31 Aralık 2014 Çarşamba

CÜMLETEN GEÇMİŞ OLSUN

Sabah erkenden uyandık gene. Malum yılın son günü de olsa okula, işe gidilecek. Dışarıda inanılmaz bir sessizlik. Her kar yağdığında bunu düşünürüm; ortalık ne kadar sessiz olur sabahları, ne bir kuş sesi, ne köpek havlaması, ne trafik gürültüsü, ne bir çocuk bağırtısı...

Yataktan çıkmak ne kadar zor gelse de, sonrasında demlenen çayın, kızaran ekmeğin evi kaplayan mis kokusu soğuk havada iyi hissettirir insana.

Kızım okula gittikten sonra, biraz TV'de sabah haberlerini izledim. Kahvaltımı ettim, giyindim. Paltomun yakasına pırıltılı çam ağacı broşumu taktım.Senenin ilk karıyla bembeyaz olmuş İstanbul trafiğine attım kendimi.

Arabada giderken de yolda, bitirmek üzere olduğumuz yılı düşündüm. Garip bir yıldı. Kesinlikle iyi hatıralar bırakmadı belki ama, en azından ailem ve benim için sağlıklı geçen, minik mutluluklarla dolu bir yıl oldu.

Ama, 2014 dendiğinde bana bazı radikal kararlar aldıran bir yıl olarak hatırlayacağım sanırım. Bu yıl benim haber seyretmeyi bıraktığım yıl oldu mesela... Yaşanan pek çok felaket ile benim dayanma gücümün sınırlarını zorlayan, acılı bir yıldı. Ümitsizliğin bazı dönemlerde ümide döndüğü, sonra gene kasvet ve iç sıkıntılarının yaşandığı, gençlerin şaşırttığı, politikacıların kışkırttığı, bazen yalan dünyalar içinde çevrilmiş dizi film kıvamında, bazen korku filmi boyutunda, ölümler, doğumlar, evlilikler, boşanmalarla dolu bir yıl...

2014'ü bir an önce geride bırakma derdi içindeyiz. Hepimize bu yılın ardından cümleten gelmiş, geçmiş olsun! Umarım bu dileğim fazla erken olmamıştır, malum daha birkaç saatimiz var 2014'de yaşayacağımız. Gene de yeni yıldan hepimizin bir çok beklentimiz, bir çok ümidimiz var.

Benim de dileklerim, 2015'in önce aileme, dostlarıma ve kendime sevgi dolu, mutlu, sağlıklı, başarılı, bereketli, bol kahkahalı gelmesi yönünde. Herkese sağlık ve keyifli günler diliyorum. 2015'de endişelerimizin azalacağı, kendimizi daha güvende hissedeceğimiz, daha az korkacağımız güzel günler bizim olsun.

Öğleden sonra çook işim var. Sofralar kuracağım, yemekler, mezeler yapacağım. Ailemle güzel bir yeni yıl yemeğine hazırlanacağım. Şampanyamızı geceden soğuttum. Kapının önünde kıracağım narlarımı, yemekten sonra yemek için kestanelerimizi bile hazırladım. 

Son bir geyik yapmadan yazıyı bitiremeyeceğim...

SENEYE GÖRÜŞÜRÜZZZZZZ....

Sevgiyle...

10 Aralık 2014 Çarşamba

BİR ERGENLE YAŞAMAKTAN DAHA ZORU....

Bu aralar düşünüyorum da, bir evde bir ya da birkaç ergenle yaşamaktan daha zoru sanırım, aynı evde bir de menapozlu bir annenin bulunması olsa gerek.

Yani ergenlerin sıkıntıları az çok malumumuz. Hepimiz o dönemlerden geçtik ve aslında neler yaşanabileceği konusuna vakıfız. İşin ilmi, ergenle fazla yüz göz olmadan, aile bütünlüğünü sarsmadan, hatta mümkünse biraz da empati kurarak onu anlamaya çalışmak. Üzerine fazla gitmeden kendi doğrularını bulmasını sağlamak. Onu fazla çaktırmadan geleceğine hazırlamak.

