22 Mart 2013 Cuma

AVRUPA'YI FETHE GİDİYORUZ !!!


15 üretici firma, 100'lerce şarap...
Avrupa, Avrupa Duy Sesimizi..... nidalarıyla fethe gidiyoruz.

Türk Şaraplarıyla, bu kez en kalabalık katılımcı portföyü ile gidiyoruz Düsseldorf Prowein Fuarına. Son yıllarda giderek artan Türk Şarabı algısını, bu yıl bir kez daha; hem Almanların hem de tüm Avrupa'nın gözüne gözüne sokmaya gidiyoruz.

Butik üreticiler, büyük üreticiler, herkes el ele verdi. İç piyasadaki çekişmeler bir tarafa bırakıldı, Avrupa'da var olmanın, bilinir olmanın savaşını vermeye gidiyoruz.

Türk Şaraplarının son yıllardaki yadsınamaz yükselişi, ard arda alınan ödüller, başarılar hepimizi, tüm üreticileri yurt dışı pazarlar konusunda cesaretlendirdi. "Wines of Turkey" oluşumu tarafından yıllardır sürdürülen çabaların rüzgarı arkamıza alındı ve bu yıl Bakanlığımızın da destek vermesiyle daha güçlü ve rahat hissediyoruz kendimizi...

Biz Yazgan Şarapçılık olarak, son bir aydır bu fuar için hazırlıklarımızı yoğunlaştırdık. Yazışmalar, görüşmeler, randevular... her şey tamam. Bu yıl, yeni şaraplarımızın da bazıları ilk olarak tadımda olacak. Heyecanlıyız. Verdiğimiz emeklerin karşılık bulması arzusundayız.

Ben kendi adıma Düsseldorf'a tekrar gidecek olmanın ayrıca mutluluğunu yaşıyorum. Oradaki rutinlerimi tekrarlayacağım. Heinemann Cafe'de pasta yiyeceğim. (Bunun için rejim filan tanımam...) Berliner Allee'nin köşesindeki pizzacıda pizzamı yiyeceğim. Köningsalle'de yürüyüş yapıp, Altstadt'da bira içeceğim.

Sabah 9:00 akşam 17:00 arası fuar alanındayız ama akşamlar bizim. Ayakta durmaktan, konuşmaktan, koşturmaktan halimiz kalırsa, akşamları güzel yemekler yiyip, güzel biralar, leziz şaraplar içip biraz keyif yaparız. Bu arada Almanya ciddi kar altında, hava çok soğuk. Hastalanmadan da dönmeyi başarırız inşallah...

Birkaç gün Fuardayım. Tahmin edeceğiniz gibi yazı filan yazamam. Orada bol bol resim çekmeyi planlıyorum. Dönüşte bolca malzeme çıkarabilirim sanırım. İnşallah şarapçılığımız adına, güzel haberler de paylaşabilirim sizlerle.

Sevgiyle kalın, hoşça kalın.....




21 Mart 2013 Perşembe

ENGİNARIN PÜF NOKTASI...

İzmir'in, Ege'nin enginarı farklıdır. 16 senedir İstanbul'dayım. Her yıl mutlaka enginar zamanı denerim; ne pazarlarda, ne işporta tezgahlarında, ne de marketlerde Ege enginarı gibi enginar bulamam.

Ege enginarı uzunca bir zaman körpe kalır. Kafaları küçüktür. Yapraklarının dipleri daha etli ve lezzetlidir. Göbekteki tüyleri incedir. Dolma yapmaya uygundur.

İzmir'de annem zeytinyağlı enginar dolması yapardı.  Çocukluğumda, gençliğimde bol bol yedim. Çok lezzetlidir. Evlendikten sonra kayınvalidemden etli enginar dolma yapmasını öğrendim. O da müthiş güzel bir yemektir. Her iki tarif de inanılmaz lezzetli ancak bir o kadar da çok emek isteyen, sabır isteyen tariflerdir.

İstanbul'da enginar dolması yapan ya da bilen pek yok. Ya da benim çevremde yok. Zaten buranın enginarlarıyla da bu iş biraz riskli. Çünkü enginarlar genelde daha kart ve iyi pişmeme ve çok lezzetli olmama riski var.

