31 Ekim 2012 Çarşamba


TATİL Mİ DEDİNİZ!?


Tatil dönüşleri sıkıntılı olur. Yaz tatili, kış tatili, bayram, seyran fark etmez.

Çile daha yola çıkmadan başlar. Ya trafik olursa, kalabalığa kalmayalım erken yola çıkalım, tuvalet molası vermezsek iyi olur, feribotta kuyruk var mıdır?...

Yol stresi ayrıdır: "Hızlı gitme, radar olabilir!". "Sakın uyuma, şoförün yanında uyunmaz!" Çocuk acıkır, tuvalet molası verilir, sürekli soldan gidenlere kızılır, feribotta illaki yoğunluk olur...

Eve gelmek ayrı dert. Eşyalar beş seferde taşınır. (Her dönüşte nasıl olurda giderkenden daha fazla eşyayla dönülebildiğine şaşırılır!) Valizler boşaltılır. Kirliler ayrılır. Çamaşırlar acilen yıkanır.
Evde ot yok, ocak yoktur. Ama tabii ki yemek yenmelidir, dolayısıyla dışarıdan sipariş mi vermelidir, yoksa yemek mi yapılmalıdır?... Yemek yapılacaksa ne yapılmalıdır??? Bu arada tatilden alınanlar yerleştirilmeye çalışılır. Dolaplar almaz, kaplara sığmaz...:)) Yarısı dışarıda kalır, hiçbir yere sığmaz.

Solan, boynunu büken çiçekler sulanır. Camlar açılır, günlerce kapalı kalan ev havalandırılır.

Yıkanan çamaşırlar asılır, bu arada banyolar yapılır.
Tatilde yapılmayan ödevler fark edilir, çocuk azarlanır! Ödev yetiştirilmeye çalışılır... Tatilde düzeni kaçan çocuk, okul için erken uyutulmaya çalışılır- uyumaz ya da uyuyamaz! Çocuk bir daha azarlanır!!

Akşam, iki ara bir derede mutlaka bir tartıya çıkılır. Alınan kiloları görünce moraller bozulur, sinirler bir kez daha gerilir. Ertesi gün başlanacak rejimin planlaması yapılır! Tatil boyunca yenilen yemeklere, içilen içkilere, atıştırmalıklara kıl olunur... 

Her tatil dönüşü büyük bir yorgunlukla yatılır. Uykuya dalmadan önce ertesi gün, işte bilgisayarı açınca kaç maille karşılaşılacağı düşünülür, tasalar basar. İşin verilen aradan günler sonra ne kadar yoğun olacağı hesaplanır, biraz daha tasalar basar. Veee tatilin tüm dinlencesi unutulur, yeni haftaya genelde stresli başlanır. Ama daha o geceden bir sonraki tatilin planları yapılır, hayalleri kurulur...

Sahi; bir sonraki tatil ne zaman????





28 Ekim 2012 Pazar


ORDAN BURDAN (Laf Salatası)


1453 SENDROMU

Sizin de dikkatinizi çekti mi son yıllarda 1453 rakamını ne kadar çok duyduğumuz?...

Yıllardır radyoda dönen ... 1453 iç çamaşırı markası reklamları,
İstanbul trafiğinde neredeyse her üst geçidi boydan boya kaplamış olan 1453 Panorama Müzesi pankartları,
Maslak'ta yapılacak yeni Ağaoğlu  sitesinin adı,
İstanbul'un kurtuluşu için aylar öncesinden yapılan programlar, duyurular....

Ne çok duyar olduk 1453 rakamını, sanki özellikle beynimize kazınmaya çalışılıyor gibi hissetmiyor musunuz?

Kurban Bayramı Kazaları

Bu yıl gene Kurban Bayramı geleneği bozulmadı. İnsanlar  sokaklarda kaçırdıkları boğaları, danaları kovaladı. Yakalananlar oldukları yerde kesiliverdi. Yakalanamayanlar silahla vuruldu. Boğaz kan gölüne döndü. Acemi kasaplar kollarını bacaklarını kurban yerine kesti. Hastanelik olanlar, kafası gözü patlayanlar, her yıl aynı durumlar. Bir önerim var önümüzdeki sene için. Kurban Bayramından 1 ay önce kurslar açılsın. Kurban nasıl kovalanır, nasıl kesilir, derisi nasıl yüzülür... Valla patlama olur kayıtlarda.
Kursu başarıyla bitiren üstün vatandaşlarımıza da; karını nasıl daha itinalı döversin, eski eşini katletmenin yolları, düğünlerde havaya açılan ateşte bir kurşunla iki kişiyi vurmanın temel ilkeleri, trafikte magandalığın özü dersleri bedavaya verilsin!!!
  
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Bu yıl iki bayram üst üste geldi. Birini tüm İslam Alemi kutluyor. Bayramda kesilen kurbanlar ihtiyacı olanlarla paylaşılıyor, ziyaretler yapılıyor, akrabalar, dostlar birbirini ziyaret edip bayramlaşıyor. Gerçekten hepimiz için dostluğu kardeşliği hatırlamanın vesilesi özel bir bayram Kurban Bayramı.
Diğer Bayramı ise Türkiye Cumhuriyetinde özgürce yaşayabilen, bu ülkeyi seven, geçmişine önem veren, vatanın özgürlüğü için yapılan savaşlarda verilen kayıplara saygı ve minnet duyan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kutluyor. Bugünlere nasıl kavuşulduğunun tekrar tekrar hatırlanması için Cumhuriyet Bayramının yıllarca kutlanmaya devam edilmesinin öneminin asla unutulmamasını diliyorum...

Havalar Nasıl Olursa Olsun....

Bayram tatili oldukça uzundu bu sene. Cumhuriyet Bayramı tatili ile de birleşince 6 günlük güzel bir tatil oldu. Bir kısım şehirlerde kalıp kurbanlarını kesip, bayram ritüeli dahilinde ziyaretler yaparken, bir kısım da yurtiçi ya da yurtdışı tatillerine gitti. Şehirler boşaldı. Trafik rahatladı. Tatil yöreleri kış öncesi son siftahlarını yaptılar. Herkes mutlu ve memnun kaldı. Ama en önemlisi hava bu yıl çok güzel seyretti. Yağmursuz, bol güneşli, ılık günler yaşandı. Tatilin son günü biraz bozsa da hava da adeta kış öncesi son bir izin verdi herkese heyif yapsınlar diye...  

Tenis Bayramı

Bir Bayram da İstanbul'da yaşandı. Kadın Tenisinin en önemli turnuva ayaklarından biri bayram tatiline denk geldi. Biz İstanbul'da olmayanlar çok şey kaçırdık. Gidebilenler bize bol bol nispet yaptı. Maçlar hararetli geçti. Sonuçta Serena Williams ile Sharapova finale kaldı. Bu akşamüzeri maç var. 17:00de - kaçırmayın derim. Serena'nın erkeksi herkül gücü ile Sharapova'nın çığlıkları karşı karşıya... Serena, bu çığlıklar karşısında akıl sağlığını koruyabilirse maçı alır diyorum. Bakalım izleyip, göreceğiz...