Tabii, bu sağlam ve sağlıklı ebeveynler için geçerli.

Oysa günümüzde, aile kurma kavramı gittikçe ötelendiğinden (eğitim hayatı, kariyer, ekonomik bağımsızlık...) anne baba olma yaşı gecikti ve çevremize baktığımızda pek çok anne ile çocuğun arasındaki yaş farkının fazla olduğunu görebiliyoruz. Bu da demek oluyor ki, çocuklar 13-14 yaşlarına gelip, ergenlikte tavan yaptıklarında, anneleri de kırkları aşmış ve menopoz ya da pre-menopoz sıkıntılarını yaşamaya başlamış oluyorlar.


Bu gibi durumlarda, anne zaten patlamaya hazır bir bomba halinde ve farklı hormonal değişimler yaşarken, evdeki ergenin hormonlarındaki değişime anlayış gösterme gibi bir yetiye sahip olamayabiliyor. Aslında son derece hassas bir dönem yaşayan ergen ve anne; birbirlerinden anlayış, yardım ve hoş görü beklerken, karşılığında sonu gelmeyen çatışmalar, sinir harpleri, ve göz yaşları ile ıslanmış bir dönem yaşanabiliyor. Tabii ki, böyle bir yapıya sahip bir yuvada da ne huzur, ne de mutluluk kalmayabiliyor. Hem ergen, hem anne, hem de iki arada bir derede kalmış baba için çok zor bir hayat. Üstelikte bu dönem öyle bir iki yılda atlatılacak bir dönem değil. Biraz uzun sürüyor.

Çözüm ne derseniz...Aslında bilmiyorum.

Çok gerçekçi olup olmadığını bilemesem de, bir öneri sunabilirim; mümkünse çok geç yaşta çocuk sahibi olmayın. Hem kendiniz, hem de çocuğunuz için aslında doğru olan bu. Yani yirmili yaşların ortaları ve sonları çocuk sahibi olmak için doğru zamanlar. Gerçekçi bir öneri mi? Onu da bilmiyorum. Tabii ki, kişisel öncelikler, aile kurma yaşının gecikmesi, çocuğa iyi bir gelecek hazırlama tasaları gibi realiteler olduğu sürece bu dediğim pek gerçekçi değil. Ama inanın, anne ve ergen sağlığı için aslında olması gereken bu.
Anlayışlı büyükanne - büyükbaba hikayesindeki sonsuz anlayış ve sabır, yaşı ilerlemiş ebeveynler için geçerli değil maalesef. Çünkü büyükler, gerçek sorumluluğu taşımıyor, endişeleri ise bir yere kadar, sonuçta bahis konusu ergen, kendi çocuğu değil. Tüm sorumluluk onların omuzlarında da değil. Oysa yaşı ilerlemiş ebeveynler, ergene dair her türlü endişe, kaygı yanında, o ergeni anlayıp tanımaya ve empati kurmaya uğraşırken, bir de kendi sistemlerindeki değişimlerle başa çıkmaya uğraşıyorlar.

Ama diyelim ki, yapacak bir şey yok, evdeki durum bu raddede. İşte o zaman, sanırım anne kendine ergenle fazla yüz göz olmamak için oyalanacağı bir şeyler bulmalı. Hem kendi değişimini rahatça yaşamalı, hem de ergene biraz nefes aldırmalı. Bu dönemi yaşamış bir Profesör arkadaşım derdi ki, "Görmeyeceksin, duymayacaksın, hatta söylenmeyeceksin. Çocuğunun kapısını kapat, sen de evdeki en uzak odaya kaç. Meditasyon mu yaparsın, kadın programı mı seyredersin... Ona da sen karar ver."
Belki de hiç detaya girmeden çocuğunuzun düşmesine, yaralar almasına, o yaralardan öğrenmesine imkan vermek gerekiyor. Fazla korumacı olmamak gibi. Bizim kültürümüz için pek kolay olmayan bir yaklaşım. Ama bu tavır eminim ki, ergeninizle aranızdaki gerilimi azaltacaktır. Tabii uygulayabilene...

