31 Ocak 2013 Perşembe

ŞEHİRDEN UZAKTA...

Bir sakinlik çöktü üzerime, bir rahatlık, bir huzur...

Şehirden uzak olmak, işlerden kısa bir süreliğine de olsa ayrı kalmak böyle hissettirse gerek.

Şehir demişken İstanbul'u kasdediyorum. Bu hafta iki günlüğüne İzmir'e gittik. Memleketime. Özlediğim, güzel insanların, rahat yaşadığı İzmir'ime...

Şehrin içi hala aynı, hala cıvıl cıvıl. Cafeler, restaurantlar dolu. İnsanlar keyifle yiyor, içiyor. Caddeler, dükkanlar hareketli.Sevinç pastanesinin önü hala kalabalık. Reyhan, Sir Winston öyle kalabalık ki sıra beklemek lazım. Ucundan tadarım diye sipariş edilen "Sunday" bittiğinde, suçlu suçlu etrafıma bakınmam o yüzden. Merkezin dışı ise biraz bozulmuş, çirkin binalar, çirkin insanlar... İzmir'in çehresi şehrin biraz dışına çıkıldıkça değişmiş. Renkler kararmış, binalar sanki aceleyle konmuş. Düzensizlik, başı bozukluk ciddi olarak fark ediliyor. Yazık olacak bu şehre. İzmir'li hala derin uykuda. Belli...Özlediğim şehrimi, kötü görüntülerinden arındırıp en güzel şekliyle hatırlamak üzere beynime bir kez daha kazıdım.

Ayvalık'a dönünce bir "Oh..." dedik.

Ayvalık yazlık bir belde değil. Burada yaşayan Midilli ya da Girit göçmeni bir halk var. Ya da ailesi buralı olup, hedeflerine buraya yerleşmeyi birinci öncelik olarak koymuş aileler var. Bu aileler her fırsatta buraya koşar. Ayvalıklı sakinlikten memnun, yaz aylarında yaşanan aşırı kalabalık burada yaşayan halkı bunaltıyor. Kış ayları ise sakinlikte doruk noktası. Ayvalık'ın poyrazı meşhurdur. Yazın Haziran sonu rüzgar başlar Temmuz, Ağustos derken Eylül'de ancak durur. Kışın ise rüzgar kesilir. Hava soğuktur ama deniz ipek gibi dümdüz olur. Güneş batarken gökyüzünün kızılını görmelisiniz. Bu yıl çok yağmurlar yağmış. Aralık-Ocak adeta hiç kesilmeden yağmış yağmur. Biz sömestre için geldiğimizde de ilk iki gün yağmurlu geçti. Yağmur dediysem öyle böyle değil, bildiğiniz seller götürdü ortalığı. Bir kaç gündür ise yağmur da kesildi. Şimdi tam kıvamında havalar. Serin, sakin ve kuru.

Yaz aylarında yaşanan kalabalık, kış aylarında yaşanmadığı için bu ayların keyfi özeldir. Cunda'da yer bulmak, restaurantlarda sakin sakin rakını mezeni yemek mümkündür. Perşembe pazarında rahatça gezer, alışverişinizi yaparsınız. Otoparklarda yer bulabilirsiniz.

Derdiniz illa ki denize girmek değilse, kış aylarında ya da baharda gelmek keyiflidir Ayvalık'a.
Bu güzel şehri, buranın insanıyla yaşamak için çarşıya pazara gitmek gerekir. Ayvalıklıların yemek yediği yerlerde yemek, pasajdaki köfteciyi keşfetmek, antikacıları gezmek, merkezdeki sanat atölyelerini görmek gerekir mutlaka. Akşam üzeri güneş batarken yürüyüş yapmak, sabahları fırından sıcak ekmek almak, çayı heykelin oradaki çay bahçelerinde içmek gerekir. Turist olarak gelmenin hiç kıymeti olmadığını o zaman fark edersiniz. Buranın nasıl yaşayan bir şehir olduğunu ancak o zaman değerlendirebilirsiniz.

İzmir'li, İstanbul'lu pek bilmez Ayvalık'ı. İzmir'li Foça'dan ileri geçmez. Çok uzak görür Ayvalık'ı. İstanbul'lu için de uzaktır genellikle. Bodrum, Antalya gibi uçakla gidivermek varken. 5-6 saat araba yolu zor gelir insanlara. Bu nedenle daha bakir kalmıştır Ayvalık. Son yıllarda patlayan Cunda muhabbeti çeker insanları buraya. Cunda'ya gelen de Ayvalık'tan bi haber döner genellikle. Tatil köyü zihniyetiyle genellikle Cunda'dan dışarı çıkmazlar. Orada yer, orada içer, orada denize girer, oranın sokaklarında gezerler. Kimisi Ayvalık'a adım atmadan şehrine döner.

Neyse biz memnunuz bu durumdan. Tek korkumuz; son yıllarda dillendirilen Ayvalık'ın içkiden arınmış (!), mazbut tatil yeri özelliğine dönüştürülme çabaları. Ayvalık halkı ya da Ayvalık sevdalılarını buna izin vermeyecektir diye umuyoruz. Bu güzel şehrin, kaliteli yapısının ve modern yüzünün değişmeyeceğine olan inancımız tam.

Sevgiyle...



 

28 Ocak 2013 Pazartesi

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 6

Hamile kaldığımı ilk öğrendiğimde "Allahım inşallah kızım olur" diye çok dua ettim. Allah da gönlüme göre verdi, dördüncü ayda, ultrason muayenesi ardından doktorum cinsiyetini söylediğinde  sevinçten ağlamıştım.

Doğumdan sonra kızımı kucağıma ilk aldığımda da "Benim mi bu şimdi?" diye ağladığımı hatırlıyorum. "Benim mi???" Bir sahiplenme, bir kabullenme durumu. Sonra ilk iş parmaklarını saymıştım, tam mı diye; nedense? Bebek doğduğu ilk an tamamen annenin oluyor. Çünkü hamilelik boyunca, bebekle fiziki teması bire bir yaşayan aslında sadece anne. Onunla doğumdan sonra en büyük bağı kuran da gene anne. Çünkü; bebek çevresini fark edene kadar, sadece emme fonksiyonuna sahipken, bire bir anneyle bağı var. Baba faktörü, bebek ancak biraz kendini bildikten ya da çevresini farkına vardıktan sonra devreye giriyor. Baba ancak, bebekle gülücükler ya da bakışlarla letişim kurabiliyor. 

İşte ben de aynen bu sebepten kızımla aramda inanılmaz bir bağ hissettim ilk andan itibaren.

Bu bağ, eminim ki her çocukla anne arasında var. Yani bizimki belki çok özel değil ama bunu bir de bana anlatın... Bizim şansımız biraz da ilk üç yaşını kızımla başbaşa geçirmemiz. Almanya'da yaşadığımız dönemde çekirdek aile olarak çok kenetlendik birbirimize. Babamız işteyken sadece kızımla ben vardık ve birbirimize can yoldaşı olduk.

Bu blog yazılarında ara sıra şikayet ettiğim ergen işte bu bebek. Şimdi bu bebek, 14 yaşında bir genç kız. Seneler içinde benimle olan bağı gelişti, sağlamlaştı ama başka bir boyut kazandı. Artık o bir birey, kendine ait bir dünyası var. Kendi kararları, kendi doğruları var. Artık O, bana bazen bir arkadaş, bazen bir sırdaş, bazen de bir rakip.

Büyüdüğünü en çok yaptığımız sohbetlerden anlıyorum. Artık bana akıl verdiği, ya da yol gösterdiği yorumlarla zenginleşiyor sohbetlerimiz. Yaptığı yorumlar çok akıllıca, eleştirileri gerçekçi ve yapıcı. Artık ihtiyaç duyduğumda bana yardımcı oluyor. Üstelik zevkli ve yaratıcı.

