemiz yerlerde, Avrupa'nın en istenmeyen ülkesi olmuşuz, dünya lideri olacağız derken "Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz" konumuna gelmişiz, sporumuz bitmiş, tarihin belki de en büyük beyin göçünü yaşar hale gelmişiz, güvenliksiz kalmışız, mutsuzluk oranımız dünya zirvesine yerleşmiş, özgürlüklerimizi farkına varmadan kaybetmişiz........

Ve biz hep uzaktan bakmışız, hep endişelenmişiz, hep korkmuşuz...

Allah aşkına; kalkın artık şu Survivor'un karşısından...

ARTIK YETER!

Sevgiyle...


16 Haziran 2016 Perşembe

ANNELİK KARİYERİMDEKİ YENİ GELİŞMELER

Oldukça uzun zamandır "Ergen Annesi" yazılarıma ara vermiştim. Hem artık 17 yaşına gelen kızımı yazdıklarımla rencide etmemek düşüncesi hem de yaşadıklarımın çok da dikkate değer olmadığını düşünüyordum.

Bu yıl olay biraz farklı bir boyuta geldi.
Artık annelik kariyerimde "yönetici asistanı" ünvanını eklemiş bulunmaktayım.
Yönetici kim? Tabii ki bizim evdeki 17'lik ergen.
Öyle fazla atarı gideri olan bir tip olmamakla beraber, inanılmaz titiz ve takipçi. Tabii ki, kendiyle ilgili konularda.
Bendeniz de bunca yıllık yöneticilik kariyerimden oldukça bir geri düşmüş, eli ayağına dolanmış, panik haldeki asistan durumundayım.

Bu sene 11. sınıfta okuyan kızım, okuduğu okulun sunduğu ib (international baccaloria) programını alarak yurt dışında üniversite okumak üzere hazırlanmaya başladı. Ib programı bana göre yurt dışında okumak isteyen çocukları üniversite hayatına hazırlayan, tamamen araştırmaya, öğrenmeye ve kendini ifade etmeye yönelik müthiş bir program. Ancak; bunca sene ezbere alıştırılmış Türk öğrencileri için alışma ve adapte olma, zaman yönetimi yapabilme açısından zor bir yapısı var.

Neyse, konuyu bizim evdeki duruma getirirsem, sorumluluk sahibi ancak, zaman yönetimi konusunda sorunları olan bir genç kız ile zor ve meşakkatli bir süreç.
Çünkü, İstanbul'da merkeze uzak bir yerde yaşıyoruz ve sürekli getir götür işleri, doktor, dişçi randevuları, özel ders programları, bunların organizasyonları, takipleri, şoförlük, sekreterlik, beslenme uzmanlığı, hemşirelik, moral motivasyon için psikologluk, arada kaçan ayarları düzeltmek için disiplin memurluğu ... gibi daha sayamayacağım tarifsiz eğlenceli!, deneyimler ile biten bir eğitim yılı.
Ama henüz bitmedi; bu yaz hiç tatilsiz staj organizasyoları, üniversite ziyaretlerinin ayarlanması, vize takipçiliği, bütçe planlama, ergensel sorun çözümleme teknikleri, ... gibi daha önceden çok da tecrübe etmemiş olduğum yoğun bir süreç daha önümde uzanıyor.
Bazen birilerine azıcık şikayet edecek olsam, mesela anneme bir de üzerine fırça yiyorum. "Eee, tabii siz böyle yaptınız bu çocuğu. Herşeyi tam olsun, yok piyanosu, yok özel dersi, yok arkadaş buluşması. Her istediğini yapacağız diye koşturursun işte şimdi böyle. Hiiiç şikayet etmeye hakkın yok."
Gerçekten de biz böyle yaptık. Yani aslında her şey bizim yaşayacağımız şehri İstanbul olarak tercih etmemizle başladı. Sonra daha çocuk 6 yaşındayken İstanbul'un en uzak yerindeki okulu tercih etmekle olay farklı bir boyut kazandı. Gene bizim tercihimizle, merkezde değil, doğaya yakın bir siteye yerleşmekle pekişti...
Yani hem büyük şehirde yaşayayım, hem sakin yerde oturayım, hem çocuk iyi okullarda okusun, hem de çalışayım... dedin mi, işin zor.
Çocuk da her şekilde beklentisinin karşılanmasını, sosyalleşmeyi, yani aslında çocukluğunu, gençliğini yaşamayı istiyor ve bekliyor.