Doğru bildiğim ve savunacağım tek bir şey var; o da çocuğunuza koşulsuz sevgi vermenin önemi. Bunu o daha küçücükken aslında sürekli uyguladık. Yaramazlıklarına, hatalarına sabırla anlayış gösterdik. Kendi gelişimiyle ve "ben artık büyüdüm beni rahat bırakın" halleriyle zaten, bizim de onlardan büyük insan halleri beklentimiz gelişti.
Bırakalım o kendince büyüsün, bize ihtiyacı olduğunda gelebileceğini, aynı sevgiyle onu karşılayacağımızı bilsin yeter. Bu arada biz de biraz kendimize dönelim, kendi hayatımızın da akıp gittiğini ve bir daha asla geri gelmeyeceğini unutmadan yaşayalım, hele de yaşımız biraz ilerlediyse...

Çocuğu ergen olan her yaştaki annelere kolaylıklar diliyorum. Allah yardımcımız olsun!

Sevgiyle...


*Not: Görseller hürriyet.com.tr ve pudra.com sitelerinden alınmıştır.

8 Aralık 2014 Pazartesi

KIRKLI YAŞLAR

Orta yaşa gelip 40'lı yaşları telaffuz etmeye başlayalı bir kaç yıl oldu. 

Bence 40 yaş insan hayatında bir dönüm noktası. O yaşa kadar (eğer şanslıysan) çok fazla üzülüp, sıkılmadan,  hayat gailesi ile zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadan, sallan yuvarlan bir dönem geçiriyorsun. Çocukluk, oyunlar, öğrenim hayatı, arkadaşlıklar, ilk aşklar, ergenlik buhranları, üniversite yılları, gerçek aşklar, kalp kırıkları, iş hayatı, para kazanma, yuva kurma, çocuklar, kariyer,  çocukların hastalıkları, okulları, orta yaş... Öyle bir döngü ki, nasıl olduğunu anlayamadan bir de bakıyorsun ki, yıllar geçmiş, yaşın, eskiden annenin arkadaşlarına "teyze" dediğin yaşa gelmiş.

40 yaş özellikle biz kadınlar için zor bir yaş. Bir sabah kalktığında aynada sana bakan kadının göz altlarındaki torbaları ilk fark ettiğin, kitap okurken kollarını gittikçe daha ileri uzattığın, vücudundaki inanılmaz değişimi görmezden geldiğin, daha sık diyet yapmaya çalışıp, daha fazla başarısız olduğun, tahammül sınırlarının azaldığı, endişelerinin arttığı, sevdiklerini kaybetme korkusunun ise tavan yaptığı, tüm sisteminin değişip, tepe taklak olduğu bir dönem. Üstelikte, tüm bu değişimleri yaşarken kalbin hala 18 ile 20 yaş arasında bir yerde takılıp kalmış oluyor. 

Lise arkadaşlarımla çok sık olamasa da, senede bir kaç kere bir araya geliyoruz. Sohbet hep aynı. Önce hala aynı olduğumuzdan, hiç değişmediğimizden bahsediyoruz. Sonra okul anıları, kahkahalar, dedikodular geliyor. Ancak  son bir kaç yıldır bu sohbetlere farklı konular dahil olmaya başladı, sağlıklı yaşam önerileri, estetik kaygılar, çantalardan çıkan yakın gözlükleri, gelecek kaygıları, hastalık ve malesef ölüm haberleri... Aynı durum çevremde, benim yaşıma yakın tüm arkadaşlarımda böyle. Bu arada hepimizde bir yaşlanma endişesi var, çünkü vücudumuzla kalbimiz aynı hızla eskimiyor. Kendimizi hep daha güzel, hala(!) güzel görmek, hissetmek peşindeyiz. Bunun için spor salonlarında, estetik merkezlerinde, diyetisyenlerde bolca vakit geçirir olduk. Oysa, yavaş yavaş daha önemli şeylerin farkına varmalıyız. Bu yaşlarda sağlığımızın çok daha önemli olduğunu görmeliyiz. Kendimize dikkat etmeliyiz. Yahu Monica Belluci bile 50 yaşına geldi ve hala bu kadar güzel ve sağlıklıysa, biz niye olmayalım, değil mi??? (Örnek biraz iddialı mı oldu, ne?) 