Son bir iki yılda benim üzerimdeki yükü de çok azaldı. Artık kendi sorumluluklarının farkında. Zaman zaman aklının dağıldığı, konsantrasyonunu kaybettiği olmuyor desem yalan söylemiş olurum. Böyle durumlarda da biraz uyarmak ya da dürtüklemek gerekiyor tabii. Özellikle sınav zamanları hala biraz stres yaşatıyor bana. Zaman yönetimi konusunu halledemedi. Belki de daha erken, her şey de hemen hallolacak diye beklememek lazım. Gene de başarılı bir çocuk olduğunu kabul etmeliyim. Hayattan ders alma ve kendini geliştirebilme konularında gelişime açık. En önemlisi de iyi kalpli  ve dürüst.

Hala büyümekte olduğunu bazen unutuyorum. Oldu diye düşünüyorum. Aslında yaşı tam arada. Bazen iyice çocuklaştığı, hatta garip davrandığı oluyor. İşte o zaman sabırlı davranmam gerektiğini kendimi hatırlatmak durumunda kalıyorum. Bu da bazen yorucu bir durum olabiliyor. Beni en zorlayan yanlarından biri de kızımın Boğa burcu olması. İnadı ile başetmek zor. Benim dediğim, bildiğim doğrudur durumu var malesef. Zamanla törpülenecek. O da öğrenecek. Benim işim uyarmak. Bunu da kızımı baymadan yapmak (bazen bayıyorum bunu da farkındayım).

Yeni bir denge kuruyoruz kızımla aramızda. Ergenliğin hayatımıza getirdiği en büyük değişiklik şu anda bu. İkimizde öğreniyoruz şu aşamada. Çünkü; bu hem kızım için hem de benim için değişik bir dönem. İnsan kendi yaşadıklarını malesef hatırlamıyor geçmişte. Bazen şikayet ettiğimde arkadaşlarım hatırlatıyor bana. Bu da iyi bir şey. Gerçek dostlar bunun için var. Gülüp geçen, yargılayan, yadırgayanlar malesef gerçek dostlar değil. Onlar yaşadığımız çelişkileri, verdiğimiz mücadeleleri zevkle izliyorlar, hatta keyifle ellerini ovuşturuyorlar...

Kızımla ben bu dönemi mümkün olduğunca hasarsız atlatacağız. Burada hasar diye bahsettiğim, anne-kız arası ergenlik döneminde yaşanan çatışmalar. Bizim kuvvetli bir bağımız var...İşte ben buna inanıyorum!

Sevgiyle...

25 Ocak 2013 Cuma

FARKINDA OLMAK VE ŞÜKRETMEK

Dışarıda muhteşem bir hava var. İstanbul kış şartlarına göre gayet ılık ve güneşli. Böyle havalar insanı dışarı çağırıyor. İş yerinde oturmak, çalışmak çok zorlaşıyor.

Ama iş de var, beklemez. Öyle olunca açıyorum müziği. Yeni bir radyo keşfettim. 107.4, Radyo Voyage. Güzel çalıyor genelde. İş yaparken hafif hafif müzik beni rahatlatıyor.

Masama içine nane yaprakları ve limon dilimleri olan su sürahimi de koydum. Yumuşak yumuşak çalışıyorum bugün. Keyifliyim. Huzurluyum.

Tatile girmek üzereyiz. Ergenimin okul ve ders stresleri bir süreliğine de olsa bitti. Bugün karne günü. Eskiden olsa okula karne almaya giderdik, neyse ki kızım büyüdü son birkaç yıldır böyle bir talebi yok. Bu yıl ilk dönemi biraz mücadeleyle geçirdik. "Çalış kızım, otur kızım, oyalanma kızım, kapat o telefonu kızım, yeter bu kadar TV - ödevin yok mu senin kızım"....... Kendi söylenmemden inanın ben sıkıldım. Bu yarı yıl tatili artık susacağım, öyle karar verdim. Ben de tatil yapacağım. Kızımla sekteye uğrayan iyi ilişkilerimi düzeltmeyi umuyorum.

İlk hafta kısa bir tatil programlıyoruz. Bakalım inşallah gerçekleşir. Ayvalık'a gideceğiz. Boş boş denizi seyredeceğiz tüm gün. Havalar bu haftaki gibi ılık gider umarım. Ama, havalar soğusa da, üşüsek de üzerimize kalın birşeyler alıp, terasta oturup oksijen depolayacağız. Sabahları mis gibi zeytinyağımızı, zeytinimizi, gevreğimizi yiyeceğiz. Ayvalık merkezdeki çay bahçelerinde oturup çay keyfi yapacağız. Gün batımını seyredeceğiz elimizde şarabımızla... Balık ve meze yiyeceğiz en tazesinden,  bol bol. Öğlenleri "Aranan Köftesi Esat"ta köfte piyaz yiyeceğiz. Kısacası hem bedenimizi, hem gönlümüzü dinlendireceğiz. İnşallah... (Biz bunları yaparken, kızımız saatlerce TV seyredip kendini eve mahkum etmez umarım.)

İkinci hafta İstanbul'da olacağız. Biz işte güçte, kızımız evde. Ama eminim gene bir sürü program yapar arkadaşlarıyla. Ben de şoförlük yaparım ara sıra. Olsun, eğlenecek tabii. Malesef eskisi gibi bizimle olduğunda çok mutlu değil. Artık arkadaşlarıyla çok mutlu. Onlarlayken eğleniyor, kahkahalar atıyor, bol bol konuşuyor. Bizimle olmaktan artık biraz sıkılıyor. Haklı, ben de o yaşlarımda arkadaşlarımla olmayı isterdim, onlardan keyif alırdım. Bu duruma ben alıştırdım kendimi de, eşim biraz bozuk atıyor hala... O da alışacak, çaresi yok.

Bugün iyi hissediyorum kendimi. Dışarıda parlayan güneşten mi, tatile gitme umudundan mı, yoksa okul bitti hissiyatından mı bilmiyorum...

Dün bir arkadaşım "çok şükür" diye yazmıştı facebook statüsüne. Ne kadar haklı diye düşünmüştüm okurken. Yeterince şükrediyor muyuz? Sanmıyorum...Ben kendi adıma yeterince şükretmiyorum.

O yüzden bugün ve bundan sonra daha çok farkında olmaya karar verdim. Başta sağlık olmak üzere, nelere sahip olduğumu fark etmeye ve daha sık şükretmeye karar verdim. Beni ben yapan her şey için "Şükürler Olsun !  Hamd Olsun !"...


Sevgiyle...




23 Ocak 2013 Çarşamba

ZEHİRLİ TOPLUM

Dün akşam saatlerinde İstanbul'un göbeğinde bir tarih yandı. Cayır cayır yandı boğazdaki Galatasaray Üniversitesi....Sadece bina değildi yanan, müthiş bir kütüphane, ender bulunan kitaplar, Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden birinin dökümanları, orada okumuş ya da okuyan insanların anıları...O okulu, Galatasaraylılıkla bağdaştırıp  "oh oldu-müstahak size" falan gibi kirli ağızlardan, zehirli beyinlerden dökülen mesajları okuduk gece boyu sosyal alemlerde. Nasıl bir kalptir, nasıl bir bakıştır, anlamak mümkün değil... En kısa zamanda binanın onarılacağını duymak istiyoruz. Korkarak da olsa bazılarının ifade ettiği gibi, bunun bir rant davası olmamasını umut ediyoruz...

Aynı zehirli beyinler durmadan kadınları öldürüyor toplumumuzda. Üstelik giderek artan bir ivme var kadın cinayetlerinde. Gün geçmiyor ki, yeni bir cinayet haberiyle yüreğimiz burulmasın. Bu konu sürekli zihnimi meşgul ediyor, neden neden diye...


Türk toplumunda aile kutsaldır değil mi? Ya da öyle midir gerçekten?

Öldüren adam kimi öldürüyor? Karısını, aynı yatağa yıllarca başkoyduğu kadını...Çocuklarının annesini...Sebep?? Çünkü kadın YILMIŞ. Yıllarca hizmet etmekten, bir iyi söz duymamış olmaktan, yediği dayaktan, saygısız ve sevgisiz bir evlilikten, kendini adama ve çocuklara adamış olmaktan...Ayrılmak istemiş. Yeni bir hayat hayali kurmuş. Dayak yemeyeceği, kendi yağında kavrulacağı bir düzen istemiş. Çocuğunu alıp anasının evine sığınmış. Namussuzluk yapmamış. Belki bir iş bulup üç kuruş para kazanıp kimseye yük olmadan İNSAN GİBİ kendi düzenini kurmak istemiş.