 
Dün akşam ben, etli enginar dolması yaptım. Enginarlarım Ayvalık'tan kargoyla geldi. Taptaze ve mis gibi enginarlar... Yukarıdaki resim tencerenin yarısı afiyetle yendikten sonra çekildi. Toplam 12 dolmamız vardı, gördüğünüz gibi yarısı yenmiş, afiyetle...

Dolma yapmanın püf noktası enginarı dolmalık halde temizleyebilmek. Ben yaparken biraz fotoğraf çektim, nasıl temizlenmesi gerektiğini paylaşmak istedim.

Öncelikle tezgahınızı boşaltın. Geniş bir alana ihtiyacınız olacak. Mutlaka zemine bir gazete kağıdı serin, bol miktarda pislik çıkacak. Geniş bir kaba bol limonlu su hazırlayın. Bir de, elinize mutlaka ama mutlaka eldiven takın, ben takmadım şu anda parmak uçlarım ve tırnaklarım kapkara malesef:(




Birinci adım; enginarların daha sert olan dış yapraklarını ayıklamak. Çanağın etrafında yaklaşık 4-5 sıra kalana kadar dış sert yaprakları en dipten kopartarak ayırın.



Kalan Yaprakların tırnak tabir edilen uç kısımlarını keskin bir bıçakla kesin. Yaprak boyu yaklaşık 5-6 cm kalmalı. Sonra çanağın iç kısmında kalan kıvrık ve genellikle mor renkli minik yaprakları kopararak çıkartın.





Onlar ayıklanınca ortaya çıkan çanağın içi tüylerle kaplıdır. Bir kaşık yardımıyla çanağın içini kazıyarak tüyleri tamamen temizleyin. (Aman dikkat, hiç tüy kalmamalı.)







Son olarak, temizlenmiş enginarınızın sapını dibinden kesip tabanını düzeltin.



Daha sonra işlemi tamamlanan enginarınızı limonlu suya koymalısınız. Yoksa kararır, yemeğinizin görüntüsü çok kötü olur.

İster zeytinyağlı, ister kıymalı iç hazırlayıp enginarlarınızın içlerini doldurun. Tencereye dizin, suyunu ve limonunu ilave ederek orta ateşte pirinçler iyice uzayana kadar pişirin.

Sonra da afiyetle yeyin...

Sevgiyle...

18 Mart 2013 Pazartesi

SIFIR BEDEN ABİYE

Bu yıl kızım sekizinci sınıfı bitiriyor. Bizim anlayacağımız dille anlatmam gerekirse, ortaokulu bitirip liseye başlayacak. Okul değiştirmeyeceği halde bir mezuniyet töreni var önümüzde. Bu da demek oluyor ki, kıyafet alınması lazım...

Tören Haziran'da, yani önümüzde daha aylar var. Ancak, kızımın okuldaki arkadaşları yavaş yavaş giyecekleri kıyafetlerden bahsetmeye başlayınca, tabii (!) bizi de bir telaş kapladı. Yanlış anlaşılmasın benim telaşlandığım filan yok, kızıma ayak uydurmaya çalışıyorum... Geçen hafta sonu baba da yurt dışında olunca, illaki hafta sonu kıyafet bakılacak diye planlar yapıldı ve Cumartesi sabahı trafik bastırmadan ,erkenden kendimizi Nişantaşı'na attık.

Kızımın boyu 1,68, kilosu 42. İncecik bir yapısı var. Böyle bir vücuda abiye arıyoruz, düşünün durumun vehametini... Bayağı bir butik dolaştık, mağazalara girdik, çıktık. Beden bulmak zaten ayrı bir eziyet. Bazısı, benim sıfır bedenin de altında olan kızıma 38 beden elbiseleri oldurmaya çalışır... Allahım, ya sabır! Giydikleri üzerinde aktıkça, kızımın yüzü düştükçe düşer. 
Mezuniyet deyince genelde lise mezuniyeti anlaşılıyor sanırım, modeller hep uzun, taşlı, pullu, tüllü... Sanırsınız nişan kıyafeti bakıyoruz. Zaten o modellerden alırsak, sonrasında iyi saklamak lazım, nişanı, kınayı çıkarırız aynı kıyafetle... 

