20 Kasım 2013 Çarşamba

"KIYIR KIYIR" SUSAMLI HALKA

Annem has İstanbul'ludur. Hani derler ya, yedi göbek İstanbullu... Hukuk fakültesinde okurken babama aşık olunca, kendini İzmir'de bulmuş ve İzmir gelini olmuş. Gerçi, Annem  İzmir'i çok sevdi, yeni ailesine (babamın ailesine) dört elle sarıldı ama, ben hep kalbinin bir yerinin İstanbul diye sızladığını hissettim. Ben evlenip de yolumuz İstanbul'a düşünce, annem sık sık gelsin istedim, özlemi biraz kırılsın diye. Bize geldiğinde de hep çocukluk arkadaşlarıyla ya da Kandilli Kız Lisesi grubuyla bir araya gelsin, eskiyle bağı devam etsin istedim. Çok sık olamasa da annem geldikçe eski dostlarıyla görüşüyor, özlediği yerlere gidiyoruz, geçmiş zamanları konuşuyoruz.

Bu hafta annem geliyor. Sabırsızlıkla bekliyorum. 
Aslında hepimiz hala çocuğuz. Birilerinin çocuğuyuz. Ne kadar büyüsek de en çok da nazlanmayı, nazlatılmayı özlüyoruz. Babamı kaybettikten sonra, ailemizin direği artık annem. Onu hep çok özlüyorum. Çünkü yıllardır tüm ailemden uzağım, benim de bir tarafım hep kırık...Yani annemin yıllar önce İzmir'de yaşarken hissettiklerini şimdi ben İstanbul'da hissediyorum. Hep özlemle besleniyorum.

Annem özel bir insandır. Bilgili ve kültürlüdür. Arada enteresan kelimeler kullanır. Kimi İstanbul'a özel, kimi annemin de kayınvalidesinden öğrendiği Rumeli kökenli kelimeler... Eşim bunlara çok güler. Bir ara çetere tutardı "annemin tuhaf kelimeleri" diye, hatta dalga geçerdi, "uyduruyorsunuz" derdi. Annem de ciddiye alıp şahitler bulmaya, doğruluğunu ispata çalışırdı. Hala arada yeni kelimeler bulur annem bazılarını ben bile ilk kez duyarım. Bir gün tüm bu kelimeleri paylaşırım. Gerçekten arada çok komikleri var.
Neyse, annemin bir lafı da "kıyır kıyır"dır. Eşim hiç duymamış, duyunca da şaşırmıştı. Oysa pekçok kişinin bilip kullandığı bir tanımlamadır. Yiyeceklerin tazeliğini, yapısını anlatmak için kullanılır. Kurabiye börek gibi hamur işlerine özellikle kullanılır. Kıtır kıtırdan çok farklıdır aman karıştırmayın:-)

Bu sabah annem yarın gelecek diye; onun da sevdiği "kıyır kıyır" nefis Susamlı Halkalarımdan yapayım, evde çayın yanında hazır bir atıştırmalığımız olsun istedim. Sabah kızımı okula yollayıp bu çok kolay kurabiyeyi yaptım. Bu kurabiye hem çok kolay hem de uzun zaman taze kalabiliyor. Ne tatlı ne tuzlu. Belki denersiniz diye tarifi de taze taze paylaşayım dedim.



Kıyır Kıyır Susamlı Halka

Malzemeler
250 gr. Oda sıcaklığında margarin
1 çay bardağı sirke
1 çay bardağı sıvıyağ
1 çay bardağı toz şeker
1,5 tatlı kaşığı tuz
1 paket kabartma tozu
1 yumurta (sarısı içine konup beyazı üzerine ayrılacak)
Aldığı kadar un (kulak memesi kıvamında)
Üzeri için susam

Yapılışı:
Tüm malzeme güzelce yoğurulur. Ele yapışmayan kıvamda bir hamur olunca 15 dakika kadar bekletilir. Fırın tepsisine pişirme kağıdı konur. Hamurdan minik parçalar koparılıp halka şekli verilir ve önce yumurtanın beyazına sonra susama batırılır ve tepsiye dizilir. Bu kurabiyeler fazla kabarmaz ama gene de aralarında biraz mesafe bırakmakta fayda var. 175 derecede önceden ısıtılmış fırında susamlar pembeleşene kadar pişirilir. 
Bu kurabiyeler, bir saklama kabında fazla havayla temas etmeden saklanırsa çok uzun zaman taze kalır ve mis kokulu demli çayınızın yanına çok yakışır. Afiyet olsun. 