Ama, adam izin vermemiş. Sürekli rahatsız etmiş.
Çünkü, bu adam kendi başına hiç yaşamamış. Evlenene kadar, anne evinde anasından gördüğü üstün varlık muamelesini, evinde devam ettirirken karısının gitmesiyle düzeni bozulmuş. Kadınsız asıl yaşayacağını bilememiş. Üstelik O nasıl terk edilebilirmiş? Hangi kendine bilmez O'nu bırakabilirmiş? Kadının yeri evi, kocasının yanıymış! Kadın adamın namusuymuş! Kıçı başı oynamamalıymış... Kim kime namus bekçiliği yapabilir ki? Kim kimin içinden geçeni bilebilir?  Üstelik toplum da adamı desteklemiş. Sürekli kadını adama jurnallemiş; "Seninki şunu yaptı, şunu giydi, şununla görüştü..." Adamın içindeki zehri besleyen, O'nu azdıran gene bu toplum olmuş. "Nasıl bırakır senin gibi adamı?" diye kanırtmışlar adamı. Yaranın kapanmasına izin vermemişler, hep sıcak tutmuşlar durumu. Zehiri, zehirle yüklemişler...

Adam anlamamış, kadın için bir kez bitti mi bitmiştir herşey! Gözü ne evlilik görür, ne koca hatta bazen ne de çocuk. Duygusu bittiyse gözü birşey görmez kadının. Adam kadının üstüne gitmiş. Eve dön baskıları yapmış. Kapısında ağlamış, yalvarmış...Ama bir tek kadın gerçekten ne yaşadığını biliyor o evlilikte. Dönmemiş.

Adam da almış silahı, vurmuş kadını. "Ya yanımdasın, ya da toprağın" demiş. Aile kutsal ya...Hiç çocuklarını düşünmemiş. Kadını mezara, kendini hapise koyarken; ne olacak bu çocukların hali, bunlara kim bakacak diye umursamamış. Zehrini kusup rahatlamış. Çevresine de mesajını çakmış: "Kimse beni terk edemez, yoksa sonu fena olur!" diye... Toplum da rahatlamış. Adamlar karılarına gözdağı vermiş,"Bak gidersen neler olur gör." diye. Kadınlar (cesareti olmadığından gidemeyenler) "Layığını buldu" diye kendilerini avutmuş, hatta memnun olmuşlar.

Bu düzen böyle işlemiş, gitmiş. Arttıkça artmış toplumdaki bu zehir. Karısı terk eden her adam, potansiyel suçlu olmuş. Çünkü, birinin yaptığını öbürü yapmazsa, "Adam değildir." diye dolduruşa gelmiş.

Nasıl çözülür bu zehir, nasıl akıtılır kalplerden, beyinlerden bilmiyorum ama bir an önce çözülmeli. Pek çok kadın kuruluşu aktif çalışmalar yapıyor bu konuyla ilgili ama; daha derine inmek lazım. Sorunun kökenini bulup oradan yola çıkılmalı.İnsan değeri, kadın değeri bu kadar ucuz görülmemeli. Erkekler eğitilmeli. Çocukluktan itibaren ailede başlamalı bu eğitim. Sonra okullarda devam etmeli. Erkek ya da kadın olmak değil, insan olmak vurgulanmalı. Kazınmalı beyinlere.  Sonra, "oğlumuza kız istedik, kızı aldık" gibi kadını erkeğin gözünde beş kuruşluk bir mal durumuna sokan ifadelerden uzaklaşılmalı. Kadın da adam da değerini, yerini bilmeli. 

Çok şey yapılmalı ve bir an önce başlanmalı. Yoksa, daha çook kadın ölür, çok cinayet işlenir. Ve toplum giderek bu zehirin içine batar.

Sevgiyle...

21 Ocak 2013 Pazartesi

HIZLI HAFTA SONU

Her çalışan insan gibi hafta sonunu sabırsızlıkla bekleyenlerdenim.

Hafta sonu demek daha fazla uyku, dinlenme, saatlerce gazete ya da kitap okuma, gezme, sinema, dışarıda yemek, aileyle zaman geçirme... ve daha pek çok olaya fırsat bulabilmek demek. Bunların bir kaç tanesini yapabiliyorsanız ve keyifle yapabiliyorsanız o zaman iyi bir hafta sonu geçirdiniz demektir.

Çocuğu olan aileler bilir, çocuk belli bir yaşa gelince kendi programları oluyor, arkadaşlarıyla. Ebeveynleriyle fazla zaman geçirmek istemiyor. Adeta sıkılıyor sizden, bunu da hissettiriyor üstelik. Size de çocuğun şoförü olma işi düşüyor dolayısıyla. Bu durum zor aslında, çünkü gününüzü bölen, sizi oradan oraya koşturmak zorunda bırakan bir iş bu. Üstelik de İstanbul trafiğinde...

Bu haftasonu da bizim için böyle koşuşturmalı bir hafta sonu oldu.

Cumartesi benim için bayağı geç sayılabilecek bir saatte (9:30)  kalktım. Kızımla kahvaltıyı çabucak geçiştirip kuaföre gittik. Kızımın 8. sınıf mezuniyetinde yıllıkta basılacak fotoğrafları için stüdyo randevusuna hazırlandık. İnceden bir fön ve çok hafif bir makyaj yapıldı. (Foto çekimi için lazımmış, herkes yapacakmış !...) Sonra stüdyonun randevusuna yetişmek için arabaya atladık.

Kızıma bakmaktan arabayı zor kullandım inanır mısınız? Büyüdüğünü, çok zarif bir genç kıza dönüştüğünü ilk kez bu kadar net fark ettim. Sanki tırtıl kelebeğe dönüşüvermiş ve ben bunu ancak fark etmişim gibi - biraz zoruma gitti itiraf edeyim. Sonra yol boyu konuştuk, sohbet ettik. İki yetişkin gibi, iki kadın gibi. Kız çocukları ne çabuk gelişiyor, ne çabuk olgunlaşıyor? İnanılmaz! İçinde hala küçücük bir kız çocuğu da olsa, yavaş yavaş başkalaşıyor.Kısacası büyüyor, serpiliyor.

Fotoğraf çekiminin ardından arkadaşında kalacağı için biraz oyalanmamız gerekiyordu. Biz de fırsat bu fırsat deyip işyerimde Pamuk'u görmeye gittik. İyi ki gitmişiz, bizim yaramaz oğlan atlaya zıplaya yüksek şarap standına tırmanmış ve üzerinde duran 6 şarap kadehini düşürüp tuz buz kırmış. Biz içeri girdiğimizde en şaşkın ifadesiyle kırıkların arasında bakınıyordu. Allahtan patilerine batmamış, Allahtan camlardan yemeye kalkışmamış. Tabii, iş başa düştü. Kızım onu başka bir odada oyalarken ben kırıkları toparladım. Neyse herşey toparlanınca çıktık ve kızımı arkadaşına bıraktım. Gece de orada kalacak olduğu için, sırt çantasıyla mutlu mesut koşturdu arkasına bakmadan:(

Neyse bundan sonrası bize kaldı hafta sonunun. Biz de eşimle buluşup Nişantaşı tarafına gittik önce. Biraz yürüyüş ve bakınma, sonra Sinema ve ardından City's AVM'nin yukarsında açılan Mahalle'de süper bir yemek. Çok keyifli bir yer olmuş Mahalle. Bu İzzet Çapa acayip işini biliyor. Kimsenin doğru dürüst uğramadığı City's e öyle bir hayat katmış ki.. Hem AVM tıklım tıkış, hem Mahalle. Çok eğlenceli bir ortam yaratılmış. Manavı, mantıcısı, dönercisi, kuru yemişçisi, dondurmacısı, balıkçısı, kahvecisi, hatta kitapçısı ve kuryesi... Hepsi düşünülmüş, hepsi Mahalle'de yerini almış. Bravo diyor, ayakta alkışlıyorum! (Gittiğimiz filmi yarın yazayım, çünkü bu yazı fazla uzayacak.)