Bir de tabii; bu işin kurdu olan yerler var, onlar da diyor ki, "Daha vakit var, ortaokul modelleri henüz gelmedi, gelecek." Sıradan bir butikten alamazsınız, pişti olma riski var. Aynı kıyafetin, aynı mezuniyette giyilmeyeceğinin resmen kayıt altına alınması lazım. Diktirelim desem, ne terzi tanırım, ne kumaş bilirim. O iş de zor yani.

Sonuç olarak, geçen haftasonu o soğuk ve yağmurlu İstanbul havasında bayağı bir dolaştık. Hiç bir şey bulamadık. Kızımın morali çok bozuldu. Acilen kilo almalıyım stresine girdi.  Ben de kızımı ikna etmeye çalıştım, "Sonra bakacağız, daha çok model olacak, hem de her bedende... " diye...

Fiyatlardan ise hiç bahsetmemek lazım. Avuç içi kadar elbiseler, üç tane taş, beş tane pul var üzerinde diye, 750 tl'lerden başlıyor fiyatlar. Herhalde benim piyasadan haberim yok! Yazık olacak valla, hepi topu bir gece için, hem de okulun kantininde yapılacak bir parti için, dünyanın parası... Ama yapacak bir şey yok, düzen kurulmuş, her durumda olduğu gibi bu düzenin çarkları arasında dönmeye mahkumuz.

Bu arada, belirteyim her türlü öneriye açığım. Daha önce kızını mezun eden annelerden fikir bekliyorum... Önereceğiniz, butik, terzi, ne olursa...

Sevgiyle... 

14 Mart 2013 Perşembe

TAKIM RUHU

Başarılı bir blog oluşturmanın temel kurallarından biri; blogun bir temasının olmasıymış.

Yani yemek, spor, moda, şarap...gibi. Bir konu üzerinde yazılması o blogun izlenme oranlarının artmasını sağlayan en önemli etkenmiş. Doğrudur, zaten benim gibi sadece içinden geçenleri olduğu gibi anlatan bir blogcuysanız izlenme sayınız bir süre sonra sabitleniyor. Ne bir ileri, ne de bir geri...

Bazen bir konuya yoğunlaşayım diyorum. Mesela bir yemek bloguna döndüreyim olayı. Çünkü, iyi yemek yaparım, elimin ayarına ve lezzetine çok güvenirim. Beceririm ben bunu diyorum. Sonra bir bakıyorum ki, o kadar çok ve o kadar başarılı yemek blogları var ki... Benim haddime değil bu iş diye düşünüyorum. Futbol blogu yazmaya niyetleniyorum. Ama sonra diyorum ki, ben ancak Galatasaray'dan anlarım, en keyifle onu yorumlarım. Fazla polemik yaratma, sus otur diyorum. Ergen annesi olmak üzerine yazayım diyorum, Iııh olmaz, ben uzman değilim ki...diye vaz geçiyorum. Şarap konusuna girsem daha da tehlikeli, ne de olsa tarafsız değilim. Objektif olamam! Anlayacağınız benim aklıma geldikçe yazıverdiğim konuların, biri üzerinde yoğunlaşayım dediğimde hevesim kırılıyor, yazasım gelmiyor.

O nedenle benim blogum, "ORDAN BURDAN, AZAR AZAR, ORTAYA KARIŞIK KONULAR" blogu.

Bugün ne yazsam diye bir derdim yok. Aklıma esiverdiğince yazıyorum işte. Geçenlerde bir arkadaşım eleştirmişti - biraz üzerime de alındım aslında: "Her günlük yazan blogcu oldum sanıyor" diye. Ben hayatımda hiç günlük tutmadım. Belki de farkında olmadan, bunu yapmaya başlamışımdır. Okunmak, hatta beğenilerek okunmak çok hoş. Kim istemez ki... Ben de isterim, yüzlerce takipçim olsun ama öyle bir hırsım yok. Sadece yazmayı seviyorum ve birileri okursa, takip edip yorum yaparsa seviniyorum. Bu kadar net!