27 Ekim 2012 Cumartesi

PAMUK


Kurban Bayramı'nı geçirmek için Ayvalık'tayız. Hava şansımıza muhteşem. Tam bir limonata kıvamında... Rüzgarsız bir Ayvalık ancak bu mevsimde yaşanabiliyor zaten.

Bayramın ikinci günü sabah kahvaltısından sonra, yan evin bahçesinden gelen yanık miyavlama seslerini duydum. Yan komşular Ankaralı ve burada değiller, o nedenle duvara tırmanıp bayağı bir çabayla yan bahçeye geçtim ve sesin sahibinin masmavi gözleriyle karşılaştım. Çok minik bir yavru kedi...Üstelik yanlız. Elimi uzattım, koşarak bana doğru geldi, elime aldım hiç itiraz etmedi. Bu arada kızım da bizim bahçede merakla beklediği için gene insanüstü bir çabayla bizim tarafa geçtim.

Yavruya aç olduğunu düşünerek süt verdik. Bu arada bembeyaz olduğu için seslenirken ağzımdan Pamuk çıktı ve böylece adı da belli olmuş oldu.

İnanılmaz sıcak, insancanlısı bir kedi. Biz Pamuk'la oynayıp bol bol severken, birden yan bahçeyle aramızdaki duvarın üzerinde anne kedi belirdi. Üstelik yavruyu aldığımız için bayağı da bir kızgın olmalı ki, pis pis bakıyor. Bayağı bir tırstık. Ne yapsak filan derken anne kediyle arayı iyi tutalım diye ona da süt verdik. Anne, yavruyu biraz emzirdi, ama götürmedi. Biz oh gitti yaşasın filan derken, anne kedi yanında iki yavruyla daha geri geldi. Bir anda üçlenen yavrulardan en güzeli olmasa da, en sıcakkanlısı Pamuk olduğu için gene de bizim gözlümüz bir kere ona kaymıştı işte...Akşamüstüne kadar bizimle kaldılar ama anne hep gergin ve sinirli. Diğer iki yavru da asla sokulmadılar yanımıza. Akşam olunca anne üç yavruyu da toparlayıp götürdü. Ne kadar üzüldüğümüzü anlatamam, çünkü bir daha gelip gelmeyeceklerini bilmiyorduk.

Ertesi sabah kedileri göremeyince hepimiz bayağı bir kötü hissettik. Sonra gene öğlene doğru anne kedi, yavruları toplayıp geldi. Diğer iki yavru tıslayıp çemkirirken, Pamuk sürekli bize yanaşıp kendini sevdiriyordu.

Hayatımda hiç kedi beslemedim, ama bu kediyi bırakamayacağıma karar verip İstanbul'a almaya niyetlendim. Evde bakamam, alerjim yüzünden ama işyerimde bakacağım. Veterinere götürdük, kene ve parazit aşıları yapıldı. İstanbul'a götürebilmek için taşıma çantası, mamaları, kumu... her türlü ihtiyacını aldık.

Kimlik kartı çıktı. Adı PAMUK! 40 günlük, masmavi gözleri, bembeyaz tüyleri var ve malesef duvar gibi sağır. Ama o bir dünya tatlısı....

23 Ekim 2012 Salı

Doktor Civanım..


Hasta olmayı hiç sevmem (zaten kim sever ki..?). Grip olsam, ateşlensem, yatamam çünkü, kimseden hizmet bekleyememe gibi bir durumum var. Nezle olsam zaten alerji nedeniyle sürekli hapşırdığım için kimse önemsemez. Migrenim tutsa, karanlıkta yatamam, ruhum daralır. Dişim ağrısa diş hekiminden ödüm patlar, sonsuza kadar o ağrıyla yaşamayı tercih ederim. Yani mecbur kalmadıkça doktora gitmem, sevmiyorum. 

Geçen hafta mecbur kaldım! Pazartesi günü elimi yaktım. Kızgın, kocaman bir damla zeytinyağ kaynamakta olduğu tenceren firar edip yüzük parmağımda kısa bir tur attı. Acıdan gözlerim pörtledi resmen. Hemen elimi soğuk suya tuttum, bütün gece buz torbasıyla oturdum ama acısı dinmedi. Sadece; o gece hiç şişmedi, su toplamadı. Akşam yatarken, evde bulabildiğim tek kremi (o da meğerse pişik kremiymiş!) elime sürüp yattım. Ertesi gün akşamüstü kocaman bir balon parmağımda kuzu kuzu yatıyordu... Görüntüsü birazcık şişko bir solucanı andırsa da sızlaması görüntüsünden daha beterdi.
Neyse ben gene doktora gitmeden dost tavsiyeleri ile zeytinyağ, kantaron yağı gibi bulduğum bilimum yağ çeşitleriyle elimi tedavi etmeye çalıştım. Üç gün geçti, benim solucan görünümlü balon aynen parmağımda duruyor. Hiç küçülme, sönme yok... E; ben de araya bayram tatili de girecek, doktor moktor bulamam deyip, gene bir dostumun tavsiyesiyle bir estetik cerrahtan randevu aldım. Yanlış anlama olmasın, adamın uzmanlık alanı yanık tedavisi imiş. 


Doktora durumu anlatınca benimle bayağı bir dalga geçti. Öyle zentinyağla filan sizin eliniz tedavi olmaz, bu ikinci derece yanık olmuş dedi. Elimi güzelce bir temizledi, balonu keserek açtı, içini boşalttı. Daha sonra da iyice temizleyip antibiyotikli bir merheme bulayıp iyice sarıp kapattı. Söylediğine göre sandığımızın aksine (Ya da benim sandığımın) bu su baloncuğunun içindeki su, yaranın iyileşmesini sağlamaz, tam tersine engellermiş. Mutlaka boşaltılması gerekirmiş. Daha sonra da kısa bir süre oksijensiz ortamda tutup yaranın kendini toparlamasını beklemek gerekirmiş. Sonra açıp antibiyotikli bir merhemle tedavi etmek gerekirmiş! (Aklınızda bulunsun)

Neyse 3 gün sonra tekrar aynı doktora gittim. Parmağımın sargılarını açtı. Temizleyip merhemledi. Parmağımın durumu şimdilik fena değil. Bir hafta kadar merhemli ve açık olacak. Suya girmeyecek. Bunun için de bolca ameliyat eldiveni aldım. Banyo, bulaşık hallerim gayet tıbbi ve steril, şu aralar:)) Sonrasında da yaza kadar güneşten koruyacakmışım ki, leke kalmasın...


Ama, işin komik kısmı bundan sonra başladı. Adam Estetik Cerrah ya; "Eee, Size başka ne yapalım?" diye lafa girdi. Ben önce anlamadım. "Nasıl yani?" deyince, daha önce yaptığı yağ alma, burun estetiği, göğüs estetiklerinden örneklerle (bilgisayardan resimli örneklerle hem de..) beni etkilemeye çalıştı. Ben de her 40 yaş üzeri kadın gibi, etkilendim tabii... "Yani; aslında gıdım da sarktı biraz", "Benim bünyem alerjik acaba botox bana alerji yapar mı?", "Göbeğimi aldırsam göbek deliğime ne olacak?", "Liposaction yaptırırsam sonra yağlar nerede birikir?" ... gibi sorularla cehaletimi ve konuya ilgisizliğimi bayağı bir belli ettim. Çok ve saçma sorular sormuş olacağım ki; adamcağız daralıp en sonunda; "Neyse sizin daha biraz zamanınız var, birkaç sene sonra görüşürüz", deyip, beni başından savdı.  