Ertesi gün sabah gene geç kalkıp kahvaltı, gazetelerin uzun uzun okunması ve ardından kızın arkadaştan alınması, ve bu sefer Meydan AVM'de Cem Yılmaz'ın sinema gösterimine gitme. Salon inanılmaz kalabalık. Ben biletleri bir gece önce internetten aldığım için yer bulabildik, yoksa aynı gün içinde mümkün olmazmış. Cem Yılmaz bildiğiniz gibi. Acayip güldük, eğlendik, kafaları boşalttık. Salonda bel altı esprilerde çatlayanlar oldu. Özellikle gençler. Benim ergen, nedense çok keyif almadı, hatta ikinci yarı biraz sıkıldı bile diyebilirim. Bense, iki saat sonunda kendimi masajdan çıkmışım gibi rahatlamış hissettim. Eve mi gitsek, dışarda mı bir şeyler yesek derken, hadi evde uğraşmayalım deyip gene dışarda yemek yedik. Herhalde bir türlü gitmek bilmeyen kiloların müsebbibi bu haftasonu yemekleri olsa gerek.

Akşam biraz TV seyredip, yatağa attık kendimizi... Yani biz bu haftasonu yukardaki listenin pekçok maddesini gerçekleştirebilmişiz. İyi bir hafta sonu geçirmişiz demektir bu, değil mi? İyi ama hızlı! Bazen yorulmuş hissediyorum kendimi bu tempo içinde. E, bu da yaşlanma belirtisi olsa gerek. Buna da alışacağız artık, elimiz mahkum!

Sevgiyle...

18 Ocak 2013 Cuma

ESKİ DOSTLAR

Dün akşam zor da olsa bir araya gelebildik. Bu kez bizim kolej grubundan İstanbul'da olanlarla. Gerçi çok minik bir gruptuk. Altı kişi! Ama nasıl keyifliydi anlatamam.

Tam 25 yıllık arkadaşlık. Kimiyle okulda hiçbir samimiyetimiz yoktu. Kimiyle yıllar sonra yollarımız kesişti. Kimiyle hiç kopmamıştık. Bu buluşmalar çok nadir olabiliyor malesef. Özellikle İstanbul'da toplanabilmek bir marifet gerektiriyor. Kolay ulaşılabilecek ortak bir nokta belirlemek gerekiyor, herşeyden önce. Çünkü, şehir çok büyük ve işler, evler..., herkesin farklı bir güzergahı var. Sonra, gün tespit etmek lazım. Birinin toplantısı oluyor, birinin çocuğu hasta...Ya da birinin seyahati varsa biri burada. Hal böyle olunca, ortaya bir tarih atıp, bir de yer söyleyip artık kim gelirse deyip toplanabilenlerle beraber olmak en iyisi.

Biz de bu hafta bir gün seçtik, bir de Levent Kanyon'u lokasyon belirleyip kızlarla buluştuk. Kızlar dediğim de işte benim yaşıtlarım. Ama inanın, biz birbirimize hiç büyümüyoruz. Hala; sanki üzerimizde beyaz gömleklerimiz, beyaz dizaltı çoraplarımız, yeşil kareli okul eteklerimiz varmışçasına sohbet edip kahkahalar atıyoruz. Konular derslerden, öğretmenlerden, sevgililerden; kocalara - eski kocalara, çocuklara ve kilolara kaymış olsa da; aynı deli genç kız tavrımızla muhabbet ediyoruz....

Eğleniyoruz. Kimse kimseye kasmıyor, ego tatmini sıfır. Çünkü biz bizi biliyoruz...En pespaye okul hallerimiz gözümüzün önünde. Sınıftaki deliliklerimiz hala aklımızda. Yani olduğumuz gibiyiz. Doğalız. Samimiyiz. Açığız birbirimize. İnanılmaz rahatız bizrbirimize karşı. Aman kaşı oynadı, gözü seyirdi, yanlış mı anladı....? Hiç böyle bir sıkıntı yok.

Dün akşam da, evli ve çocuklular, bekar ve çocuksuzları baydık bol bol. Ergen çocuklarımızın komik ve bazen de dehşet verici anılarını anlattık birbirimize. Yok aslında birbirimizden farkımız deyip rahatladık azıcık. Okul anılarımızla gözlerimizden yaşlar gelene kadar güldük. Hatırlayamadığımız arkadaşlarımızı düşünüp beyin patlattık- gene de hatırlayamadık :( Diyetisyen ve rejim önerileri yapıp, bel ağrılarımızı konuştuk. İş yeri maceralarımızı paylaştık. Bekar olanların rahat hayatına özendik. İstiklal, beyoğlu maceralarını dinledik ağzımız sulana sulana.


Ve güldük, öyle çok güldük ki, gözlerimizden yaşlar geldi. Gürültü de yaptık ister istemez. Herkes birbirinin sesinin üstüne çıkmaya çalışınca hep böyle oluyor zaten.

Bir ara çevre masalara kaydı gözüm. Kınıyorlar mıdır bizi diye düşünerek. Ama yok, o kadar belli ki içimizdeki samimiyet. Dışarı da yansıtmışız herhalde, insanlar hafif tebessümle bakıyordu bizim masaya. Hatta belki arkadaşlığımıza biraz da imrenerek.

Akşam zor geldi dağılmak. Daha sık görüşelim diyerek kalktık masadan. Aslında ayda bir, hadi bilemedin iki ayda bir bu kadar keyifli bir zamanı yaratmak lazım değil mi?

Ben bu işi ayarlamaya gönüllüyüm kızlar. Bir ergen büyütürken, bir gecelik de olsa kendi ergenliğime dönmek çok mutlu etti beni. Fırsat yaratacağım bunu daha sık yaşamak için. Siz de lütfen kendinizi ayarlayın. Habire bahane üretenler grup dışı kalacaktır. Ona göre!

Sevgiyle....

16 Ocak 2013 Çarşamba

TARTIŞMANIN DA KÜLTÜRÜ OLUR MUYMUŞ???

Bizim kültürümüze uymayan, bizim bir türlü öğrenemediğimiz bir kavram; "tartışma". Sözlük anlamına baktığınızda, en fazla kullanılan üç anlamı var:

TARTIŞMA: 1.Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunma: 2. Karşılıklı ağır sözler söyleyerek yapılan çekişme, atışma, ağız dalaşı, dil dalaşı, dil kavgası, ağız kavgası, münakaşa 3. Bir sorun üzerine sözle veya yazılı olarak karşılıklı savunma.

Dikkat ederseniz her üç anlamı da bir fikri, bir düşünceyi konuşarak ikna yoluyla savunma anlamı taşıyor. Siz hiç iki Türk arasında yaşanan bir tartışmanın kavgaya dönüşmeden sonuçlandığını gördünüz mü?  Hakarete varmayan, hatta kaba şiddete yol açmayan kaç tartışmaya şahit oldunuz?

Almanya'da yaşadığımız dönemlerde, Almanların en hayran olduğum özelliklerinden biriydi, tartışma kültürleri. Adamlar, en hararetli konularda bile genellikle en sakin ses tonlarıyla, çılgın el kol hareketleri yapmadan tartışır ve ortak paydada birleşemeseler de sonunda herkes dönüp kendi yoluna giderdi. Öyle sokakta arabasından inip birbirine tekme tokat giren, sokakta yumruklaşan filan pek göremezdiniz oralarda.. Ancak, birahane önlerinde, alkol duvarı fazlasıyla aşılmışsa kontrol kaybolur, tartışma değil kavgalar başlardı.

Biz de ise; rakip takım tartışmaları, ayrı siyasi ya da dini görüşler, farklı sanat yaklaşımları, ailevi tartışmalar...gibi,  her konu - ama her konu; sonu hakarete bağlanan, saygısızlığın diz boyu olduğu hatta kaba şiddete dönüşen kavgalara dönüşüyor. Kimse sakin sakin görüşünü savunamıyor. Sesler yükseliyor, el kol hareketleri başlıyor. Karşı taraf "indir o elini - kolunu, yoksa...." diye olaya giriyor. Küfür, kıyamet, yumruk, tekme...Artık Allah ne verdiyse..!