Daha dün yaşıtım iki arkadaşımın hastalık haberlerini aldım. Çok üzüldüm, her ikisinin de çocukları var ve daha önlerinde uzun bir yol var. Umarım ikisi de atlatacak, çünkü ikisi de güçlü kadınlar. Malesef kanser belası artık neredeyse her eve giriyor ve her hayatı etkiliyor. Bu nedenle bir kez daha rutin kontrolleri aksatmamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlamak lazım. Böyle haberler alınca günlük sıkıntıların, üzüntülerin ne kadar boş olduğunu da fark ediyor insan, ama ne kadar boş vereceğim dese de mümkün değil, hayat devam ediyor ve rutine dönülüyor. 

2015 için büyük kararlarım, büyük beklentilerim yok. En çok sağlık diliyorum. Hem kendime, hem de çevremdeki tüm sevdiklerime. 40'lı yaşları keyifle, en az hasarla kapatıp, 50'leri, 60'ları, 70'leri.... görmek, sağlıkla her yaşı yaşamak istiyorum. Yakın gözlüklerimle mutluyum, aldığım kilolarla barıştım (daha fazla almamak şartıyla), hatta kızımın arkadaşları "teyze" deyince bile artık içim fazla burkulmuyor. Güzel ve sağlıklı yaşlanmak istiyorum. Arkamdan, "Ne hoş bir hanım, ne kadar bakımlı" densin. Yani fazla bir şey istemiyorum. 

Sevgiyle...



6 Aralık 2014 Cumartesi

"DUBAİ" BÜYÜK HAYALLER

Seneler önce Las Vegas'a gittiğimde ne hissetiysem geçen hafta Dubai'yi gördüğümde de aynı şeyleri hissettim. "Büyük düşünmek, büyük hayaller kurmak böyle bir şey olsa gerek..."

Adamlar yapmış. 
Çölden bir vaha, bir cennet yaratmış. Tabii, para çok! Gelir petrol geliri olunca, büyük hayaller kurmak, sonra da bunları gerçekleştirmek kolay.
Ama... Her zengin ülke böyle mi? Hele ki İslam devletleri?
Neyse anlayacağınız üzere, ben inanılmaz etkilendim. Hatta, ben burada yaşarım diye düşünecek kadar...


Dubai, Birleşik Arap Emirliklerinin yedi emirliğinden biri. Parlamenter Monarşi ile yönetilen ve başında şeyh Muhammed bin Raşid E Makdum var. 4115 km2lik yüzölçümü ve yaklaşık 2.200.000 nüfusu var. Nüfus sadece %17 si yerli halk. Gerisi büyük çoğunlukla Hintliler, Pakistanlılar, Bangladeşliler gibi başka ülke vatandaşlarından oluşuyor. Zaten yerli halk petrol zengini olduğundan çalışmıyor, ve tüm hizmet sektörü diğer ülke vatandaşları tarafından yürütülüyor. Ülkede yaklaşık %6 civarında batılı ülke vatandaşları yaşıyor. Bunların pekçoğu ex-pad olarak batılı şirketlerde çalışan yabancılar.  Almanlar, Amerikalılar, Türkler, İngilizler, kuzey Avrupalılar batılı şirketlerin ortadoğu merkezi olarak kullandığı Dubai'de dönemsel olarak çalışmaya geliyor. Ayrıca restaurant ve barlarda İngiliz ve Amerikalı gençler çalışıyor. Ülkede birinci lisan adeta İngilizce. Her tabelada önce Arapça, sonra İngilizce yazıyor.