Bu yazı ve fotolar içinizi kaldırmaz diye umuyorum, ama basit bir yanık diye düşündüğünüz bir olayın başınıza daha büyük bir dert açmaması için mutlaka doktora gitmek lazımmış. Ben bu işten bir ders aldım.

Ayrıca kıssadan hisse: Daha birkaç sene estetik operasyona ihtiyacım yokmuş...:))) Çok mutluyum, çok!

Doktorsuz, hastalıksız günler dileklerimle......

   

22 Ekim 2012 Pazartesi

WTA 2012 İstanbul Başlıyor...

Tanıtım Gecesi ve Ötesi


Tennisseverler için İstanbul'da düzenlenen en büyük ve önemli tenis organizasyonu olma özelliği taşıyan WTA 2012, 23-28 Ekim tarihleri arasında Sinan Erdem Spor Salonu'nda yapılacak. İstanbul için önemli bir tanıtım fırsatı da sağlayan bu büyük organizasyon ile ilgili dün akşam Çırağan Sarayı'nda bir tanıtım gecesi düzenlendi. Aşağıda bu organizasyonlar ile ilgili linkleri koydum. Turnuvanın Bayrama denk gelmesi kötü olmuş tabii, ama tatile gitmeyip İstanbul'da kalacak olanlar için çok keyifli olabilir.

http://wtaistanbul2012.org/
http://www.htspor.com/tenis/haber/787310-istanbul-kadar-guzel

Dün akşam Çırağan Sarayı'ndaki turnuva tanıtım davetine katıldık. Beşiktaş-Trabzon maçı var diye midir nedir bilmiyorum, katılım çok fazla değildi. Çırağan'da gerçek bir organizasyonsuzluk hakimdi. Basın Toplantısı saatinin sarkmış olması nedeniyle saat 19.00'da başlayacak olan davet için salon kapıları saat 19.20de açıldı. Davetliler salonun kapısında ayakta bekletildi. Öncesinde kurulmuş olan koktely masalarının üzerine davetlilerin yanında çerezler,zeytinler kondu. Zeytinleri almak için kürdan vs.. yoktu. İçki olarak önce sadece meyve suyu çıktı, millet itiraz edince şarap ikramına geçildi...Yemekler derseniz Çırağan'dan beklenmeyecek kadar basit,  sıradan ve lezzetsizdi. Hatta sıcak büfesindeki sıcakların pekçoğu soğumuştu...

Gelelim tenisçilere...
Maria Sharapova inanılmaz uzun. Bacakları muhteşem. Hoş bir kadın. Ancak davete son derece özensiz ve kılıksız katılmıştı. Bakışları filan soğuk, hatta donuk. Zaten basın toplantısından sonra hiç davet salonuna gelmeden, ortadan kayboldu. 

Serena Williams'ın daha kilolu olduğunu düşünürdüm. Önden son derece ince, arkadan derseniz Jennifer Lopez ya da Kim Kardashian filan halt etsin, ben böyle bir popo hayatımda görmedim. Yani zenci poposu diye bir tabir vardır ya aynen öyle... Birde stretch kırmızı bir elbise giymiş, bayağı fenaydı anlayacağınız. Çok iri görünmesi de sanırım bu yüzden!

Azarenka son derece sempatik ve hoş bir kadın. İsteyen hayranlarıyla bol bol fotoğraf çektirdi. Onun fiziği de Sharapova gibi, çok uzun ve ince. Güzel bir kadın.
Diğer tenisçileri malesef çok tanımıyorum, onlarla ilgili yorumsuz kaldım.:)

Davetin kıyafet kodu, siyah takım elbise ya da smokindi. Bizim insanımız bir hoş.. Kot pantalon hırkalısından tutun da, smokin içi baskılı tişört giyeni, gece elbisesinden tutun da, şıpıdık terlik mini etek giyeni her çeşit kıyafetli insan vardı salonda. Basındaki arkadaşların çoğu zaten kıyafet kurallarına takılmamayı marifet sayarlar. Halbuki, özenilmiş bir organizasyon var ortada, davetliler özenle seçilmiş, ne olur insanlar da bulundukları ortama ayak uydursalar... Sıkar mı Oscar ödül törenine kot pantalon, spor ayakkabıyla gitmek...! Bu arada birkez daha aşırıya kaçılan estetik müdahalelerin kadınları nasıl çirkinleştirdiğine, nasıl tek tip bir görünüme kavuşturduğuna bir kez daha şahit olduk. Şişirilmiş dudaklar, kaldırılmış kaşlar, şaşkın bakışlar, yapay burunlar...malesef bu hanımların güzelleştiklerini zannederek kendiklerine ettikleri kötülüğün tarifi mümkün değil.

Gecenin en güzel kadınına gelirsem... Voleybolcu Neslihan Darnel derim, başka da kimseyi demem yani. Allahım ne hoş kadın, boyu posu, makyajı, gerçekten çok beğendim. Kadın evlenmiş de, çocuk da doğurmuş, sporculuğuna da devam etmiş... Tam anlamıyla "Çocuk da yaparım, kariyer de..." örneği!!! Bravo diyorum.

Gecenin en ama en etkileyici yanı; Çırağan'ın Balo salonundan görünen müthiş Boğaz manzarasıydı. İstanbul muhteşem ışıkları ve renkleriyle, gene en büyüleyici haliyle; tenisçilerin de, davetlilerin de, yemeklerin de, mekanın da... herşeyin önüne geçivermişti...



21 Ekim 2012 Pazar

EVDE BİR ERGENLE YAŞAMAK -2


Bugün Pazar. Tüm ailenin evde olduğu; ama yardımcımızın izinli olduğu haftanın tek günü.

Benim için, tüm ailenin beraber kahvaltıya oturması gereken, eşim için, hafta içinde kaybedilen uyku saatlerinin telafi edilmesi gereken, kızım içinse, tüm gün TV seyredilmesi gereken gün.... Kızıma göre ayrıca; mutlaka dışarı çıkılmalı, fırsat olursa sinemaya gidilmeli, mümkünse arkadaşlarla program yapılmalı, mutlaka dışarda birşeyler yenmeli, alışveriş merkezlerinde dolaşılıp dolaptaki eksikler tamamlanmalı, kalan azıcık zamanda (kalırsa tabii...) ders çalışma, ödev gibi gereksiz bazı zorunluluklar yerine getirilmeli...

Tüm bu arzu ve istekler tam olarak yerine gelemese de bir kısmı elden geldiğince gerçekleştirilir, çünkü zavallı kızımız tüm hafta boyunca şehir dışında sayılabilecek okuluna servisler uzun bir yol yapmak zorundadır, eve geç gelmektedir, haftaiçi TV seyredememektedir, ödevleri çoktur...vs.vs...