En eğitimlimiz, en kendini kontrol etmesi gerekenimiz bile tartışmayı bilmiyoruz, sesimizin yükselmesine, yüzümüzün - ifademizin çirkinleşmesine gem vuramıyoruz, küfürü kontrol edemiyoruz, vücut dilimize söz geçiremiyoruz.

Neden diye düşününce cevabını da pek bulamıyorsunuz aslında. Kanımız mı kaynıyor bizim? İçimize kaçan şeytanlar, daha mı fazla Avrupalınınkinden? Beynimizdeki kontrol ünitesi kısa devre mi yapmış? ... Ya da belki, çocukluktan tamamen yanlış öğrenmişiz tartışma kültürünü. Annemiz, babamız, okuldaki öğretmenimiz savunmak istediğimiz görüşleri dinlemek yerine, bastırmış. Konuşmayı, kendimizi ifade etmeyi öğrenememişiz. Bizim gibi kendini ifade etmeyi bilmeyen arkadaşlarımızla, ancak kavga ederek, kendi fikirlerimizi kabul ettirmeye çalışmışız. İkna etmek olmamış hiç amacımız, kabul ettirmek, dikte etmek olmuş! Üstelik bunu yaparken, kırıp dökmeyi marifet bilmişiz. Güç gösterisi gibi görmüşüz, tartışma ortamlarını arenaya çevirmişiz. "Benim babam, senin babanı döver " demişiz. Nerdeyim, kimim diye düşünmemişiz - tartıştıkça kendimizi kaybetmiş, kontrolsüz kalmışız. Sesimizi yükselttikçe, sertleştikçe haklı çıktık sanmışız...

Oysa; ne kadar antipatik göründüğümüzü hiç fark etmemişiz. Hakaret ettikçe o hakaretlerin altında aslında kendimizin ezildiğini görmemişiz. Haklıyken haksız hale düşebildiğimizi anlamamışız...

Ben eminim ki, tartışmayı öğrendiğimiz gün büyüyeceğiz; hem birey hem de toplum olarak. Saygınlığımız artacak. Kabul görür olacağız. Görüşlerimiz dikkate alınacak. Bunun için de önce herkes kendine dönmeli. Kendi şapkasını önüne koyup kendini tartmalı. Ama mutlaka olmalı.

Yoksa, fevri, aykırı, kabul görmeyen bir toplum olmanın ötesine geçme şansımız yok malesef....

Sevgiyle!





14 Ocak 2013 Pazartesi

BOL FİLMLİ HAFTA SONU

Havalar soğuk olunca dışarıda aktivite yapmayı çok tercih etmiyoruz. O nedenle Cumartesi günü İstinye Park'ta sinemaya gittik, hatta bir delilik yapıp bir filmden çıkıp ikinci filme girdik. Dolu dolu bir sinema deneyimi yaşadık ve mutlu olduk. Her iki film de üzerinde konuşacak çok fazla konu verdi bize...

İzlediğimiz ilk film Anna Karenina'ydı. Başrol kadın oyuncusu Keira Knightley. Kadını severim, oyunculuğunu beğenirim ama zavallının üzerine sanki bir sinema laneti düşmüş gibi, illa dönem filmlerinde oynuyor. Sanki başka rol teklif edilmiyor zavallıya. Bir de mimikleri filan aslında hep aynı, adeta Pride & Prejudice'daki Elizabeth Bennet'i seyreder gibiydim tekrardan. Aldatılan kocayı, Jude Law oynuyor. Adama bayılırım, bu rolde de çok başarılıydı bence. Tamamen görünmez ve silik olmayı başarmış. Genç sevgiliyi oynayan aktörü (Aaron Taylor-Johnson) hiç tanımıyordum. Bana çok antipatik geldi. Fazla feminen bir tip. Herhalde o dönemin yakışıklısı öyle olurmuş diye seyretmek zorunda kaldım filmi. Filmin en vurucu tarafı inanılmaz bir yönetmenlik örneğiolmasıydı. Kurgu bir tiyatro sahnesinden yola çıkılarak yapılmış. Sahneler ve mekanlar hep o tiyatro sahnesi üzerinden bağlanıyordu birbirine. Son yıllarda izlediğim en farklı yönetmenlik anlayışlarından biriydi diyebilirim. Kıyafetler, takılar, dekorlar...hepsi birbirinden etkileyici ve tam seyirlik. Mutlaka görmenizi tavsiye derim.

Anna Karenina'dan çıkıp alelacele bir kahve molası verdik. Ve doğruca ikinci filme girdik. Bu filmle ilgili hiçbir fikrimiz yoktu. Ne yorum okumuştuk, ne de konusunu biliyorduk. Oyuncular, hiç tanımadığımız Hintli aktörler. Sadece Gerard Depardieu, O'da kısacık ama önemli bir rol almış.  Film hakkında tek bilgimiz, filmin onbir dalda Oscar'a aday olduğuydu.  Pi'nin Yaşamı'ydı bu inanılmaz üç boyutlu filmin adı. Bu masalsı film, bir gencin başından geçen ve belki de bir ömür boyu yaşanması mümkün olmayan bir macerayı konu alıyor. Aslında bu gencin ailesi, yaşadığı ortam, hatta ismi zaten bir macera. Çocuk tam bir savaşçı ve O'nu savaşçı yapan yaşadıkları. Çocuk yaşta öğrendikleri, yaşadığı tecrübeler inanılmaz bir hayat mücadelesinden zaferle çıkmasını sağlıyor. Filmin sonunda ise bu gencin macerasından büyülenmiş ama hikayesini sorgularken buluyorsunuz kendinizi. Müthiş bir yapım. İnanılmaz çekimler, daracık ama sonsuz bir mekanın büyüleyici atmosferi... Mutlaka görün derim. Bu film, bu yıl Oscar'ları toplar gibime geliyor. Bakalım ve görelim... 

Bu hafta sonu sinema açısından bizim için verimli geçti. Evde de çok film seyrediyoruz ama sinemadaki keyfi alamıyoruz. En büyük üzüntüm bu aralar tiyatroya gidemedik hiç. Bir arkadaşım facebook'tan mesaj atmış. Tiyatroya gidin diye...Çok haklı, onun zevki de apayrı. Oyuncunun sesinin tınısı, gözünün yaşı, alnının terini gözünle görmek ya da hissetmek de apayrı bir tat.

Tiyatro için önerileriniz varsa lütfen paylaşın benimle. Ve lütfen sinemaya gitmeyi ya da tiyatro oyunlarını izlemeyi ertelemeyin.

Sevgiyle...

11 Ocak 2013 Cuma

SABIR ÇATLATAN ERGEN

Havalar berbat. İstanbul buzz gibi soğuk. Geçen hafta iki gün kar yağdı, etkisi hala devam ediyor. Kar yağınca okullar tatil de olsa çocukları evde tutmak mümkün olmadı malum. Hepsi karlara yayıldı, kardan adamlar yapıldı, kar topları oynandı, hatta rampalardan kayıldı.


Bizim evdeki ergeni de zapt etmek mümkün olmadı tabii. Giyindi, sarındı; Çarşamba günü kendini karlara attı. Saatlerce dışarda kaldı. Eminim ki, çok eğlendi. Hatta akşam eve zor aldım desem yeridir. Eve girer girmez sıcak banyosunu yaptı, akşam ılık çorbasını, taze sıkılmış meyve suyunu içti. Ama tabii, Perşembe sabahı uyandığında çok hafif bir ateş ve boğaz ağrısı başlamıştı.

Perşembe günü sabahın 6'sında, ateşi çok olmadığı ve önemli bir sınavı olduğu için, biraz da benim ısrarımla okula gitti. Giderken gözleri sulu sulu bakıyordu. Neyse, zaten bu yüzden bütün gün kendimi huzursuz hissettim. Bir de üzerine önce kızım tarafından, sonra da okul revirinden aranınca günüm iyice karardı. Kızım ağlamaklı; "Çok kötüyüm, sınavım da berbat geçti zaten..." diye sızlanır, okul hemşiresi "Ateşi 37,5, doktorumuz muayene etti, şu şu.. ilaçları verebilir miyiz?" diye sorarken, ben iyice vicdan azabının derinliklerine battım...