Dubai'de vergi yok. Maaşlar yüksek. Ancak yeme içme inanılmaz pahalı. Arap restaurantları hariç uluslararası mutfakları temsil eden restaurantlarda alkol satışı var.  İyi bir yerde yediğiniz yemek, İstanbul'daki en pahalı restaurantda vereceğiniz hesabın euro karşılığına denk geliyor. Yani neredeyse Türkiye'de ödeyeceğinizin üç katı gibi hesap ödüyorsunuz. Buna rağmen her yer tıklım tıkış dolu. Seyahatinizi planlarken yemek yemeyi düşündüğünüz restaurantlara rezervasyon yaptırmanızda fayda var. Yoksa yer bulmanız çok zor olabiliyor.

Bizim orada bulunduğumuz hafta, sıcaklık 25-26 derece civarında idi. Uzun zaman çöl sıcaklarının hakim olduğu bir ülke için ideal bir zaman. Aralık ayında denize girme keyfini yaşadık, bol bol güneşlendik. Plajlar hem yerli halka, hem yabancılara açık. Öyle ki, peçeli kadınlar ve bikinili yabancılar aynı plajı kullanıyor ve kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Bir kişi de yan gözle bakıp sizi rahatsız etmiyor. 

Erkeklerin milli giysisi "kandura" denilen beyaz entari ve başta tipik arap örtüleri. Beni en çok şaşırtan bu giysilerin beyazlığı oldu. Adamlara gidip, hangi deterjanı kullandıklarını sorasım geldi. Kadınlar boyundan bileğe kadar inen "abiye" adı verilen pardesü tarzı giysiler giyiyorlar. Başları da son derce şık bir şekilde bağlı. Bazıları sadece gözlerini açıkta bırakan peçeler takıyor, bazılarının ise saçları tamamen açık. Neye göre giyindiklerini pek anlayamadım ama, görüntüde rahatsız edecek bir durum yok. Kadınların göz makyajları inanılmaz, ayrıca neredeyse tamamında son derece pahalı çantalar var. Giydikleri "abiye"lerin tasarım olanları varmış ve müthiş pahalı olurmuş, bunu da öğrendik. Bir de dediğim gibi, kimse kimseyi gözleriyle rahatsız etmiyor. Gençler minili, şortlu yabancı kızlara en ufak bir tacizde bulunmuyor. 
Ben bu durumu son derece şaşırtıcı ve medeni buldum!
Hele de bizim ülkemizde neredeyse her yıl taksim meydanında yılbaşı geceleri yaşanan korkunç tacizleri düşününce....

Bir de, dün bizim medyada yer alan turizm liselerinde öğrencilerin kokteyl hazırlama, ya da alkollü içki servisi yapma derslerinin kaldırılacağı haberini duyduğumda inanamadım, Dubai'de turizm sektöründe alkol tamamen serbest. Özellikle otellerin barlarında muhteşem kokteyler hazırlanıyor. En pahalı şaraplar servis ediliyor. Turiste cazip gelecek her türlü imkan var. Adamlar paranın nereden geleceğini biliyor ve bu konularda da son derece serbest davranıyorlar. 



Dediğim gibi Dubai aslında bir çöl. Ancak bu çölde damla sulama sistemiyle dev parklar, bahçeler, golf sahaları yaratılmış. İnşaat sektörü yüksek binalarla gelişmiş. Bir de turistlerin ilgisini çekecek yapılara öncelik verilmiş. Yıllar önce yapılan deniz kenarındaki yelken şeklindeki Burj el Arab, dünyanın en yüksek insan yapımı binası olan Burj Khalifa, Venedik'i andıran Dubai Marina, denizin içine inşa edilen The Palm, dünyanın en büyük akvaryumu, muhteşem alışveriş merkezlerinin tamamı Avrupalı zengin turistleri ülkeye çekmek için planlı düşünülüp yapılmış değerler. Otantik pazarlar, çöl safarileri... Herşey son derece etkileyici. 