Bu arada çalışan bir insan olmama rağmen Pazar günleri gün içinde sürekli koşturduğumu fark ediyorum.
Son aylarda kızıma artık büyüdüğünü, yatağını kendisinin yapması gerektiğini,odasını kendisinin toplayacağını söyleyip bu işten kendimi sıyırdım. Ama iyi mi ettim hala bilemiyorum. Çünkü; odasının ya da yatağının tüm gün dağınık kalması onu hiç rahatsız etmiyor. Ben odasının önünden her geçişimde odaya istemeden de olsa bir göz atıp hala o dağınık halde durduğunu görmemeye çalışıyorum, görürsem tırnaklarımı yememeye gayret ediyorum....  Masası günlerce en dağınık haliyle durabiliyor, hatta öyle bir hale geliyor ki; masasında ders çalışamayıp, ya odasında yerlere yayılıyor, ya da salona göç ediyor. Kızım masanı toplasana deyince, ben böyle daha mutluyum diye cevap verebiliyor...Bu arada gördüğünüz foto bu sabahki masasının durumu! Görüldüğü üzere gene ders çalışıp ödev yapacak yer yok! Allahım sen aklımı koru!!

Tabii bu dağınıklık içinde bir sürü aradığı şeyi bulamıyor, ya da gözünün önünde duran şeyleri göremiyor. Bazen bir ödev kağıdı, bazen bir kalem, bazen kulaklıklar, ya da bir kitap masanın üzerinde bulunamıyor. Benim söylenmelerimi sanki duymuyor. O'nun kendine göre bir düzeni varmış, O aslında aradığı herşeyi bulabiliyormuş... Ya sabır....

İşin garibi istediği zaman son derece derli toplu ve düzenli olabilen bu çocuk, bazen bu dağınıklıktan mutlu bile olabiliyor. Kendisiyle dalga geçip bu konuda bayağı bir eylenebiliyor. Espriler, kahkahalar gırla.

Neyse ne diyebilirim ki; o oda onun kendi alanı, evin ortak alanlarına sarkmadığı sürece katlanabiliyorum. Ve önünde sonunda bundan kendisinin de rahatsız olacağını biliyorum. (en azından böyle olmasını umut ediyorum)...

19 Ekim 2012 Cuma

EGE SOFRALARI



Ben tam bir Ege'liyim.
Son 15 yıldır İstanbul'da yaşasam da bulduğum her fırsatta Ege'ye kaçarım. Denizin kokusunu özlerim. Güler yüzlü, kaygısız insanları arar gözlerim. Ege'de zaman biraz daha yavaş akar sanki. İnsanların telaşı yoktur, yolda yürürken bile salına salına yürürler. Trafikte etraflarına bakına bakına ilerlerler. Trafik ışığı kırmızıdan yeşile döndüğünde pek öyle arkadan korna çalan olmaz. Anlayacağınız İstanbul'un trafiğinden, kalabalığından bunalınca kaçılması gereken yerdir bana göre oralar. 

Baba tarafım Selanik göçmeni. Annem ise İstanbul'lu ama, 22 yaşında İzmir'e gelin gelmiş ve öz İzmir'li hisseder kendini. Gerçek bir Çeşme aşığıdır. Eşimin tüm ailesi Girit'ten göç edip Ayvalık'a yerleşmiş. Ege'lilik mutfağımıza da yansımıştır doğal olarak. Et yemeği severiz, ama genellikle sebzeyle pişen et yemeklerini tercih ederiz. Kuzu etli terbiyeli kereviz, etli bamya, fırında sebzeli köfte....
Zeytinyağlılar mutlaka her akşam sofralarımızda olur. Çünkü, zeytinyağ kültürü vardır Edremit'te, Ayvalık'ta. Örneğin, sabah kahvaltılarının olmazsa olmazı çukur bir tabağa konup üzerine bolca kekik, nane, kırmızıbiber serpilmiş zeytinyağdır. Ekmeğinizi bandırıp yediniz mi ağzınızda bir lezzet patlaması olur. Bazen bunun içine biraz da beyaz peynir lokmalarsınız lezzetini daha da arttırmak için.
Otlar çok önemlidir Ege mutfağında. Ebegümeci, radika, istifno, şevket-i bostan, turp otu, ve daha neler neler. İstanbul'da malesef pek bulunmuyor, o yüzden İzmir'e ya da Ayvalık'a gidince bol bol ot yiyoruz, salata niyetine. Kızartma barbunun yanında yenen, bol sarımsaklı, zeytinyağ limon soslu İzmir börülcesinin kattığı lezzet balığı yüceltir adeta.

Keyif için yenir sahil kasabalarında yemekler. Amaç hiçbir zaman, "karnımı doyurayım da bir an önce sofradan kalkayım" değildir. O yüzden de içki kadehleri eşlik eder yemeklere sofralarda. Çift buzlu, mis kokulu rakılar, ya da terlemiş buz gibi kadehlerde sunulan beyaz şaraplar ile muhteşem aromalı kırmızı şaraplar...Sohbetler de koyu olur bu sofralarda. Bazen ülke kurtarılır, bazen çoluk çocuk konuşulur masalarda saatlerce. Bazen dertler, bazen sevinçler paylaşılır dostlarla. Sandalye üzerinde uyuya kalan çocukların üzerine bir hırka atılır, üzerine buz yağmasın gece gece diye... Çocuklarda alışıktır bu muhabbetlerinin uzamasına, uykum geldi eve gidelim diye ağlamazlar, sorun yaratmadan ortama uyum sağlarlar çoğu zaman. Samimi sohbetlere, leziz ve sağlıklı yemekler katık edilir adeta.      

"Ege insanı keyif insanı" demek hiç de mübalaalı bir tanım olmaz bence. 

İzmir'i, Çeşme'yi, Ayvalık'ı en çok bu nedenle özlüyorum işte. Bayramda Ayvalık'tayız, çok özlediğim doyumsuz sofralarda, keyif dolu sohbetler yapmak için.....

18 Ekim 2012 Perşembe

MELEĞİM


Kızım okul gezisine gitti. Kalabalık bir grup değiller, yaklaşık 35 öğrenci ve yanlarında öğretmenleri. Önce Ankara, ardından Afyon'a gidecekler. Üç gece, dört gün evden uzakta. Bir sabah, bir akşam telefonla konuşacağız. Konuşmalar özet olacak, dönünce gördüklerini daha detaylı anlatacak. (Telefonu kurala bağlamazsak, bazen ipin ucu kaçabiliyor..) Bu yıl ilk olarak görmeye başladıkları, İnkılap Tarihi dersi için oldukça faydalı bir program olacak.

Neyse; benim size anlatmak istediğim farklı bir şey. Kızım akşam otel odasına vardıklarında aradı. Odaların çok güzel olduğunu ve 3 kişi kaldıkları odadaki en güzel yataklardan birini kaptığını söyledi. (Buradaki kastı, sanırım odadaki ilave yatağa düşmediğiydi.) Neyse, sabah tekrar aradığında; akşam çok güzel uyuduğunu, ama ilave yatakta kalan arkadaşının nezle olduğunu, sürekli burnunu temizlediğini ve onun yatağı çok rahatsız diye kendi yatağına çağırdığını söyledi. Açık söylemem gerekirse ilk tepkim, "Aa, hiç olur mu hastaymış arkadaşın, niye aynı yatakta yattınız, ya sana da bulaşırsa?" oldu.
VE kızımın verdiği cevapla kendimden utandım, "Ama annecim, benim yatağım çok büyüktü, arkadaşımınki de çok küçük. Hem o hastaydı, iyi yapmadım mı?"...