Okulun bitmesine yaklaşık bir saat kala, hemşire tekrar aradı, ateşinin 38,5 olduğunu söyledi. "Okuldan almanıza gerek yok, nasılsa bir saat kaldı servislere" dedi. Ben de hak verdim. O arada kızım, gizli saklı arayıp sürekli sızlanıyor tabii, "Almadın beni okuldan, almadın beni okuldan..."

Son olarak servisten - en suçlu sesiyle - tekrar aradı ve servise geldiğini ama, MONTUNU okulda unuttuğunu söyledi. (Bu arada kızımın okulu Kurtköy'de, orada dizboyu kar var...)Anladığınız üzere, benim şaşkın ergenim, okuldan servise kadar montsuz gitmiş, sonra servis kalkar, geç kalırım korkusuyla geri dönememiş. Ateş 38,5! ve Mont yok....Servisin içi belki yol boyu sıcak ama, her öğrenci indirişinde kapı açılıyor ve buz gibi soğuk hava içeri doluyor. Bir de tabii, servisten eve kadar yürüyecek...

Allahım ya sabır! Bu arada, zaten kızmışım, zaten vicdan azabım tavan yapmış, bir de en iyi dersinden acayip düşük gelen sınav notunu araya sıkıştırıp söylemez mi... Sanırım, aklı sıra nasıl olsa kızdı Annem, notu da söyliyeyim de aradan çıksın diye düşündü....AAAAAAaaaaaaaa...
Bu ne ya! Sinir - stres yüklemesi mi var! Ne oluyor!!!

Eve barut gibi gittim. Yol boyu ciddi bilendim. Haddini bildirip, rahatlamalıydım...

Ama, kızımı görünce!...O melül melül bakan, ateşli gözleri görünce...Doğru dürüst çıkmayan, hırıltılı sesini duyunca... Yangın yeri gibi alnını elleyince...Zaten incecik olan bedeninin titrediğini fark edince...

Off, offf! Sarıldım kızıma, bebek gibi uzun uzun salladım kucağımda...

Hemen doktora gittik, ilaçlarına doğru düzgün başladık.

Allahım sen kızımı koru. Çok hasta, çok! Valla bir daha kızmıyacağım. Hiç söylenmeyeceğim. Bir an önce iyileşsin yeter ki... Bir de şu salak ergenlik şaşkınlığından bir önce kurtulmasını sağla... AMİN!!!

Sevgiyle



9 Ocak 2013 Çarşamba

SOĞUK HAVALARA HAMUR İŞİ YAKIŞIR

Bugün dışarıda gündüz hava ısısı -3C. İstanbul için ciddi bir soğuk var.

Sabah çok kolay olmasada evden çıkıp işe gelebildim. Aslında, bunun için ciddi bir çapa harcadığımı da söylemem lazım. Çünkü, evde oturduğumda kendimi yemeye ve içmeye veriyorum. Durmadan sıcak birşeyler içesim var. Canım da sürekli hamur işi çekiyor. Bu tuzağa düşmemek için evden kaçtım bugün. İşlerimi de toparlamam lazım. Pamuğu da çok özledim ve merak ettim! Bu soğukta iş yerimiz de malesef soğuk oluyor. Gerçi Pamuk oğlum da bu aralar bayağı kürklendi. Kendini koruyor, ama o da yalnızlığı sevmiyor ve bizi çok özlüyor. O nedenle aklım hep Pamuk'ta...

İletideki fotoğrafı görüntüleNeyse; dün bütün gün evde olunca, akşama uzun zamandır yapmadığım kolay pizzamdan yapayım diye düşündüm. Öğleden sonra, sıkı sıkı giyinip, bereleri eldivenleri takıp karlarda bata çıka, bizim sokaktaki fırına yürüyüp ekmek hamuru aldım. Biz sadece üç kişi olduğumuz için ve ben çok az yediğim için tek hamur bize yetti. Hamuru akşam yemek saatine kadar buzdolabında sakladım.

Yemekten 40-45 dakika kadar önce hazırlıklara başladım. Bolca sucuk dilimledim. Polonez'in hazır dilimlenmiş Macar Salamınından bolca çıkardım. Kış aylarında evimizde genelde bulunan Pastırmaların da çemenlerini çıkarıp ayırdım. Yarım tekerlekten biraz fazla taze kaşar rendeledim. Yaklaşık 3-4 kaşık köy salçasını 2-3 kaşık zeytinyağ ve yarım bardak kadar suyla seyreltip (sıvı değil sürülebilir halde olacak) içine bolca kekik ve biraz karabiber ekledim ve malzemelerim tamamlandı.

Daha sonra unlanmış tezgahta hamurumu biraz zeytinyağ ilavesiyle yoğurup, merdaneyle döndüre döndüre inceltip şekil verdim. İncecik hale gelen hamurumu dikkatlice, hafifçe yağlanmış fırın tepsime yerleştirdim.

Hamurumun üzerine sırasıyla önce salçamı sürdüm. Sonra eşit miktarda kaşar peynirimi yaydım. Ne kadar çok, o kadar lezzetli! Peynirin üzerine sucukları, salamları ve pastırmaları bolca yerleştirdim. (Pişince daha da bol koyabilirmişim dedim ama bu lezzetini etkilemedi.) Kızım mantar, gibi ekstra malzemeleri fazla sevmediği için bu kadar çeşit malzeme bize yetti. Siz arzu ettiğiniz daha pekçok malzemeyi ekleyebilirsiniz.

İletideki fotoğrafı görüntüleÖnceden ısıttığım yaklaşık 175 derece fırında, 15-20 dakika pişmesi yetti. Üzeri hafif kızarınca piştiği anlaşılıyor zaten. İncecik ve çok lezzetli bir pizza oldu. Hem de bu soğuk havada, hamurişi bizi mutlu etti. Eşimle ben yanında harika bir kırmızı şarap (Mahra - Cabernet Sauvignon & Syrah) açtık. Gece boyunca keyifle yudumladık.

Hem çok pratik, hem çok lezzetli, hem de hepimizi çok mutlu eden bir akşam yemeği; işte bu olsa gerek...

Afiyetle...

8 Ocak 2013 Salı

KONSANTRASYONSUZ ERGEN!

Acayip bir hava var dışarıda. Resmen göz gözü görmüyor. Kar sabah lapa lapa başlamıştı, şu anda kar fırtınasına çevirdi.

Evdeyiz her kar yağışında olduğu gibi. Evimiz, İstanbul'un yüksek bir bölgesinde olduğu için genelde en şiddetli kar yağışları burada oluyor. Dolayısıyla yollar buzlanıyor ve evden çıkmak tehlikeli bir hale geliyor. Bir de hep söylüyorum; bir İzmirli olarak karda araba kullanma konusunda hala biraz tırsıyorum, bu iş sonradan pek öğrenilemiyor....

 
Hal böyle olunca, evden çalışmak ve işleri aksatmamak gerekiyor. Bilgisayar açılıyor, mailler, yazışmalar, telefon görüşmeleri evden yapılıyor. Benim için çalışırken konsantre olmak önemlidir. İşleri çok uzun zamana yaymayı sevmem, toparlayıp bitirmek isterim. Okul hayatımda da aynı yolu izlerdim. Ders çalışma işini uzatmazdım. Bunu yapabilmek için de sınıfta iyi ders dinlerdim. Sınıfta öğrendiklerimi tekrar etmek, üzerinden geçmek yeterdi.

Üniversitede hatırlıyorum; kızlarla vize ya da finaller öncesi toplanır, evde ders çalışırdık. Herkes belli bir zaman sonra dağılır, işi dalgaya vururdu. Onlar, bütün gece beraberiz, sabahlar bitiririz diye düşünürdü. Bense, onları toparlamaya, en kısa sürede bitirmeye çalışırdım ki, uykusuz kalmayayım. Yoksa uykusuz sınava girmek hiç bana göre birşey değildi.