Neyse, iki gün önceki Schalke 04 - Galatasaray maçı ile ilgili hiç yazmadım.
Açıkçası biraz uğur yaptım. Ne hissettiğimi kendime bile itiraf etmedim. O gün işe geldiğimde neden her zamankinin aksine sıkıntılı olduğumu soranlara başım ağrıyor diye yalan söyledim. Bütün gün işleri elimin ucuyla yaptım. Facebook ve twittera maç başlayana kadar yorum yazmadım.
TV'nin karşısına oturup maçı izlemeye başlayınca... İyice gerildim. Hatta bir ara elime dergi alıp, TV'ye bakmamaya çalıştım. Yok, o da olmadı. Devamında ise; Schalke ataklarında elimi kolumu bağlayıp kovalamak gibi büyük bir misyon üstlendim. Yani galibiyette rolüm büyük. Benim çabalarım olmasa.... neyse! Bu arada, maçın son beş dakikasını Çin'den telefonla evi arayan eşimin telefonunu, naklen yayına bağlayıp maçı beraber seyrederek ve bağırarak tamamladık. (O arada Çin'de saat sabah 5:30!)Fanatik miyiz, neyiz??? 

Seviyorum ben bu takımı. Futbolcusuna, teknik heyetine, emeği geçen herkese helal olsun demek lazım. Bir kadın olarak iyi taraftarımdır, futboldan da sıkı anlarım. Maçları bilerek anlayarak izlerim. İddialıyım yani.
Gol sonrası fotoğrafın güzelliğine bir bakın. Nasıl bir duygu paylaşımı var o fotoğrafta. Bu yıl, 2000 yılında yaşadığımız zevki, bir kez daha yaşasak fena mı olur sanki... Bunun gibi mutluluk tablolarını bu sene daha fazla görelim inşallah. Allah yardımcımız, şans yanımızda olsun...

Bu arada, Çeyrek final kuraları yarın çekilecekmiş. Haydi, hayırlısı...

Sevgiyle...

13 Mart 2013 Çarşamba

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 7

Okula giden çocuğunuz varsa, ya da okula giden çocuğu olan bir yakınınız varsa, annelerin hangi konulara takıntılı olduklarını bilirsiniz.

Okula ilk başladıkları yıllarda, okumayı söktüydü, sökemediydi, ana temadır. Sanki hiç okuyamamış çocuk varmış gibi. Benim eşim benimle bayağı dalga geçmişti o dönemlerde. Ben telaşlandıkça, "Bizim kız tarihe geçecek, okumayı sökemeyen yegane öğrenci sıfatıyla" diye az kafa bulmadı benimle. Her zaman psikologlar der ya, "Çocuğunuzu başka çocuklarla kıyaslamayın" diye. Ama gel de, kıyaslama. Aynı sınıfta bir sürü çocuk, hepsi ayrı telden çalmakta. Öğretmenler de bunu bilerek ya da bilmeyerek alevlendirir üstelik. Neyse, tabii ki kızım okumayı pek ala söktü. Hatta sonraki yıllarda o kadar çok kitap okudu ki, o günleri düşünüp kendime çok kızdım.

Ama şimdi de şu ergenlik dönemi durumları var. Bizim kızın hiç ödevi yok!

Eve geliniyor, yemekti, sohbetti filan, sonra hop başlıyor telefon görüşmeleri...."Yahu siz bütün gün okulda beraber değil miydiniz? Ne var bu kadar uzun konuşacak. Üstelik de beyniniz kavruk kömür gibi olacak saatlerce cep telefonuyla konuşmaktan! Bari kulaklıkla konuş...", türünden söylenmelerle geçen saatlerin ardından, yarım saatte bitiveren ödevler ve i-pad, i-phone, i-pod üçlemesinden biriyle samimiyetin artmasıyla nihayete eren geceler....