Ne diyebilirdim ki, "Haklısın kızım, çok iyi yapmışsın, inşallah arkadaşın çabuk iyileşir."den başka.... Ama gene de, "Vitaminlerini almayı unutma" demekten de kendimi alamadım. 

17 Ekim 2012 Çarşamba

TOLERANSIM KALMADI İNSÜLİN SANA!!!!



Bu yıl çevremdeki herkeste moda olduğu üzere, bana da insülin direnci teşhisi kondu. Zaten son 8 ay içinde neden 6 kilo birden aldım diye kendimi sorguladığım için doktora gitmiştim. Çevremdeki herkes ilaç kullanman lazım derken, gittiğim tüm doktorlar; ilaca gerek yok yürüyüş ve diyet yeter dediler.

Malesef tembelim! Üstelikte tüm okul hayatım boyunca spor yapmış olmama rağmen tembelim... Her hafta; "başlıyorum artık yürüyüşe" desem de bir iki gün yapıp devamını getiremiyorum. Üstelik utanarak söylüyorum, "evde koşu bantım da var".... Zaten, artık arabayla yapışık bir hayatım olduğu için neredeyse evde bile arabayla gezeceğim... Aslında tenis oynamayı çok severim ama bunun için de partner lazım. Senelerdir hocalara benimle tenis oynasın diye para vermekten de sıkıldım.

Diyet deseniz, yıllar içinde pekçok farklı diyetisyene danıştım. Farklı farklı diyet önerilerini uyguladım. Her kuralı bildiğimi varsayıyorum ama, bunları kendi başıma uygulayacak self-disiplimin yok işte. Zaten derdim çok yemek değil - çok hızlı ve geç yemek. Özellikle akşamları...Yani tüm gün iyi ve düzgün beslenip akşamları sapıtıyorum, yani en yapılmaması gerekeni yapıyorum.  

Aslında; fast food yemem, çikolatayla cipsle filan pek aram yoktur. Her zaman ev yemeğini tercih ederim. Beyaz ekmek yemeyeli yıllllaar var. Evde makarna, pilav, börek yapılmaz, yapılsa da sadece kızımıza kadar yapılır. Cola içmeyi de bıraktım. Günde 1 tane sigara içerim, onu da içime çekmem, sadece tüttürürüm.. Çerezlerin nedeyse tamamı alerji yapıyor diye yiyemem. İçki deseniz biraz şarap ve rakı. O da en fazla haftada bir. E, şimdi bakıyorum da; ben bu 6 kiloyu nasıl aldım???

Of, moralim bozuldu valla. Hiçbir özürüm yok işte. Nedeni belli, çok hızlı yiyorum, akşamları çok geç yemek yiyorum ve hiç spor yapmıyorum....! Teşhis belli de, tedavi nasıl olacak?

Geçen gün ilk 2013 hedefimi koymuştum, şimdi de ikincisini koyuyorum: mutlaka ama MUTLAKA kilo vereceğim. Hatta bu akşamdan başlıyorum. Herkese de ilan ediyorum ki; kaçışım olmasın!    

16 Ekim 2012 Salı

EVDE BİR ERGENLE YAŞAMAK -1


Kızım 13 yaşında! Son derece sakin ve uyumlu bir çocukluğun ardından, artık bir ergen.

Kızımla ilk yıllarımızda, biraz ağlasa, yaramazlık yapsa ve ben şikayet etsem; Annem "Dur bakalım, daha bunun ergenliği var." derdi. Hiç anlamazdım tabii. Ne kadar zor olabilirdi ki, büyümüş, laftan sözden anlayan bir çocuk..Annemin bir bildiği varmış meğerse, ne de olsa iki kız, bir erkek evlat büyütmüş.

Bir ergenle aynı evde yaşamak şöyle tanımlanabilir - Pimi çekilmiş bir el bombasıyla 7-24 aynı ortamı paylaşmak! Üstelik, benim o son derece sakin ve uyumlu kızım için bu benzetmeyi kullanıyorum, dikkatinizi çekerim! Neden pimi çekilmiş bir el bombasına benzettiğime gelince;

- Malesef şu anda çocuk mu, genç mi, tam belli değil. Bazen son derece olgun olabilirken, bazen en bebek hallerini takınabiliyor. Hatta bu durum bazı ortamlarda sizi zor durumda bırakabiliyor. Çünkü; boyu posu ve halleri bazen bir birini tutmuyor.
- Aniden uzayan boyu ve değişen kas yapısı nedeniyle sakarlığı tavan yapmış durumda. Sürekli kapılara köşelere çarpıyor veya masada yemekler, bardaklar dökülüp saçılıyor.
- Aklı bir karış havada ve sürekli dalgın olduğu için son derece unutkan. Ödevler evde unutuluyor, anahtarlar kaybediliyor, randevular atlanıyor...
- Arkadaş ilişkileri karışık ve inişli çıkışlı. Doğruyu bulmak için  hatalar yapmaya  devam ediyor. Üzülüyor, bazen de üzüyor...
- Hep kendisi haklı ve tabii ki doğruyu hep kendisi biliyor....
- Artık tartışıyor, hakkını sonuna kadar arıyor, bazen ipin ucunu kaçırıp saçmalarsa da karşısındakini maksimum seviyede delirtiyor.
- Okuduğu kitaplar, seyrettiği filmler, hayran olduğu sanatçılar değişti.  
- Tüm bunların yanında son derece hassas! Hiç lafa söze gelemiyor. Tepkiler aşırı. Ağlama krizleri mevcut.

İşte evimizde böyle yeni bir eleman var. 

Bana gelince, ergen anneliği de zor zenaatmiş valla. Bir yandan anlayışlı ve sabırlı olmaya çalışırken, bir yandan baba kız arasındaki dengeleri korumaya çalışmak gerekiyor.
Delirdiğim anlarda nefes egzersizleri yaparak sakinleşmek, ya da i-pod'da en sevdiğim müziği açıp, bir kadeh şarabımı yudumlarken;
DUYMUYORUM, GÖRMÜYORUM, SÖYLEMİYORUM...... 




15 Ekim 2012 Pazartesi

SÖYLEYEMEDİKLERİM


Bazen ıssızlaşmak, yapayalnız düşüncelerimle kalmak, sadece ve sadece kendimi dinlemek, kendimle konuşmak isterim. Böyle zamanlarda gerçekten ne hissettiğimi, beklentilerimi, arzularımı , üzüntülerimi en açık haliyle kendimle paylaşırım. Çünkü bilirim; kendi kendimi ayıplamam ya da kendimi sorgulamam, kendime karşı önyargılarım da yoktur. Doğrusu da yanlışı da sonuçta benim içimde kalır.

Böyle zamanlarda, yani yalnızca kendimle kalmak istediğimde bazen bir kitabın arkasına sığınırım, bazen de yürüyüş yaparım. Hatta bazen bir alışveriş merkezine gidip saatlerce dolaşıp boş boş vitrin bakıp, dükkan gezmişliğim vardır. Sorsanız bana nereye gittin, ne gördün diye inanın hatırlamam. Çünkü o sırada kendimle meşgulümdür.