Sevgiyle....


19 Kasım 2013 Salı

KORKU DÜZENİ

Şu hayattaki en büyük korkularınızın başında ne gelir?

Sevdiklerinizin, özellikle de çocuğunuzun başına kötü bir şey gelme ihtimali, değil mi?

Kızımı 14 yaşına sağlıkla getirdim. Ama, o arada öyle enteresan doktor hikayelerimiz oldu ki...

Bebekliğinde bizim çocuk doktorlarımız her ay kontrole çağırır, kilo boy artışına bakılır. Ne yedi, ne içti, günde kaç kere (affedersiniz) s.çtı?.... Öyle ki gram hesaplarıyla "A bu ay az kilo almış, şöyle besleyelim" "Eyvah boyu az uzamış, şu takviyeyi yapalım" diye bir stres yaratırlar, baskı uygularlar anne baba üzerinde. Oysa yurt dışında bebek sağlıklı ise, büyük bir hastalığı ya da sorunu yoksa altı ayda bir doktor kontrolüne gider. Onda da doktor lütfen boyuna kilosuna bakar ki; sizin içiniz rahat etsin.

Sonraki yıllarda yok skolyozu mu var, yok içe mi bastı, yok gözlerinin altı mı mor... diye bir sürü nedenle doktor kapısı aşındırır; o tahlile, bu çekime tonla para verir hale gelirsiniz. Gene de hep içinizde bir korku vardır. Doktorlar da bunu canlı tutar, o stresi üzerinizden atmanıza asla izin vermezler. Sonrasında erken ergenlik korkusu beslenmeye başlar. Boyu kısa mı kalacak, kilosu normal mi olacak, erken mi adet görecek, hormon tedavisi mi olmalı, kan tahlilleri, ultrasonlar.... Bitmeyen kontroller. Dünyalar kadar para yatar sektöre ve bu düzene.

Ne zamanki, siz çocuğu rahat bırakırsınız, hem sizin hem de çocuğunuzun içi rahatlar; işte o zaman çocuğunuz gerçekten sağlıklı olur, sağlıkla büyür. (Bu arada kızım için boyu maksimum 160 olur diyen endokrinolog prof.a gidip, 14 yaşında boyunun 171 olduğunu yüzüne çarpasım var ya, neyse...)

Biz kızımızı 14 yaşına sağlıkla getirdik (Allah ona daha nice sağlıklı yaşlar versin) evet ama, şimdi bir de minik kızımız Zeytin'imiz var. Fark edip görüyoruz ki, aynı korku düzeni can dostlarınız için de kurulmuş. Veterinerlerin bir çoğu, durumdan vazife yaratmaya meraklı. Tüyleri mi matlaşmış, kulakları mı kızarmış, fazla mı kilo almış ya da çok mu zayıf....Bir sürü nedenle sizi panik ortamına sürükleyecek konu var gündemde. İlaçlar, mamalar, kalsiyum hapları, çene geliştirici oyuncaklar, ..... Bitmiyor da bitmiyor. Herkes bir diğerinin fikrinin aksine konuşup kafanızı karıştırıyor. En iyi mama hangisi, en doğru veteriner kim??? Bir de eğitim meselesi var. Çalışan ve maalesef köpeğine gereken zamanı yeterince ayıramayan bizim gibi ailelerde, köpeğinizi eğitime vermek bir seçenek. Ancak, doğru eğiticiyi bulmak, en sağlıklı ortamı tespit etmek ve bunu yaparken dünyanın parasını vermemeye çalışmak için ciddi araştırma yapmanız gerekiyor. Köpeğinize güveneceğiniz ve içinizin rahat edeceği, en uygun eğitim yerini seçtikten sonra sürekli yanına gitmeniz ve ona sevginizi göstermeniz ve aynı eğitimi sizin de almanız gerekiyor. 