Oysa, aynı okulda, başka sınıflarda olan arkadaşlarının annelerinden alınan, çok ödev olduğu bilgilerinin kuşkusuyla beynini yiyen anne pozisyonu içinde olan ben ve benim gibi annelerin varlığı tartışılmaz. Burada seçenekler kısıtlı. En büyük teselli, "Valla çok çalışmasa da notları iyi, demek ki bu çocukta bir cevher var..." düşüncesi. Ya da, farklı öğretmenler farklı ödevler veriyor. (Gerçi bizim kızın öğretmenlerinin hepsi mi ödev vermeyen türden acaba?)


Bu arada, artık okulların da bilgisayar teknolojisiyle donatılmış olmasının verdiği rahatlık mı diyeyim, yoksa rahatsızlık mı? - benim gibi anneler sürekli not kontrolü yapmaktalar. Çocuk ödev yapmadı diye ceza aldı mı? Eksik ödevi var mı? Artık tüm bu bilgilere tek tuşla ulaşmak mümkün. Gün içinde farkında olmadan, bir iki kere okulun sitesine girdiğimi itiraf ediyorum. Bu kızıma güvenmediğimden mi, yoksa içimi rahatlatmak için mi?, bilmem. Ama endişeli bir anneyim sanırım. Yıllardır, kendime endişelenmek için farklı farklı konular yaratmakta da ustayım üstelik.

Geçenlerde kızımın bir okul arkadaşının hastalanması ve uzun zaman hastanede kalması beni çok korkutmuştu oysa. Asla saçma sapan konuları büyütmeyeceğim diye kendime söz vermiştim. Herşeyin başı sağlık demiştim. Ama insan oğlu tabiatı gereği sözlerini çabuk unutuyor. Rutine çabuk dönüyor. Günlük endişeler insanın içini aynen kemirmeye devam ediyor. İş hayatının zorluklarını görmüş, çalışan bir kadın olarak, başarı odaklı olduğumun farkındayım. Hırslıyım, kızımda da aynı hırs olsun istiyorum. Ama O farklı. Başarılı ama, hırslı değil...Endişeli anne olmam, kızımın özgüvenini azaltıyor. Onu her sorgulamamda O'na güvenmediğimi düşünüyor. Bazen O'nu üzüyorum, farkındayım...

Belki de yaşayarak öğrenmesini beklemek gerek. Düşmesini beklemeden önlem almak değil, düştüğünde arkasında olacağımı bilmesini sağlamam gerek... Böylece sorumluluğunu daha fazla üzerine alabilir. Not onun notu, ödev onun ödevi, okul onun okulu... (Okulun 9 senedir parasını veren de anne-baba...) Aslında sorun biraz da bu özel okul kavramından çıkıyor sanırım. Biz senin için bu kadar zorlanıyoruz, sen ciddiye almıyorsun durumu... Ama buradaki tercih bizim tercihimiz, çocuğun o okulda okumakla ilgili herhangi bir tasarrufu olmamıştı ki.

Aslında her yeni "bir ergenle yaşamak" yazısının sonunda, kendimi değiştirmem gerektiğini fark ettiğimi görüyorum. Aslında hala yeni bir şeyler öğrenen benim, kızım varlığıyla beni büyütüp olgunlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. İyi ki var, iyi ki büyüyüp gelişiyor ve beni de beraberinde büyütüyor!!!

Sevgiyle...

11 Mart 2013 Pazartesi

KOŞUŞTURMA BAŞLADI!

Şarap sektöründe yoğun dönemler vardır. Tüm yıl boyunca bakımı yapılan, budanan, temizlenip ayrılan bağların meyvesinin alındığı, bağ bozumlarının yapıldığı Temmuz - Ekim ayları arası, özellikle üretim departmanlarının gece gündüz çalıştığı dönemlerdir. Sonraki dönemde hazırlanan ürünler, kupajlar beklemededir. Dönemsel tadımlarla değerlendirmeler yapılır. Taze şarapların hazır hale geldiği dönem genellikle Mart, Nisan ayı civarıdır. Bu dönemde ayrı bir telaş yaşanır. Bu aylar tam da mekanların kış menülerinden, yaz menülerine geçtiği, yurt dışı fuarların başladığı, uluslararası yarışmaların düzenlenmeye başladığı zamana denk gelir.