Bazen insanları sorgularım, yakın çevremde olan insanları, ailemi, arkadaşlarımı... Bazen ölmüşlerimi düşünürüm, onlarla olan zamanlarımı, onlarla ilişkilerimi...Kafamda kendi doğrularımı yanlışlarımı karşılaştırırım. Eksik taraflarımı düşünürüm ve bu eksikliklerin ilişkilerimde ne etkiler doğurduğunu... Bazen kızgınlıklarım gelir aklıma. İçimde yaşayıp büyüttüğüm kırgınlıklar...En çok babamın ölümünden sonra hissettim konuşamadığımı. Onunla ilgili söylemek isteyip söyleyemediğim ne çok şey olduğunu. Bazısı O'na söyleyemediğim, bazısı da onun arkasından söylemem gerekip de yapamadığım. Tıkanıp kalan, boğazımdan dökülmeyen ne çok cümle var.  Yeri geldiğinde söylenmemiş bir sevgi sözcüğü, bir takdir ifadesi, bir eleştiri, ya da sadece bir yorum...

Aslında duygularını ifade edebilen bir insanım, ama çocukluktan gelen, "aman kırmayayım, aman üzmeyeyim, aman çok söylemeyeyim - şımarmasın...."  kalıplarım var. Arada sıkışıp kalıyorum bu kalıpların içerisinde. Malesef kendi çocuğuma da bu kalıpları öğrettiğimi fark ediyorum. Elimde olmadan, öğretilmiş olanı öğretiyorum.  Sonuçta hiçbirimiz sınırsız özgürlüğe sahip değiliz ve bir toplumda insanlarla yaşamak durumundayız. Ancak, söylenmesi gerekenleri söylemek ve bunu kendi filtremizden geçirerek süzmek önemli. Yani bu kalıpların esnek olabilmesi lazım.

Ben de artık kendimi daha fazla ifade etme, söyleyemediğim pek çok şeyi daha fazla söyleyebilme yönünde kendimi geliştirmeye çalışacağım. Hatta bunu 2013 için ilk hedef olarak belirlemek iyi olabilir.

12 Ekim 2012 Cuma

Şarapçının Yorumuyla "Bir İlanın Ardından..."

Bu hafta bir ilan yayınlandı gazetelerde, gördünüz mü bilmem? Bir rakı sofrası ve kadeh tokuşturan üç arkadaş... Sofrada çeşit çeşit mezeler, manzaraya karşı bir muhabbet... Sloganımız, "Bu Muhabbetten Sıkılmadınız mı Beyler?":)

İlana bakınca, masadakilerin yüz ifadeleri farklı birbirinden. Biri çok dertli gibi, biri arkadaşının derdine ortak kaldırmış kadehini, diğeri sanki; "öff gene mi aynı muhabbet", der gibi...Masada bir sıkıntı, bir elem havası. Rakı masaları biraz böyle olur sanki, içtikçe açılır insanlar, kalplerindeki sıkıntıları, dertleri paylaşırlar kadehler yuvarlandıkça. Daha çok erkek muhabbeti gelir akıllara. Son maçta kaçan gol, hakemin vermediği penaltı, hanımın dırdırı, çocuğun bitmeyen okul taksidi konur meze diye masanın üzerine. İçtikçe çözülür diller, bulanıklaşır tasalar dertler, sıkıntı dağılır gibi olur. O nedenle vazgeçilmez gelir rakı muhabbeti pekçoğumuza. Oysa ertesi gün aynı tasa, aynı dert, yerli yerindedir malesef.

Şarap muhabbeti farklıdır oysa.  Şarap içenin derdi tasası dökülmez genelde ortalığa, daha keyif içkisidir şarap. Genelde tasa dağıtmak için şarap içmez insan.Yediği yemeği daha da lezzetlendirmek için içer. Bir peynir tabağındaki, ya da tatlıdaki farklı lezzetleri eşlemek için kadehini kaldırır. Zevk alır burnuna gelen kokulardan, aromalardan. Kadehin içindeki gizemi çözmeye çalışır. Hangi kokular, hangi lezzetler sığmış kadehine anlamaya çalışır. Bu nedenle koklar sık sık şarabı iyi içici. Damağında kalan farklı lezzetlerden haz alır. Sonra, illaki kalabalık olsun istenmez şarap içerken, bazen yalnız başına bir şömine karşısında ya da güzel bir filme daldığında yudumlamak keyif verir insana. Ya da güzel bir haber aldığında, bir kutlama yapmak istediğinde, dostlarla keyifli muhabbetler istediğinde açılır en iyi şişeler.

Amaç kesinlikle Rakı muhabbetini kötülemek değildi, sadece şaraba farkındalığı arttırmak, ve bunu yaparken işe biraz da mizah katabilmekti. Zaten sloganın ardındaki ":) gülen yüz" de biraz bu nedenle konmuştu.  Farklı sofralar ve farklı muhabbetler doğurur rakı ile şarap. İkisinin de hakkını yememek lazım. Bence ikisi birbirinden çok farklıdır. İkisi de lazımdır, gereklidir.
Gene de çok tarafsız olamayacağım ve:
"Bu haftasonu değişiklik yapın, şarapla zenginleştirin sofranızı, eminim farklı bir keyif alacaksınız. " diyeceğim size. Kadehler Dolusu Keyif Diliyorum herkese...

9 Ekim 2012 Salı

Buğulu Bakışlı Kurbanlıklar


Bir Kurban Bayramına daha çok az kaldı. Tüm şehirde kurban çadırları kurulmaya başlandı. Sokaklar, mahalleler ağır hayvan kokuları içinde, küçük birer köy havasına girmeye başlar yakında. Bu kadar çok hayvan satılır mı, diye düşünürüm her bayram öncesi..Bayram günleri yapılan haberlerde, "kızıla boyanan boğaz", "kanlı E5" filan gibi görüntüleri görünce de cevabı bulmuş olurum. Bayram biter, kurbanlıkların ve kesim yerlerinin kokusu günlerce kalır arkasından tüm şehrin üzerinde, kesif ve yoğun...

Son yıllarda; kurban kesmek, bayramlaşmaktan ziyade ne yapsak, nereye gitsek derdine düşer olduk. Aylar öncesinden ucuz bilet bulma ümidiyle taranan Havayolu şirketlerinin web adresleri, ya da otel fiyatları en büyük sorunumuz... Eskiden çocuklara bayramlık alınırdı. Ben kızıma son bayramlığını en son 3 yıl önce filan aldım galiba. Gidecek büyüğümüz, ziyaret edecek akrabalarımız yok malesef İstanbul'da. Gene de adet edinip, doğru düzgün giyinip, birbirimizin bayramını kutlama adetini devam ettiriyoruz en azından. Yani normal bir gün havasına girmemek için özen gösteriyoruz. Telefonla da olsa arayıp büyüklerin bayramını kutluyoruz. Ha; bu arada asla mesaj atmam, atılan mesajlara da şiddetle sinir olurum. Yahu arayıp iki satır konuşuverin, o kadar uğraşıp mesaj atacağınız yerde! Kısacası pekçoğumuz gibi bayram senelerdir bizim için de tatil demek, dinlenmek demek...

Klasik olacak biraz ama; bir de eski bayramlardan bahsedeyim istiyorum. Çocukluğumun bayramlarından...

