30 Nisan 2013 Salı

ÇÖPÇÜ ÇÖPÇÜ HUUUU!!!

Daha önce bahsettiğim üzere, ev taşıyorum.  15 yılın birikiminin üzerinden geçiyorum. Allah'ım neler saklamışım, neleri kıyamayıp kenarda tutmuşum!!!

Bir dolap dolusu yemek dergisi attım dün akşam mesela. Ama, şöyle düşünün 1996'dan kalan dergiler var. Yani aslında tam bir arşiv yapmışım. Yemek benim özel zevkim, yemek fotoğrafları da ilgi alanıma girince, maksat sanırım tarifleri uygulamaktan çok dergilere bakmaya dönmüş. Kimi vardır moda dergisi takip eder, kimi teknoloji, ben de yemek dergisi.... Neyse; gene de toptan atmaya kıyamadım, hepsini tek tek elden geçirip özel tarifleri yırtıp dosyaladım.

Gene bunun gibi, bir çekmece dolusu incik boncuk çıktı ortalığa hiç takmadığım. Almışım da almışım... Öyle çok süslü bir kadın da değilim ama, herhalde özenmişim bir yerlerden. Neler var ama görmeniz lazım, ahşap takılar, camdan kolyeler, doğal taşlı kolyeler, bileklikler.... Kıyamam diyordum ama onları da bir poşete doldurup attım nihayet.

Sonra sıra ayakkabı dolabıma geldi. Resmen bir servet yatırmışım ayakkabıya. Kadın mıyız, kadınız! İnce topuğu, sivri burunu, botu, çizmesi, mantar topuklusu, bantlısı, terliği, parmak arası.....Ne kadar çok ayakkabımın olduğuna inanamadım. Bir çoğunu da unutmuşum. Yıllardır bir köşede kalıp modası geçen, ya da ayağıma küçülenler (doğumdan sonra ayakkabı numaram yarım numara büyüdü de...) bile var. Onları da ayırdım. Hiç giymeyeceğimi düşündüğüm ama iyi durumda olanları ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere muhtara götürdüm. Onlar, doğru birilerini bulup verirler. Böyle şeyler atılmaz, yerini buldurmak lazım...

Sırada mutfak dolapları var. Orada da koleksiyon yapmaya doğru meyletmişim. Bir evde neden 28 tane rakı kadehi olur ki??? Ya da beş takım kahve fincanı? 9 tane aynı ebatta dikdörtgen borcam?  Bir kısmı hediye gelmiştir mutlaka da; yani kıyamamışım verememişim, hepsini evde tutmuşum. Sonra da eve sığamadık tabii... Bayağı bir çöp ev olma potansiyeli varmış bizim evin. Evdeki dolapları kaplayacağına bu çöpler, torbalara konup kapının önünde yerini aldı. Sitedeki çöp toplayan adamlar eminim ki, şaşırıyordur, her gün bizim kapıdan topladıkları çöp torbalarını gördükçe... Ata ata bitiremedim bu ara, öyle bir coçmuş durumdayım:-) Sırada giysi dolapları var, çok heyecanlıyım! Bakalım unutulan, yıllardır giyilmeyen neler bulup çıkaracağım...

Bu işleri önceden yapıyorum ki, yeni eve hiç ıvır zıvır gitmesin. Şöööyle bir ferahlayalım. Dolaplar rahatlasın, yeni alınacak ıvır zıvıra yer açılsın. (Gördüğünüz gibi bir yandan atılacakları ayırırken, bir yandan da hala yeni bir şeyler alma hesapları yapıyorum!) Aslında bir nevi bahar temizliği oluyor. İyi oluyor, yenileniyoruz, temizleniyoruz. Tabii bunu yapmak için 15 yıl beklememek lazım. Aynı evde otururken neden yapılamadığını anlayamıyorum. Benimki atamama hastalığı sanırım. Muhtemelen annemden yadigar. Çocukluğumda annemin biriktirdiği yoğurt kaplarının izleri bunlar!