Zeytin'i bir çiftlikten sahiplendik. Bize geldiğinde çok küçük olduğu için gözümüz gibi baktık. Ancak, anne sütünden aldığı bir virüs nedeni ile neredeyse kaybediyorduk, zor kurtardık. O nedenle bizim için iyice kıymetli oldu. Şimdi 4 haftadır evden uzakta. Eğitimde. Her hafta iki kere ziyaret edip beraber oluyoruz. Ama çok özledik. Az kaldı yakında kavuşacağız. Eğitime verdiğimiz yerde bizi de çok güzel eğitiyorlar. Eğitimcimiz Şemsettin Bey gerçek bir hayvansever. Ömrünü bu yola vermiş. Hayatını köpekler üzerine kurmuş. Bizimle pek çok yeni bilgi paylaştı. Artık minik kızımızı nasıl daha mutlu edebileceğimizi biliyoruz. Sadece sevgi vermenin onun ihtiyaçlarını karşılamayacağını öğrendik.  Artık Zeytin'le ilgili konularda daha serinkanlı olmamız gerektiğini ve her tuzağa düşmememiz gerektiğini anladık.

Evlatlarımız bizim en zayıf noktamız. En hassas olduğumuz, içimize en dokunan konumuz. Ev hayvanlarımız da bize en bağlı, en karşılıksız sevgi veren dostlarımız. Her ikisi için de kurulan korku düzeninin çarklarından kendimizi korumamız lazım. Yoksa hem para hem de ruh sağlığımız açısından büyük kayıplar yaşamamız kaçınılmaz...

Sevgiyle...

12 Kasım 2013 Salı

UZAKDOĞUNUN KAPILARINA DAYANDIK...

Geçen hafta Hong Kong'daydık. Türk şarapçılığı için hedef olarak tespit edilen Uzakdoğu pazarına bir ilk adım atmak adına gene 10 üretici olarak "Wines Of Turkey" şemsiyesi altında Hong Kong Wine & Sprits Fair'a katıldık. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da İstanbul İhracatçı Birliklerinin desteği bizimleydi. Fuar 7-9 Kasım tarihlerinde gerçekleşti.

Bu genel bilgilendirmenin ardından biraz kendi gözlemlerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak isterim. Bu fuar benim ilk Uzakdoğu iş tecrübem oldu. Gitmeden önce İİB tarafından gönderilen yaklaşık 10 sayfalık bir "Hong Kong'da nasıl davranmalısınız?" maili elimize geçtiğinde işin biraz farklı olacağını anlamıştım. O bilgilendirme metninde, Hong Kong'da nasıl selamlaşmamız, nasıl kartvizit vermemiz, nasıl pazarlık etmemiz gerektiğine kadar oldukça detaylı ve eğitici konular paylaşılmıştı. Gerçekten de daha havaalanına indiğiniz anda farkı fark edebiliyorsunuz.

Uçuş uzun, uçaklar ne kadar konforlu da olsa rahat etmek zor. Yaklaşık 3 film seyrinin ardından kısa kestirmeler, bolca bacak ve bel ağrısı ile uçaktan indik. Sabah erken saatte başlayan yolculuğumuz yaklaşık 12 saatlik uçuşun ardından sona erdi. Hızlıca otele giriş ve standın kontrolünün ardından kendimizi akşamüstünün geç bir saatinde sokağa attık. Çok uzun yıllar İngiltere idaresinde kalmış olan HK'da ciddi bir İngiliz etkisi hissediliyor. Öyle ki, sokak isimleri, park isimleri, trafiğin soldan akması hepsi birebir uygulanmış.
Küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık kalabalık olan nüfusu yerleşimi dikey kurarak çözmeye çalışmışlar. Gökdelenlerden gökyüzü pek görünmüyor. Hayat genellikle alışveriş merkezlerinde yaşanıyor. Türkiye'deki örneklerinden çok daha büyük ve çok daha fazla sayıda tüm şehre yayılmışlar. Nüfusun kalabalığı sokaklarda yürüyen, bir yerlere koşuşturan insanlardan anlaşılıyor. Bu arada bu insanlar kısa. Bayağı 1,50 gibi bir ortalamada, ve siz 1,60 gibi standart bir boydaysanız, kendinizi iri hissediyorsunuz. Ayrıca hemen hemen hiç şişman insan yok. Oldukça fazla nişasta tüketimleri olmasına rağmen...