İzmir'de, altı katlı bir aile apartmanında geçti çocukluğum. Babaannemler, halamlar, amcamlar; aynı apartmanda altlı üstlü otururduk. Apartmanımızın önü ve arkası bahçeydi. Her aile için bir kurbanlık kuzu alınırdı bayramdan on gün kadar önce.  Arka bahçedeki meyve ağaçlarına bağlanırdı kuzular. Buğulu buğulu bakarlardı insanın suratına, bilirmiş gibi başlarına ne geleceğini. Yatak odalarımız o bahçeye baktığından melemelerle uyanır, hava uygunsa bahçede oynar,tüm gün o hayvanları sever beslerdik. Yan apartmanlardan çocuklar bizim bahçede toplanırdı kuzuları sevmek için. Bayram günü kuzular kesilince hepimizin alnına kan sürerdi büyükler. Nazara karşı, korunalım diye...Üzülürdük kesilen kuzular için ama bilirdik sevabını, katlanırdık...
Sonra işin keyifli tarafı gelirdi. Banyolar yapılır, misler gibi giyinilir, tüm apartman gezilir, eller öpülür, harçlıklar toplanır, tatlılar yenilirdi.
Sonra ailemizin değişmez geleneği olarak, öğlen yemeği yenirdi hep beraber. Kesilen kuzulardan kavurma yapılırdı. Nasıl mis gibi kokardı, nasıl bir lezzet olurdu o sofrada...Babam da hanımlarla beraber mutfakta olurdu genelde. Harika mumbar dolması yapardı mesela. Mis gibi iç pilav pişerdi. Yengem her bayram kalbura bastı yapardı. Upuzun bir masa kurulurdu, hani filmlerdeki İtalyan ailelerinin masaları gibi. Erkekler keyifle rakılarını yudumlar, kadınlar şaraplarını içerdi....Gelen misafirlerde buyur edilirdi soframıza. Sohbetle, muhabbetle yenirdi yemekler... Bayram buydu, anlamı beraberlikti, muhabbetti, sevgiydi......

Bu yıl; babamın olmadığı ilk kurban bayramı olacak. O nedenle; bu bayram kurban kesip kavurma yapacağım. İç pilavla beraber. O yıllardaki gibi bir bayram sofrası kuracağım aileme Ayvalık'ta. Babam için kadeh kaldıracağım bu bayram ve tüm kaybettiklerimiz için!

8 Ekim 2012 Pazartesi


Bağbozumu Heyecanı

Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el alem!

Hayyam

Bilinen en eski içki Şaraptır. Bu nedenledir ki; bütün din kitaplarında adı geçen tek içkidir. Kimi kutsar şarabı, kimi günah sayar. Kimi kültür olarak algılar, kimi yok sayar...

Benim için şarap ilk olarak; babamın üzerine sinen koku demek...Çocukken kadehe sokup yaladığım küçük parmağım demek...Sohbet demek, keyif demek, bilgi demek, kalite demek, gelenek demek, ailem demek....

Bağbozumlarında ailecek şükretmek, hayırlısını dilemek, çıkacak yeni ürünleri heyecanla beklemek demek...

Bu yılın bağbozumu yavaş yavaş bitiyor. Yeni ürünler hazırlanıyor. Gene en iyiyi yapmaya çalışan bir ekip harıl harıl çalışıyor. Yeni "Mahra"lar, "Roseo"lar, "Casaba"lar, "Dolce Vita"lar kavlarda olgunlaşıyor...

Heyecan kıpırtılarıyla yeni lezzetler, yeni markalar doğuyor...

Yazgan'da yine, yeni bir hayat başlıyor... 

6 Ekim 2012 Cumartesi

Korkulu Pazar Trafiği

Biz ailecek Pazar günleri evde oturmayı sevmeyiz pek. Yıllardır, sabah kahvaltısı sonrası dışarı çıkmayı adet edindik. Hava güzelse, açık havada zaman geçirmek, kötü havalarda sinema, arkasından bir yemek programı yapmak ya da alışveriş merkezlerinde boş boş zaman geçirmek - o arada yoğun iş ve okul temposunda hafta içlerinde kaybettiğimiz zamanı ailecek beraber olup telafi etmek isteriz.
Genelde keyifli geçer haftasonlarımız.

Son senelerde hoşumuza gitmeyen bir durum var. Daha trafiğe çıkar çıkmaz sinirimizi bozan bir durum...

Belki siz de fark etmişsinizdir: sadece pazar günleri trafiğe çıkan, kötü şoförleri (ve ailelerini): Çoluk çocuk bütün bir aile arabaya doluşmuş. Arka koltukta 4-5 kişi, ön koltukta anne ;- baba ve çoğunlukla kucakta bir bebek. Bu bebek; ara ara şoförün kucağında da görülebilir. Bu kalabalık aileden birkaç kişi mutlaka sigara içer. İçeride göz gözü görmez. Yaşaran bulanık gözlere, bir de çoluk çocuğun zırıltısı ve de arabadaki yüksek volümlü müzik sesi eklenince, ortam tam kıvamına gelir! Bu kıvamdaki aracın şoförü, eğer kucağında çocuk yoksa, bir kolunu omzuna kadar camdan sallandırır ve o haftaki araba keyfini sonuna kadar yapar.
"Size ne adamın keyfinden" diyecek olursanız, bu sürücü arkadaş çok sık araba kullanmadığı için genelde pek trafik kuralı filan tanımaz...Kırmızıda durmaz mesela, sinyal vermek aklına bile gelmez. Rahat rahat şerit değiştirir, arabanın kalabalığından zaten dikiz aynasından pek birşey göremediği için, aynadan trafiği kontrol etmek de önemli değildir zaten... Gerekli gereksiz korna çalar, açık camdan tükürür ya da çocukların yediği meyvelerin kabuklarını camdan atıverir. Ara sıra hanımla kavga edip, kucaktaki çocuğu dövenine bile rastlayabilirsiniz. Yolların hakimi havasına öyle bir girer ki; bazen etraftaki düşman kuvvetlerine (diğer araç sürücülerine) pis pis bakar, biri hır çıkarsa da hadlerini bildirsem diye...

İşte bu Pazar günü sürücüleri nedeniyle artık sıkıntılı başlıyor Pazar gezmelerimiz. Trafikte karşılaştığımız bu tipler nedeniyle daha yola çıkar çıkmaz tedirgin ve sinirli oluyoruz.  Yapılan şerit ihlalleri, kırmızı ışığı yok saymalar ya da ön koltukta gözünüze çarpan bir bebek sinirinizi bozuyor. Her an yolunuzu kesen bir araç olması ihtimaliyle tedirgin ve gergin, "Allahım hayırlısıyla bir an önce varsak gideceğimiz yere" diye dua ede ede yola devam ediyorsunuz. Ya da bize böyle oluyor en azından! Peki ya siz???  

4 Ekim 2012 Perşembe

BENİM MASALIM

Bizim Çocukluğumuz Farklıydı!