Yeni başlangıçlar insanı heyecanlandırıyor, mutlu ediyor. Hele de böyle bir temizliğin ardından olursa bir de ferahlatıyor ki, sormayın valla! 

Sevgiyle...

26 Nisan 2013 Cuma

NEKAHAT DÖNEMİ...

Çocukluğumdan beri bir hayvanım olsun, benim olsun...istemişimdir. Maalesef  bu konudaki bir kaç girişimimiz başarısızlıkla sonuçlandı. Şöyle ki:

Babamın delice ısrarlarıma dayanamayarak eve almama izin verdiği minnacık bir sokak köpeği yavrusu, annem tarafından bit ve kene dolu olduğu için hafiften böcek ilacı püskürtülmek suretiyle, hasta oldu ve maalesef öldü. Annem bu vicdan azabı ile senelerce boğuştu ve eve hayvan almayı uzun süre reddetti.
Lise yıllarımda gene kendi harçlıklarımı biriktirerek bir kavanoz içinde aldığım japon balıklarını yaşatma çabalarım hep hüsranla sonuçlandı. Bir iki sene uğraşıp, sonunda her minik balığın ardından bir cenaze merasimi düzenlemekten ve apartmanın bahçesinde balık gömecek yer kalmadığından bu sevdadan da vazgeçmek durumunda kaldım...
Kızım dört yaşına bastığında, ona hayvan sevgisi verebilmek için bir gün Nişantaşı'nda görüp bayıldığım bir ördek yavrusu alıp gelmiştim eve. İnanılmaz şeker bir hayvandı. Büyükçe bir kutu içinde beslemeye başladık, ama biraz büyüyüp koliye sığmadığında evde dolaşmaya başladı. Bunun neticesinde, kızımın bir gün onu odasına alıp evcilik oynadığının ertesi günü (herhalde fazlaca sıkıştırıp sevmiş garibanı...) maalesef havyancağızı kaybettik... Kızıma da, "Annesi gelip aldı, çok özlemiş Paytak'ı." dedik... Çok üzülse de kabullendi, tabii. Daha sonraki yıllarda gene balık ve kaplumbağa serüvenlerimiz oldu kısa süreli... Son olarak iki sene önce bir muhabbet kuşu aldık. "Maviş". Çok akıllı, Bir sürü şey öğrendi. Konuşuyor ve çok sevimli. En büyük zevki elimizden bir şeyler yemek. Özellikle şam fıstığına ve ekmek kabuğuna bayılıyor.

Evde kedi ya da köpek besleyemedik hiç, daha doğrusu niyetlenemedik buna maalesef. Çünkü, eşim hayvanları çok sevse de evde bakılmasını istemiyor.

Bu nedenle, geçen yaz sonu sokakta bulduğum sağır, Ankara melezi yavru kediyi sahiplenip işyerimde bakmaya başladım. Yavrunun adını "Pamuk" koydum. Çok yaratıcı olmasa da isim kedimize çok yakıştı. Kızımla eşim de çok sevdiler. Hafta sonları, iş yerime özellikle gidip Pamuk'la zaman geçiriyorlar. Hatta bazı hafta sonları eve alıyoruz. Ama, çok sık yapamıyoruz, çünkü sonra iş yerine zor adapte oluyor. E, ne de olsa işte akşamları yalnız kalıyor Pamuk'cuk.

Bizim Pamuk erkek bir kedi. Çok yaramaz, aşırı çevik ve hızlı. Bir de ısırma huyu var. Kızdırılırsa ya da bazen hiç sebepsiz ısırıveriyor insanın ellerini. Fazla ellenmekten hoşlanmıyor. Laubalilik sevmiyor. Hele yalnızlıktan nefret ediyor, illaki çevresinde birileri olacak. Kablolarla oynamak, sinek kovalamak, masa üstündeki eşyaları yere atmak en büyük eğlenceleri... Duymadığı için korkusu da yok. Geçenlerde dolabımın üzerinde duran bir şişe şarabı üzerine sıçrayıp yere düşürdü, aynı anda kendisi de dolaptan aşağı düştüğü için şişe burnunun dibinde patladı. Tüm vücudu şaraba ve cama bulandı, ama bizimki hiç bir şey olmamış gibi sakin, yalanıp durdu... Hafif sarhoş bile oldu diyebilirim:-)