Mart başından beri her üretici firma gibi; biz de inanılmaz bir yoğunluk içerisine girmiş durumdayız. Bu yıl iki yeni marka ürün portföyümüze katılacak. Bu iki marka ile ilgili hazırlıklar devam ediyor. Şimdilik sadece isimlerini zikredebilirim: MAGENTA ve VODİNA.

Magenta serisi, canlı, kıpır kıpır, kendi içinde sürprizleri olan, son derece "fresh" bir ürün grubu.

Vodina ise; Yazgan Ailesinin kökenini yansıtan, ağır başlı, yıllanmış, sağlam gövdeli özel bir seri.

Biz her iki ürünümüz için de çok heyecanlıyız. Çok yakında onları sizlerle buluşturabilmeyi amaçlıyoruz ve bunun için çalışıyoruz.

Şu dönemde pazarlama ve satış ekipleri farklı bir yoğunluk içinde. Harıl harıl tadımlar yaptırılıyor, eğitimler düzenleniyor. Teklifler veriliyor, sonuçlar kovalanıyor.

Bir yandan üretim tarafından ulusal ve uluslararası yarışmalara şaraplarımız yollanıyor, bir yandan da ihracat departmanımız fuar hazırlıkları yapıyor. Koliler geliyor, koliler gidiyor. Kataloglar basılıyor, ilan tasarımları yapılıyor...Pür hazırlık, pür telaş. Türk şarabını uluslararası arenada tanıtmak için pek çok faaliyet yapılıyor. Hatta bunun için, Türkiye'deki üreticilerin bir çoğu beraber hareket edebilme becerisini kazanmış durumda. Uluslararası arenada var olabilmek için malesef hiç bir firmanın bireysel çabası yetmiyor. Mutlaka ortak bir yol izlemek lazım.

İç piyasada ise, malesef hala, belli noktalara girmek çok zor. Yapılan münhasırlık anlaşmalarının arasından sıyrılmak, menülere girebilmek pek de mümkün olmuyor. Mekanlar hala eski zihniyetlerini devam ettirmekte. Burada asıl iş tüketicilere düşüyor. Dayatılan ürünlerle yetinmeyen, farklı markaların neden bulundurulmadığını sorgulayan, bilinçli şarap severlere büyük görev düşüyor. Ancak sizler isterseniz, mekanlardan talepte bulunursanız, farklı şaraplarla tanışma imkanınız olabilir.

Biz yeni markalarımız için çok heyecanlıyız ve onlara güveniyoruz. Umarım yolları açık olur. Damaklarda yer edinirler ve çok sevilirler. Bir üretici için ürünü ile ilgili olumlu bir yorum duymaktan daha mutluluk verici ne olabilir ki...?

Sevgiyle...

5 Mart 2013 Salı

GÜNEŞ PARLAYINCA...

İstanbul'a bahar geldi mi, ne dersiniz?

Sanırım geldi. Güneş aylar sonra ışıl ışıl. Hava serin ama gökyüzü gene uzun zaman sonra masmavi göz alıyor.

Şimdi İzmir'de olsam işten biraz erken çıkar, Alsancak'a gider. Bir kafeye otururdum. Oradan birkaç arkadaşımı arar, "çay içeceğiz, hemen gelin" derdim. Güzel havanın keyfiyle çayları içer muhabbet ederdik...

Ama hayat böyle lüks değil malesef herkes için. Ben şimdi işyerimden çıksam, en yakın gidebileceğim yer Bağdat Caddesi. O da yaklaşık yarım saat sürer. Birilerini arasam, herkes bu saatten sonra üşenir. Kimse kalkıp gelemez, zaten programları önceden ayarlanmıştır. Dolayısıyla, ağzımın suları aka aka camdan dışarıdaki güzel havaya bakıp iç geçiririm.

İstanbul'da buluşmak, program yapmak öyle spontane gelişebilecek bir şey değil. Mutlaka 2-3 gün önceden ayarlamanız lazım. Zaten herkese denk gün saptamak ayrı zorluk. Trafikti, kadın ayarlamaktı, çocuğun dersiydi, kocanın yemeğiydi... Genelde iyi niyetle başlanan program çabaları malesef yarım kalıyor. Nihayete ermiyor. İş stresi, trafik derdi derken kimse oturduğu yerden kalkamıyor.