Sonuç olarak bu yıl kızım iyi bir karne aldıysa, bir karne de ben istiyorum.
Hem de takdirli...

Arada oflayıp, poflayıp yorgunluktan şikayet etsemde, kendi kendime; "Bu kızının her akşam yanında, yatağında olacağı, eve sesini, soluğunu katacağı son yıllar, söylenme tadını çıkarmaya bak" diye telkinde bulunuyorum.

İyi ki anne olmuşum, iyi ki de kızımın annesi olmuşum. Onu dünyadaki hiçbir şeye değişmem. Ergenlik de bir gün bitecek elbet...

Sevgiyle...

5 Haziran 2016 Pazar

PEYNİRLİ DEREOTLU POĞAÇA

Kızımı okula yollamadan önce mutlaka kahvaltı etmesini isterim. Sabahlariı çok erken kalkması gerektiğinden ve servisi yakalama stresi yüzünden çok hızlı olmamız gerekiyor. Büyüdükçe çeşit bulmak daha zor oldu. Eskiden ben ne hazırlarsam onu yerdi. Son bir iki yıldır okula gitme hazırlığı daha uzun sürer oldu, e tabii kahvaltıya ayrılan süre de iyice kısaldı. Artık kızım, bir iki lokmada atıştırılan şeyler ister oldu. Bu da beni zorluyor. Bu hafta bir de final sınavları haftası olunca sabahları stres yaşamamak için acil durumlar için elimin altında birşeyler olsun dedim ve pazar akşamından Peynirli, dereotlu poğaçalar hazırladım.
Valla mis gibi oldu, mutfaktan yayılan koku tüm evi sardı. Tarifi de blogdan paylaşmak şart oldu!



Peynirli, Dereotlu Poğaça

Malzemeler:
3-3,5  bardak un
125 gr tereyağ
1 bardak zeytinyağ
1 bardaktan 1 parmak az yoğurt
1 yumurta (beyazı içine, sarısı üzerine)
1 tatlı kaşığı tuz
1/2 tatlı kaşığı şeker
1 paket kabartma tozu
1/2 demet dereotu (ince kıyılmış)
150-200 gr peynir (beyaz ya da tulum arzuya göre)

Yapılışı:
Karıştırma kabına unu koyun, ortasını havuz gibi açın. Unun ortasına oda sıcaklığındaki tereyağını küp küp bölerek koyun. Zeytinyağını, yoğurdu, yumurta beyazını, tuz, şeker, kabartma tozunu ve ince kıyılmış dereotunu ilave edip iyice yoğurun.
Peyniri rendeleyin ya da küçük küçük kesin. 
Hamurdan ceviz kadar parçalar koparıp, avucunuzun içinde açın. İçine bir miktar peynir koyup hamuru kapatın ve iyice yuvarlayın. 
Fırın tepsisine yağlı kağıt serin. Hazırladığınız poğaçaları iki santim aralıklarla tepsiye dizin. Poğaçaların üzerine ayırdığınız yumurta sarısını bir fırça yardımı ile sürün.
Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında, poğaçaları üzerleri kızarana kadar yaklaşık 30-35 dakika pişirin.

Yanında taze demlenmiş bir çay ile bu kıyır kıyır poğaça kızım için harika bir kahvaltı alternatifi olacak. Size de en kısa zamanda denemenizi öneririm. Şimdiden afiyet olsun!

Sevgyle...