Bizim oğlan, henüz yedi aylık olmasına rağmen maalesef uyandı. Halbuki hiç başka kedilerle karşılaşmamıştı. Korkunç kokular yaymaya başlayınca çaresiz veterinerin yolunu tutup ameliyat ettirmek zorunda kaldık. Bayağı narkozlu filan ameliyat oldu. Bir saat kadar baygın yattı. Sonrasında da kendine gelmesi akşamı buldu. Şimdi evde, mikrop kapmasın diye... Yoğun bakımda yani! Sevgiyle sarmalanmış durumda. Çok mahsundu ilk gün, sürekli yaralarını yalayıp durdu, çok üzdü hepimizi. Ağrısı vardı herhalde... İşin ilginç tarafı bizim deli kedimiz evde bir melek oluyor. Nasıl uslu, nasıl efendi. Adeta, "ben ev kedisiyim, beni işe götürme" diyor bana!  Kısa süreli konaklamalarda sorun yok, eşim de çok sevdiği için sorun olmuyor, ama misafirlik çok uzarsa iş zorlaşıyor. Bir de tabii evde büyümediği için ve duymadığı için durdan, oturdan hiç anlamıyor. Habire mutfak tezgahlarının filan tepesinde dolaşıyor. Benim de buna hiç tahammülüm yok işte. Ev o varken evlikten çıkıyor, kırılacak eşyalar toparlanıp dolap içlerine kalkıyor filan. Zor yani. Bu arada Maviş'i de; Pamuk eve gelince tecrit etmek zorunda kalıyoruz. Çünkü, Pamuk'un ağzının suları akıyor Maviş'i görünce. Maviş de kafesinde deliye dönüyor. Pek yıldızları barışmadı ikisinin anlayacağınız...

Neyse, şimdi nekahat döneminde Pamuk. Hızlıca iyileşiyor. Yavaş yavaş eski hareketliliğine kavuştu. Oysa ameliyat sonrası sakinleşecek, uslu kedi olacak beklentimiz var. Bakalım göreceğiz.

Sevgiyle....

17 Nisan 2013 Çarşamba

İŞKEMBE ÇORBASI SEVER MİSİNİZ???

Benim için; çocukluğumda nasıl içilebileceğine aklımın hiç ermediği, gençliğimde gece gezmelerinin son noktası, İstanbul'lu olduktan sonra Ali Sami Yen çıkışı mutlaka olması gereken bir olgudur işkembe çorbası...

Evde pişirmeyi hiç denememiştim, beceremeyeceğimi düşünürdüm hep. Hafta başı gittiğim Migros'ta et reyonunda gördüğüm işkembelere biraz uzunca bakmamla, reyondaki satış elemanının beni dürtüklemesiyle, "hadi bir deneyeyim" diye işe koyuldum. Sonuç oldukça başarılı oldu. Afiyetle yemeden önce tencerenin bir resmini bile çekmeyi akıl ettim:)

Seven olduğu kadar kokusuna asla tahammül edemeyen pekçok insan olduğunu bilsem de, ilk hevesle tarifimi sizinle paylaşayım dedim. Bu arada tarif elbette ki, Annem'den....