Bizim yöneticilerimizin, Dubai'nin sadece yüksek yapılaşmasını örnek aldıklarını düşünüyorum. Adamların ülkeyi yeşil yapma çabalarının binde biri bizde yok malesef. Biz olan ağaçları kesip, ülkemizi çölleştirirken adamlar çölden bir vaha yaratma derdinde! 

Bir de dikkatimi ülkedeki camiler çekti. Gayet modern ve makul ölçülerde camiler yapmışlar. Öyle her köşe başında bir cami yok. Kesinlikle gözü yormayan, hafif arap esintileri ile süslü, hatta çok dikkat etmezseniz fazla fark etmeyeceğiniz ebatlarda camiler. En büyük camilerden biri Jumeirah Camii, çok etkileyici. Bu arada, alışveriş merkezlerinin içinde namaz saatlerinde ezan da okunuyor ancak, adeta ilahi gibi, insanı etkileyen bir tonalite ile, aşırıya kaçmadan.


Ülkede yerli halka ve yabancılara yönelik davalara bakan farklı mahkemeler varmış. Cezalar çok yüksek olduğundan, kimse suç işlemeye niyetlenmiyormuş. Gelir seviyeleri de yüksek olunca hırsızlık, kapkaç gibi basit suçlar bile görülmüyormuş. Dolayısyla, dünyanın en güvenli ülkelerinden biri olma özelliği ile de son derece cazip. Kimse arabasının, evinin kapısını bile kilitlemiyor. 

Bizim orada olduğumuz tarihte 2 Aralık günü bağımsızlık günlerini kutladılar. 2 Aralık 1971'de İngiltere'den bağımsızlıklarını ilan etmişler. Nasıl bir tantana, nasıl bir kutlama... Yerli halk için 3 günlük bir tatil vardı. Herkes, çoluk çocuk sokaklardaydı. Her yerde müzikler, danslar, kutlamalar yapıldı. Arabalar Birleşik Arap Emirliklerinin yedi emirinin resimleri ve bayraklarla giydirilmiş, tüm şehir bayraklarla süslenmişti. Gerçekten görülmeye değer bir coşkuydu. Gene hiçbir taşkınlık olmadan, ama büyük bir tantana ile kutlamalarını yaptılar.

5 günlük harika bir seyahat oldu benim için. Dubai ile ilgili beklentimin kat be kat üstünde keyif aldım. Tabii, bu arada çok doğru bir zamanda orada olduğumuzu da belirtmeliyim. Biz Aralık ayında 25-26 derecelerde bir hava sıcaklığı ile terlemeden gezdik, dolaştık, her gün keyifle denize girdik. Akşamları arada üzerimize bir şal ya da ceket aldık. Nisan - Ekim ayları arasında hava sıcaklığının dayanılmaz olduğunu da belirtmekte fayda var. Değil sokakta dolaşmak, denize girmek bile mümkün olmayabiliyormuş. Deniz suyu sıcaklığının 28 derecelere ulaştığını söylediler. O yüzden, gideceğiniz tarihi doğru seçmek, Dubai'den alacağınız keyfi arttıracaktır.

Benim önerim, özellikle Atlantis Otel içindeki Aquaventure su parkı, Aquarium, dünyanın en yüksek insan yapımı binası Burj Khalifa, dünyanın en büyük alışveriş merkezi Dubai Mall, muhteşem müzikli su şovları ile Fountains, Dubai Marina, harika Burj al Arab manzarası ile Bahri Bar ve dünya standartlarında enfes şaraplar ve yemekler yiyeceğiniz restaurantları (Rivington Grill, Pai Thai, Nobu...) ile Dubai'yi henüz görmedinizse mutlaka gitmeniz yönünde olacak. 
Bakalım siz de benim kadar etkilenecek misiniz?...

Sevgiyle...