Yemekler Türkiye'de ya da Avrupa ABD'de yediğiniz Çin mutfağından biraz farklı. Daha agresif tatlar, baharatlar kullanılıyor. Kokular oldukça ağır. Bizim alıştıklarımız biraz terbiye edilmiş haliymiş anlaşılan. Fuar bitiş saati çok geç olduğundan fazla sokak pazarlarına dalamadık. Ama, hep bahsedilen kolundan çekiştirip taklit ürün satmaya çalışanlarla en çarpıcı karşılaşmalarımızdan biri, en büyük apple mağazasının giriş kapısının önünde (!) üçte bir fiyata çakma i-Phone 5s satmaya çalışan satıcılarla oldu. İnsan gerçekten şaşırıyor. Koskoca i-Phone bunu neden engelleyemiyor diye...

İnsanlar tavır olarak genellikle çok kibar ve sizden de aynı kibarlığı bekliyor. Kartviziti iki elle uzatmak, sürekli başınızla hafifçe selam vermek... Tamam da kardeşim, devamlı uluorta geğirmelerini ben hiç kibar bulmadım. Bir de fazlasıyla sarımsak kokuyorlar. Telefonla konuşurken avaz avaz bağırıyorlar. Kuş gribinden acayip tırsıyorlar, ülkeye girişte uçağın kapısında elinde termometrelerle bekleyen görevliler hafif burnu kızarık olan herkesin kulağına dereceyi dayayıverdiler. Sokakta yürüyen 10 kişiden 5 tanesi ağız maskesi takıyor. Bunu bir kısmı kendini korumak, bir kısmı da çevreyi kendi mikrobundan korumak için yapıyormuş. Kadınlar acayip giyiniyor. Tütü etekler, topuklu ayakkabı içine giyilen şoset çoraplar, gündüz saati giyilen taşlı tuşlu gece kıyafetleri ve birbirinden çok farklı renk birleşimleriyle bence son derece rüküşler. Bu arada marka, marka, marka... Hayatımda bu kadar çok Chanel, LV, Hermes, Gucci'yi bir arada görmemiştim. Ama maalesef kombinasyonlar marka da olsa şıklıktan fazlasıyla uzaklar. Bu arada vergi olmamasına rağmen son derece pahalı ve alışveriş için manasız bir ülke.

Fuara gelecek olursak, çok büyük ve kalabalık katılım olan bir fuardı. Dünyada şarap üretimi yapan her ülkeden temsilciler vardı. Çünkü,  HK'da çılgın bir gece hayatı var ve şarap yükselen bir trend ve büyük bir pazar. Ancak orada da Fransız ve İtalyan şaraplarının liderliği var. Diğer tüm ülkeler; Avustralya, Güney Amerika, İspanya hepsi yolun çok başında. Biz ise Türk standı olarak bu fuarın en şaşırtıcı ülkesiydik sanırım. Bizim son derece şık ve gösterişli standımızı görenler şaşkınlık nidalarıyla yaklaştılar. İlk kez gördükleri Türk üzümlerini anlamaya çalıştılar, garip telaffuzlarla, Öküzgözü, Kalecik Karası demeye çalıştılar.
Bu arada İngilizce anlaşmak oldukça büyük bir maceraydı. Kelimelerin sonunu yuttukları için bazen cümlenin gidişatından sonuca varmaya çalıştık. Şarabı bilen oldukça fazla insan olmasına rağmen onların da odak noktaları Cabernet Sauvignon ve Merlot. Başka üzümlere çok uzaklar, hele ki bizim yerli üzümlerimiz onlara çok çok farklı geldi, sanki pek hoşlanmadılar. Bir kısımsa hiç şaraptan anlamıyor. Ama en komiği tadım için uzatılan şarap örneklerini içip içip, tükürmeden tadım yapan ve sonunda körkütük sarhoş olup yerlerde sızanlardı kuşkusuz... Avrupa'da da çok sarhoş görürsünüz fuarlarda ama yerde sızanına ilk kez rastladım:-) Çektiğim resimleri buradan paylaşamayacağım ama elimde çook komik resimler var.

Sonuç olarak ilginç bir deneyimdi. Son derece yorucu ve yoğundu. İyi ki gittik, bir adım attık. Türk Şarapları Uzakdoğu kapılarını zorlamaya başladı ama ne zaman feth ederiz işte orası biraz meçhul. Bundan sonrasını yaşayıp göreceğiz.

Sevgiyle...