İzmir'de geçti çocukluğum. Hayatımın en keyifli, en güzel yıllarıydı...
Evime yaklaşık bir kilometre mesafedeki ilkokula giderdim. Ana caddeyi geçer, oldukça uzun bir mesafeyi yürürdüm. Yaz, kış farketmezdi. Çünkü; mahalleden arkadaşlarımla yürürdük. Güle oynaya, cıvıl cıvıl eğlenerek. Arada oyalanırdık okul dönüşünde, annelerimiz panik halde camlara yapışmazdı. E, ne de olsa tanırdı mahalleli çocukları, başlarına bir iş gelmezdi...
Sokakta oynardık. Susayınca, ya da çişimiz gelince en yakın ev kiminkiyse oraya koştururduk. Akşam olup hava kararmaya başlayınca ya da diğer deyişle, babaların eve gelme saati gelince, zorla girilirdi evlere; eller, yüzler kapkara, kir içinde!

Mahalledeki çocuklardı oyun arkadaşlarımız. Bakkalın kızı, kapıcı Emin amcanın oğlu, Öğretmen Aysel Hanımın yeğeni, doktor hanımın kızı...Karman çorman oynardık işte. Bazen annelerden biri kek- poğaça yapar seslenirdi, hepimiz koşturur payımıza düşeni kapardık. Kimin ne olduğu, kökeni, dini, soyu, sülalesi umurumuzda olmazdı. Ailelerimizden böyle görmüştük, böyle öğrenmiştik...En yakın arkadaşımın alevi olduğunu 17 yaşında öğrenmiştim. Bana neydi, ne önemi vardı ki...
Sınıfta andımızı bağıra çağıra söylerdik. Kimse sesini alçaltmaz, kimse yüksünmezdi. 10 Kasım'larda, 29 Ekim'lerde en güzel şiirleri seçmeye çalışırdık, en iyi okumak isterdik ki, öğretmen törende şiir okumak için bizi seçsin...
Babaannem güzel kadındı, yaşlanmıştı ama güzeldi..Yanaklarında gamzeleri vardı, güldüğü zaman gözlerinin içi parlardı. Her sabah saçını sarardı. Belki bir misafir gelirse diye... Gelmezse de olsun, akşam dedem geldiğinde bakımlı görmeliydi babaanemi. Sokağa çıkması gerekirse başına üçgen bir başörtüsü bağlardı bazen, bazen de bağlamazdı...Canı nasıl istediyse işte... Hep bakımlı, hep şıktı. Hem kendine hem etrafına saygısı vardı. Hanımefendiydi, güler yüzlü ve ağır kadındı. Ailenin toparlayıcısıydı. İyi ev kadını, iyi anneydi. Bayılırdım babaanneme. Büyüklere saygıyı öğrendim ondan...
Huzur dolu geçti çocukluğum. Düşmanlık, kavga görmeden büyüdüm çevremde. 70'lerdeki öğrenci olayları, 80 darbesi masal gibi gelmişti bana...Başka ülkede yaşanan, başka insanların derdiymiş gibi...
Sonra büyüdüm, kavgayı, siyaseti, ekonomiyi, sıkıntıları,zamları, dayakları, cinayetleri, ayrımcılığı, soygunları, savaşları..gördüm, hatta yaşadım... Şimdi haber dinlemek, gazete okumak eziyet gibi. Hep felaket, hep sıkıntı.Nasıl bir toplum olduk, nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Böyle bir gelecek mi bekliyor bizi ve çocuklarımızı?...
Öyle özlüyorum ki, kapkara yüzlü, kirli elli çocukluğumu.....................

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Köpeği Sahiplenmek

Belki tembellikten, belki cesaret edememekten ama yıllarca kendime telkin ettiğim gibi yalnızlıktan tek çocukta pes eden bir aile olduk.
İş yoğunlukları, ailelerden uzak olmak ve İstanbul'da düzgün ve güvenilir bakıcı bulma endişesi kızıma bir kardeş düşünmememizin en büyük sebebiydi. Tabii ki şu anda çok pişmanım. 40 yaşından sonra çocuk sahibi olma gibi bir arzum ve niyetim kalmadığı için de malesef bu durumla yaşamaya alıştık. Kızımız için üzülüyorum, evde tüm gözlerin üzerinde olması bir yana, anne baba beklentisinin en tepelerde gezinmesi, ileride alması muhtemel sorumluluklar ve tabii bizden sonra yaşayacağı yalnızlık...
İşte bu nedenle senelerdir karşı durduğumuz köpek sahiplenme konusuna (bu yıl üst üste yaşadığımız aile büyüklerinin kayıplarının travması ardından) olumlu bakmaya başladık. İşe öncelikle "Köpek Bakımı For Dummies" isimli kitabı alarak başladık. Hepimiz ayrı ayrı okuduk. Her işi doğru yapmamız lazım ya..
Hatta kendimizi öyle bir kaptırdık ki, Tchibo'da gördüğümüz köpek aksesuarlarından iki alışveriş torbasını dolduracak kadar alıp eve döndük (yanlış anlaşılmasın, henüz ortada köpek filan yok). Ardından 5-6 tane köpek çiftliğini dolaşıp kendimize uygun hangi cins köpek olabilir diye araştırma yaptık. Bu arada kızımız zevkten çıldırmış durumda, isim arayışlarına girdi. Yani tüm ev halkı olarak bu duruma alıştık.
Derken.......
Yeni taşınacağımız sitede bir ihtimal bahçede köpek beslemenin yasak olabileceği gerçeği ile karşılaşana kadar... Çünkü, bizim köpekle olması muhtemel birlikteliğimiz; ancak bahçede ve evin çok sınırlı bir alanında yaşarsa gerçekleşebilecek bir durum.. Neden derseniz ben ileri derecede alerjik bir insanım. Malesef açık hava dışında kedi ya da köpekle çok uzun süre geçiremiyorum. Bu nedenle şimdi bir süre bekleme sürecine girdik. Öncelikle site yönetiminin bu konuda alacağı kararı beklemeye şartlandık. Bana göre, yavru bir köpeği sahiplenip sonra bizim koşullarımız değişti diye bir yerlere bırakmak en büyük hainlik. Kızımı zar zor ikna ettim, inşallah biran önce durum belli olur ve biz de 4 kişilik bir aile oluruz.:)

Bu arada TBMM'de çıkacak yeni kanunu merakla bekliyorum. Umarım insanlara sadece mutluluk ve dostluk veren bu canlılar hakkında medyadan takip ettiğimiz olumsuzlukta bir kanun olmaz. Benim inancım yapılan bu yürüyüşler ve ortaya konulan tepkiler sayesinde yasadaki bazı maddelerin değişeceği yönünde. Umarım böyle de olur.

İlk Yazı

İlk yazılar hep heyecan doludur diye düşünürüm. Öğrenilen ilk harfler, yazılan ilk mektuplar, atılan ilk imzalar...Şu anda işte böyle hissediyorum. Heyecanlı!
İnsanın kafasından geçen ama bazen anlatamadığı, paylaşamadığı, ya da üşenip kimselere duyuramadığı düşüncelerini bir yerlerde yazma fikriydi aslında bana bu ilk yazıyı yazdıran.Ne yazarım bundan sonra, neler anlatırım bilemem. Bazen bir anı, bazen bir maç yorumu, bazen bir kızgınlık hikayesi, bazen bir kitap ya da film eleştirisi...Ama en fazla insanca duygular, düşünceler yazarım sanırım, ha bir de şarap konusu var: E o da benim asıl işim olduğuna göre; ara sıra o sularda da geziniriz beraber. Bakalım göreceğiz.