İşte aynen bu sebeplerden, ben de bu güzel günde havanın keyfini çıkaramıyorum. Çünkü üşeniyorum, çünkü yarenlik edeceğim arkadaşlarımı kalkıştıramayacağımı biliyorum. Ve vazgeçiyorum! Pencereden bakarak diyet bisküvimi kemiriyorum. Bir de yanında çay olsaydı iyiydi.... Ha bu arada, malesef manzaram da yok. Bol bol çatı görüyorum pencereden bakınca. Ama olsun güneş var ya, hava parlak ya. Buna da şükür!

Sevgiyle...

4 Mart 2013 Pazartesi

AYVALIK'TAN BİR TARİF DAHA-ADA KÖFTE

Ada Köftesini duymuş olanlarınız vardır eminim. Ayvalık'ın özel lezzetlerinden biridir. Yapımı çok basit olmakla beraber el ayarı gerektirir.

Benim en büyük şansım, mutfakta gerçekten müthiş lezzetler çıkartan ve bu lezzetlerin tariflerini, benimle paylaşan bir kayınvalideye sahip olmaktı. Kayınvalidem hayattayken aldığım tariflerin bir çoğunu, ancak O'nu kaybettikten sonra denemeye fırsat buldum. Ama, öyle detaylı ve güzel anlatmış ki, genellikle her yaptığımda onunkiyle aynı lezzeti yakalayabildim.

Ada Köftesi'de bu tariflerden biri. Eskiden Ayvalık'ta esnaf lokantalarında sık sık bulabildiğimiz Ada Köftesi; artık ne hikmetse pek yapılmıyor. Belki de kızartma olduğu için pek tercih edilmiyor. Ancak, taze taze yapılıp yenen, yanında bir salatayla müthiş lezzetli olan, içi yumuşacık bu köfteyi, özellikle hafta sonu menülerinize katmanızı öneririm. Üstelik hem çocuklar bayılıyor, hem de büyükler...Mis gibi kekik kokan, yumuşacık köftelerden bahsediyorum. E, daha ne olsun?

Ada Köftesi
Gelelim tarifine:

Yaklaşık yarım kilo orta yağlı kıyma
2 adet kuru soğan
1 adet bayat ekmek
Tepeleme dolu bir yemek kaşığı kekik
1 çay kaşığı tuz ve karabiber
1 bardak un
Kızartmak için zeytinyağ

Soğanları rendeleyin, ekmeği bütün olarak ufalayıp bol suda ıslatın. Suyunu fazla sıkmadan kıyma ve soğana ekleyip baharatları da ilave edip yoğurun. Çok sulu ve cıvık bir harç olacak. Bu harcı bir saat kadar buzdolabında dinlendirin. Buzdolabından çıkarınca, içi un dolu bir kaba, harçtan kaşıkla dökerek unda yuvarlayarak her tarafını unla kaplayın. Fazla ununu silkeleyerek, ocakta kızdırdığınız zeytinyağın içinde çevirerek kızartın.

Bol kekikli olması ve harcının mümkün olduğu kadar sulu olması, lezzeti bakımından önemlidir. Yanında salata, piyaz, turşu ve kızarmış patatesle ve daha canınız ne çekiyorsa ekleyip sıcak sıcak servis edilirse lezzetine doyamazsınız. Ama unutmayın mutlaka taze taze tüketin, kalan ada köftesi ısıtıldığında pek aynı lezzeti vermiyor. Ya da harcınız çok olduysa, aynen o sulu haliyle dolapta bir iki gün bekletip tekrar kullanabilirsiniz. Son derece de pratik yani.

Yukarıdaki resim malesef bana ait değil, çünkü ocaktan alır almaz yiyelim derdine düşünce, fotoğraf çekmeyi unutmuşum. Bu resmi Ayvalık'taki Özgün Zeytinyağlarının web sayfasından aldım. Bir sonraki yapışımda mutlaka kendi yaptığımın resmini çekip buraya koyacağım.

Afiyet Olsun.
Sevgiyle...