Bugün kızım da okullar tatil olduğu için evde. Karne öncesi son sınavlarına çalışması lazım. Ama asla konsantre olamıyor. 10 dakika masasında oturuyor, sonra aklına birşeyler gelip muhabbet etmek istiyor. Sanırım sınıfta pek ders dinlemediği için, nelere öncelik vermesi gerektiğini bilmiyor. Örneğin haftasonu din sınavına bütün bir Pazar günü çalıştı. Din sınavına!...Çünkü pazar günü de kırk kere oturup kalktı. Sürekli konuşacak bir mevzu bulabiliyor, sürekli anlatacağı bir şeyler var. Tabii böyle çalışmak çalışmak olmuyor. Hem okudukları aklında kalmıyor, hem de normalde bir iki saat sürecek bir çalışma bütün gün sürüyor. Ha, bu arada arayan arkadaşlar, gelen mesajlar, herbir koldan yağan cırt pırt uyarı sinyalleri zaten dağınık olan aklını daha da bulandırıyor. Kendi de aynı şeyi yapıyor tabii. Sürekli soru sorma bahanesiyle birilerini arıyor. Ara ara kopup twitler atıyor, mesajlar yolluyor...Bunu da bana çaktırmadan yaptığını düşünüyor.

"Böyle yapmaması gerektiğini, bütün gün masa başında kaldığını, böyle olunca başka hiçbir şeye zaman bulamadığını" filan sanırım milyon kere söylemişimdir, ama nafile... Bazı arkadaşlarım bunun ergenlikle ilgili olduğunu, geçeceğini sabretmek gerektiğini söylüyor. Bense kızımın masa başında geçirdiği bu saçma zamana çok acıyorum. Onun için üzülüyorum ama yapacak birşey yok. Sınavlara çalışılacak. İster bir saat, ister beş saat. Karar kendisinin... En komiği de beni kandırdığını sanması...Ama yemezler, o giderken ben çoktaaaan dönmüştüm:))

Sevgiyle...

7 Ocak 2013 Pazartesi

TEKNOLOJİ ÖZÜRLÜ

78 yaşındaki annem için, teknolojik aletler hep biraz korkutucudur. Evine gittiğimiz her sefer, tedirgin olur ve  özellikle tembih eder, "Aman çocuklar televizyonla oynamayın, ayarları değiştirmeyin, yoksa ben kullanamam" diye. Cep telefonunu hep en basidinden ister, çünkü sadece arama yapmak ve çağrı cevaplamak için kullanır. Hatta bir araya geldiğimizde, annemin telefonundaki mesajları silmek mutlaka yapılması gereken bir iştir.

Şimdi bunları niye anlatıyorum diye düşünüyorsanız...

Yeni yılla birlikte kullanmaya başladığım, i-pad ve hiç alışık olmadığım bir sisteme sahip olan android işletimli cep telefonu nedeniyle hayatım bir kaosa dönüştü! Gerçekten!

Telefonu elime alıp ilk açtığımda (hep adetim olduğu üzere) önce eşimi aradım. İlk onun sesini duymayı nedense uğur bellemişim. Aradım iyi de, telefonu kapatamadım!!! Çünkü, ekranda kapatma tuşunu göremedim. Mailleri kurmak için uğradığım servise sordum, adam inanamadı. Arkamdan gülüştüklerine eminim... Mailleri kurduk, ama bir hata olmalı, çünkü mail geliyor ama ben yollayamıyorum. 3-4 gündür bunu çözmeye çalışıyorum ama anlayamıyorum. Sisteme alışmam çok zor olacak sanırım. I-pad için de durum pek farklı değil. I-phone kullanmayalı 3-4 sene olduğu için sistemi unutmuşum. Tabii; bir de çok şey değişmiş o zamanda bu zamana. Alışacağım inşallah. Benim bu beceriksizliklerimle en çok kızım eğleniyor. Bayağı bir dalga konusu oldum evde.

Aslında sorun, benim beceriksiz olmam değil! Konu, benim bu teknolojilere uzak olmam. Ben ve benim yaşıtım pekçok kişi için, bu akıllı telefonlar, bilgisayar sistemleri filan sonradan öğrenilen ikinci, üçüncü lisanlar gibi. Ne kadar çok kullanırsanız, o kadar pratik olmaya başlıyorsunuz. Kullanmadıkça da körelip unutuyorsunuz. Kızım ve onun yaş grubu ise bu sistemleri ilkokulda, hatta okul öncesinde kullanmaya başladıkları için onlarınki, ana dil kıvamında oluyor. Her sisteme otomatikman uyum sağlayabiliyor, kullanımda çok seri oluyorlar.

Üstelik iş sadece telefonla, bilgisayarla da bitmiyor. Artık herşey akıllı. Son sistem televizyonlar mesela...TV'den bilgisayara bağlanmak, mouse'la değil de elle ekrandan kumanda etmek... DVD'nin akıllısı, mutfak aletlerinin zekisi...? Kahve makinaları bile artık pek zeki. Bir de dikkat ediyorum artık, bu cihazların içinden çıkan kullanma kılavuzları da iyice özete bağladı. Hiç detay yok. Benim gibi uyum sorunu yaşayanların hayatını kolaylaştıracak hiçbir bilgi yok içlerinde. Deneme yanılmayla öğrenmeye çalışıyoruz alet edevatı...

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de akıllı evler, akıllı arabalar...Tüm bunlar; aslında insanların hayatını kolaylaştırmak amacıyla yapılan, bu amaçla geliştirilen sistemler olmakla beraber, benim gibi orta yaş grubuna dahil pekçok insan için - en azından alışana kadar - hayatı kolaylaştırıcı değil, hayatı zorlaştırıcı özellikte oluyorlar.

Anlayacağınız benim telefon ve i-pad'le olan imtihanım bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Bu süreçte, sizi arayamazsam, mesajlara dönemezsem, ya da mail filan atamazsam bunu "ikinci lisan"daki yetersizliğime verin lütfen. Ve, beni merak etmeyin, ölmek var dönmek yok, kızımın alaylarından da asla yılmak yok!!!

Sevgiyle...


3 Ocak 2013 Perşembe

DOĞRUSUNDAN ŞAŞMAMAK

Sapanca'daki evimiz, sürekli yaşanmadığı için bazen yoksunluk evi olabiliyor. Evde uzun süre dayanan ürünler dışında, son kullanma tarihleri geçer düşüncesiyle fazla stok yapmıyorum. Bu durum özellikle mutfakta bazen sorun yaratabiliyor. Aklımda kalan eksiklerin bir kısmını İstanbul'dan toparlayıp götürüyorum. Bir kısmını da oradaki Migros'tan gittiğimiz gün alıyorum. Gene de unutulan, eksik kalan birşeyler olabiliyor.

Bu yılbaşı da gene inanılmaz bir alışveriş yaparak eve yerleşmemize rağmen, Pazar günü arkadaşlarımızı çaya davet ettiğimde, gene de birşeyleri unutmuş olduğumuzu fark ettim.

Arkadaşlarımız için önce güzel bir peynir tabağı hazırladım. Üzerine mis gibi Ayvalık zeytinyağı gezdirilmiş ve biraz dağ kekiği serpilmiş Ayvalık zeytinlerimizi de sofraya ekledim.

Sık sık konuşulduğu için çayın yanına Anasonlu Peksimetimden yapmaya niyetlendim, ama... Dolapları karıştırınca fark ettim ki, karbonatım yok. E olabilir dedim, yerine yarım paket kabartma tozu koyayım. Ana malzemelerden biri olan anasonun olmadığını görünce de, yerine kekik koyayım. O da baharat, bu da; kekikli peksimet değişik bir yorum olur diye düşündüm ve öyle yaptım. Hemen o anda pişirince, ılık ılık fena gelmedi tadı. Sohbet ve çay eşliğinde güzel gitti. Ama en büyük özelliği dayanıklılığı olan  peksimetim ertesi sabah bir felaket olmuştu. Fazla yağlı, tatsız, lezzetsiz...

Bazı lezzetlerle oynamamak, değişik maceralar denememek lazım. Tariflerin orijinal hali yıllarca denenmiş ve garantili lezzetler oluyor çoğunlukla.