4 Kasım 2013 Pazartesi

BENİM OKSİJENİMİN KOKUSU

Bir üretici ya da tüccar düşünün, elinde malı var ama satabilmesi için tanıtım yapması yasak. Satış noktaları kısıtlanmış. Malını satabileceği saatler bile kısıtlı... Üstelik sürekli olarak geriye akan bir ırmağa atlamış akıntının tersine yüzebilmek için, nefes almaya devam edebilmek için  çabalayıp duruyor. Tabii ki, sürekli batıyor, çıkıyor, nefes almakta zorlanıyor. Ama o arada; evine, ailesine, eline bakan, ekmek bekleyen insanlara, çalışanlarına da mahcup olmamaya, yıllarını verdiği adını, şanını, şerefini korumaya çalışıyor.

Bugün ülkemiz alkollü içki piyasasında yer alan tüm firmaların durumu budur. Üstelik bu firmaların arasında sadece üreticiler değil, çok büyük yatırımlar sonucu ihalelerle bu ülkeye giren yabancı firmalar, çeşitli kontratlarla yurtdışı firmalarla bağlantıları olan ithalatçılar ya da sadece bir kültürün içinde yer alma, ülkeye bir katma değer kazandırma derdinde olan küçük butik yatırımcılar, üreticiler de var.

Son 10 yılda, her geçen gün ağırlaşan koşullarla zorlaşan alkollü içki piyasası, bugün yaşadığı sancılı sürece aslında yavaş yavaş geldi. Belki diyebilirsiniz ki, ne diye bu 10 yılda bir önlem almadınız, başka ürünlere yönelmediniz, başka malların ticaretini yapmadınız?

Benim kendi firmam ya da ailem adına verebileceğim tek cevap şu olabilir sanırım: "Çünkü, biz başka bir iş yapmayı, başka bir mal satmayı bilmiyoruz!" Çocukluğumuzla beraber babalarımızın, atalarımızın iş yerlerinde solumaya başladığımız havadaki şarap kokusu beynimize adeta oksijen kokusu gibi kazındı. İlkokul yıllarında oksijen tanımı yapılırken "tadı, kokusu, rengi olmayan gaz" ifadesi bu nedenle bana anlamsız gelirdi. Benim oksijenimin bir kokusu vardı hep. Hafif buruk, hafif kekremsi, meyve çağrışımları veren güzel, lezzet vadeden bir koku...

İşte bu yüzden içimize işleyen bu kokunun peşinden gitmekten asla vaz geçemedik. Babadan, dededen öğrendiklerimizi daha da geliştirme derdine düştük sürekli. Tabii ki, bunu yaparken yatırım yaptık, büyüdük, büyürken zorlandık. Yeni ürünler, yeni teknolojiler, yeni ekipler; hep sancılı süreçler yaşandı. Türk şarapçılığı her şeye inat son on yılda büyük gelişme kaydetti. Türk şarapları dünya şaraplarına yakın seviyelere ulaştı. Dış piyasalarda tanınır hale geldi.  Bunun için herkes kendi ölçüsünde çaba harcadı. Ülkemizde bugün gelinen noktada ise, tanıtımın, tadımın neredeyse tamamen yasaklandığı ve üreticilerin malını tanıtamaz dolayısıyla da satış yapamaz hale geldiği bir durumda ise, artık dış piyasalar daha da vazgeçilmez bir hal aldı.

Bununla bağlantılı olarak,  her üretici kendine hedef pazarlar belirledi. Bu hedefler doğrultusunda çalışmalara başladı. Amaç, kendi ülkemizde kaybettiğimiz satış rakamlarını başka ülkelere satış yaparak kompanse etmek...

Bu hafta bu nedenle yokuz. Hong Kong'da bir şarap fuarına gidiyoruz.
Türk Şarapları olarak 10 firma beraber hareket ediyoruz. Amaç tek! Uzak doğuda sesimizi duyurmak, biz iyi şarap üretiyoruz demek. Tabii ki, hemen döner dönmez haldır haldır satış beklemiyoruz. Amaç, bir başlangıç yapabilmek. İlk defa gittiğimiz bu piyasayı bir nebze de olsa tanımaya çalışmak, oradaki oksijenin kokusunu anlamaya çalışmak. Bu arada fırsat bulursak, günlük yorgunluktan halimiz kalırsa azıcık da gezeriz belki. Fuar ve Hong Kong izlenimlerimi de dönüşte paylaşırım artık buradan...

Kendinize dikkat edin, bir kadeh şaraptan keyif almaktan kendinizi mahrum etmeyin. Sağlıkla kalın.

Sevgiyle...