Aslında hayatın tümünde bu gerçekle yüzyüze geldiğim anlar oluyor. Yıllardır denenmiş ve doğruluğu ile ilgili problem olmayan konular farklı uygulandığında alınan sonuçlar olumlu olmayabiliyor.

Bu konuda bir düşüncemi de vesileyle paylaşayım.

Üç kardesin en küçüğü ve bayağı da bir tekne kazıntısı olarak, ailem tarafından büyük bir hoşgörüyle büyütüldüm. Annem ve babam son derece modern fikirli ve açık görüşlü insanlardı. Ancak buna rağmen, evimizde mutlak bir disiplin ve kurallar zinciri hakimdi. Annem anne, babamsa babaydı ve asla benim arkadaşım rolüne bürünmediler. Arkadaş ilişkilerimi kendimin düzenlememe karışmadılar. Annem her konuda konuşabileceğim, açık olabileceğim ve fikir alabileceğim bir konumdaydı. Babam ise biraz daha çekindiğim ve bazen arada iletişimi annemin kurduğu bir yapıdaydı. Beni asla ezmediler, doğrularımı takdir edip, yanlışlarım konusunda uyarma yoluna gittiler. Ama her zaman bildim ki, evimizin mutlak hakimi anne ve babamdı, asla biz çocuklar olmadık. Fikirlerimiz hep soruldu ve değerlendirildi ama son kararı evde büyükler verdi.

Açık olmam gerekirse ben de bu yetiştirme tarzından hiç olumsuz etkilenmedim. Tam tersine okul ve iş hayatımda çok faydasını gördüm. Arkadaş ilişkilerimde genellikle doğru kararlarla hareket edebildim. Kararlarımdan hep emin oldum.  Tabii ki kendi çocuğumu da bu şekilde büyütmeye (eşimin de desteğiyle)  karar verdim. Oysa bizim jenerasyonumuzda bu pek de geçerli olmayan bir tarzdı. Çevremiz çocuğun hakim olduğu evler ve ailelerle dolu. Çocuk aileyi yönetiyor ve aileler de buna izin veriyor. Gidilecek tatili, yapılacak haftasonu programını, evde pişecek yemeği ya da izlenecek programı çocuk belirliyor. Hatta görüşülecek aileleri bile çocuğa göre seçiyor böyle aileler. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, malesef hayatın gerçeği budur diye düşünüp, her an her yerde bu şekilde davranabileceğini zannedip, hiçbir ortamda disipline gelemeyip, sürekli yönetme halinde olmak istiyor. Dolayısıyla böyle yetiştirilmiş çocuklardaki güç ve ego bir zaman sonra birbiriyle çarpışmaya başlıyor. Gerçekten çocuk için de başetmesi zor bir durum.

Ben tabii ki, bu konunun uzmanı değilim, eğitimim bu yönde değil ama; ailenin çocuğu hayata hazırlaması gerektiğine inanıyorum. Hayat da malesef ego patlamalarına çok müsait değil. Hayat her türlü disiplin, ego savaşı ya da zorlukta ayakta kalmayı ve durumla başedebilmeyi gerektiriyor. Savaşçı bir ruh; disiplini aile çatısında yaşamak ve kendi başına doğru kararlar alabilir hale gelene kadar burada doğru yönlendirmelerle ve güçlenmekle mümkün. Sürekli pohpohlanan, sürekli lider konumuna getirilen ve asla tartışılmayan bir çocuk bence hayatta zorlanmaya aday!

Şu anda bir peksimet tarifinden, düşüncelerimin bu boyuta gelmesi karşısında şaşkın olsam da, demek ki bu konuda söyleyeceklerim varmış deyip konuyu bağlayayım bari.

Hepimiz çocuklarımızı çok seviyoruz, amacımız onlara sonsuz mutluluğu vermek, ama bir bu kadar önemli bir diğer konu da; hayattaki her türlü zorluğa onları hazırlayabilmek.

Hayat toz pembe bir pamuk şeker değil malesef ve bizler de sonsuza kadar yaşayıp çocuklarımızı kozalar içinde saklayamayacağız...!

Sevgiyle.....

2 Ocak 2013 Çarşamba

1 OCAK VE SONRASI

31 Aralık dediğimiz aslında sadece bir gece.

O bir geceye bir sürü anlamlar yüklüyoruz. Geçen senenin son günüydü deyip, iyi bir sene geçirmişsek bitti diye üzülüp, kötü bir seneyse "oh" deyip rahatladığımız... Ben 2012 bitti diye "Ohhhhhh" diyenlerdenim. Gene o gece için evdeysek menüler planlanıyor, alışverişler yapılıyor, yemekler hazırlanıyor...Kıyamet gibi hazırlıklar oluyor. Sadece bir gece için....Evde kutlamayacaksak, dünya kadar paralar verilip bir yerlere gidiliyor, kalabalıktan bunalıp, genelde aç kalınıyor. Lüzumsuz sarhoş olunup ertesi güne baş ağrılarıyla başlanıyor. Kötü müzikler, kötü dansözlerle eğlenme zorunluluğu stresiyle daha beter hiç eğlenilemiyor. Gene sadece bir gece için....

Son yıllarda, yaşım ilerledi diye sanırım, benim 31 Aralık gecesi için olan hissiyatım değişti. Daha hüzünlü oluyorum. O pek önemli (!) gecede, aslında bir yılı daha bitirdiğimizi, hayatımızda yaşanacak bir yılın daha eksildiğini hissediyorum. Sıkıntılı oluyorum, elimde değil.

Bu yıl ayrıca daha buruk hissettim. Babamı arayamadım. Sesini duyamadım, O'na sağlık dolu yıllar dileyemedim...O'nu sevdiğimi kendisine söyleyemedim.......

Gene de çok şükür, Annemi arayabildim. Kızım, eşim yanımdaydı o gece.

Biz Sapanca'da, sakin ve huzurlu bir gece yaşadık. Arkadaşlarla yemekler yendi, tombala oynandı, şöminede sucuklar pişti, sıcak şarabımız sucuklara eşlik etti. Bir yandan da çocuklar eğlensin diye açtığımız "Yalan Dünya" izlendi. Haa, unutmadan ekliyeyim, sokak kapılarının önünde kocaman narlar patlatıldı - bolluk ve bereket için...

Asıl mevzu, 2013'ün nasıl bir yıl olacağı. Bu yıldan ümitliyim. Birkaç arkadaşım tekli yılların daha iyi yıllar olduğunu söyledi. Ben de buna inanıyorum. Aslında hayatımın gerçeklerine bakınca doğru bir tez. Ben 1969 doğumluyum, eşim 1965. Evlendiğimiz yıl 1995. Kızımın doğum yılı 1999. Yazgan'ın kuruluş tarihi 1943. Hayatımda olumlu etkisi olan pekçok olay, hep tekli senelerde yaşanmış. İşte bu nedenle, 2013'ten ümitliyim. Evrene bu yıl için hep olumlu mesajlar yolluyorum. Yani ben üzerime düşeni yapıyorum.

 
 1 Ocak ve sonrası için ümit doluyum, kalbim pır pır. Bu yıl gerçekten iyi bir yıl olacak. Daha fazla sevgi olacak hayatımda. Daha fazla takdir edeceğim elimdekileri, sahip olduklarımı. Kötü niyetli, riyakar insanları hayatımdan çıkaracağım ya da arama mesafe koyacağım. Sevdiğim ve beni seven, değer verdiğim ve bana değer verenler yanımda olacak. Olaylara ve insanlara daha pozitif bakmaya çalışacağım. Konuşurken iki kere düşünüp bir kere söyleyeceğim. Kızımı ve eşimi daha fazla kucaklayacağım. Kendimi daha çok beğeneceğim. (Bunu megalomanlık gibi görmeyin, bunu yaparak kendime, sağlığıma, beslenmeme, kiloma, sporuma daha çok dikkat edeceğim, bundan eminim.) Annemi ve kardeşlerimi daha fazla arayıp daha uzun sohbet edeceğim. 2013'te daha fazla gülüp eğleneceğim....... Bol bol şükredeceğim!!!

Yeni yıl hepimize ilham versin...Kendimiz için en iyiyi görmemizi  ve yaşamamızı sağlasın.

Sevgiyle...