Öncelikle biz 3 kişi olduğumuz için yaklaşık 650-700 gram kadar kalın damarlı işkembe aldım. Migros et reyonunda satılan işkembe son derece temiz görünüyordu. Eve gelince işkembeyi bol suyla defalarca yıkadım. Hatta kısa bir süre sirkeli suda beklettim, tekrar yıkadım.
Daha sonra büyükçe bir tencereye yaklaşık 7-8 bardak su koyup 5 parçaya böldüğüm işkembeyi de ekleyip oldukça uzun bir süre haşladım. Yaklaşık 2 saat. Sonra bu suyu döküp tekrar su koydum ve birkez daha kaynattım. Gene bir saate yakın kaynattıktan sonra işkembeleri bir tabağa alıp tenceredeki suyu başka bir tencereye süzdüm. İşkembeleri de minik kesme şeker ebatında kestim. Çorba suyuma ilave ettim. (Bütün işkembe biraz fazla geldi, o nedenle ben bir kısmını buzluğa kaldırdım.) tuzunu ayarladım, biraz karabiber ekledim.

Sonrasında ayrı bir yerde terbiyesini hazırladım. Yaklaşık 4 kaşık yoğurt, 2 kaşık un, 1 yumurta sarısı ve 1 limonun suyunu sıkıp bir kasede iyice çırptım. Çorbanın suyundan kepçe kepçe kaseye ilave ederek iyice karıştırdım ve iyice sıcak hale gelince gene karıştırarak çorba suyuna terbiyeyi ekledim.

Çorbanın üzerine 1 kaşık tereyağ içinde erittiğim pul kırmızı biberi ekledim.
Servis sırasında da sirke içine ezilmiş 2-3 diş sarmısaktan oluşan sostan, herkes istediği kadar çorbasına ilave etti. Tebrik de aldım bol bol.

Dener misiniz, sever misiniz bilemem ama bazı lezzetler var ki; tatmak mutlaka denemek lazım.

Afiyetle...
Sevgiyle...

15 Nisan 2013 Pazartesi

DİYETTEN ACİLE...

Malum yaz geliyor, diyete hız vermek lazım diye düşünerek başladığım "Karatay Diyeti" benim için nasıl hazin bir şekilde sonuçlandı, onu paylaşayım bugün sizinle...

Senelerdir diyetisyen kontrollerine girip çıkmış, sonrasında insülin direnci nedeniyle endokrinolog tedavisinde olan biri olarak ben, aslında beslenmenin temel kuralları ve bünyemin durumu ile ilgili oldukça sıkı bilgilere sahibim. Ancak, her yıl yaz yaklaşırken bir panik yaşama durumum oluyor ne yazık ki...Bir de etrafınızda herkes farklı diyetlerden, aldıkları muhteşem sonuçlardan filan bahsedince etkilenmemek elde olamayabiliyor. Ben de çevremde çok sık konuşulan, gazetelerde radyo programlarında hep bahsi geçen Karatay Diyeti'nin cazibesine kapılıverdim. Yaklaşık 1,5 ay kadar devam ettiğim bu diyet bu hafta sonu Acil Servis'te nihayete erdi.

Karatay Diyeti'nin merkezinde ekmeği ve her türlü karbonhidratı tamamen kesme ve özellikle sabah kahvaltısında her gün 2 adet yumurta yeme gibi bir düzen var. Kesilen karbonhidratın yerine özellikle ceviz, badem, kabuklu yer fıstığı gibi yağlı yemişleri koyabiliyorsunuz. Yumurtanın rafadan olması, doğal olması, ara sıra da sarısı çok pişmeyecek şekilde omlet yapılması mümkün. Ben de en disiplinli halimle, hiç aksatmadan her sabah iki yumurta yedim bunca zaman. Tabii atladığım bir nokta vardı ki, benim bünyem aşırı alerjik. Cumartesi günü, gene sabah köyden getirttiğim iki yumurtamı, cevizlerimi, peynirimi...vs. yiyip kahvaltı ettikten sonra; öğlen yemeği olarak bir kaçamak yapmak istedim ve fish and chips yedim. Malum yumurta ve una bulanıp kızartılmış balık ve patates kızartması... Akşam eve döndüğümüzde anormal bir mide bulantısı ve kusma isteği ile kendimi hasta hissederek biraz uzandım, hatta balığın ağır gelmiş olabileceğini düşündüm. Saat 19:00 gibi kaşıntı ile uyanıp banyoya gittiğimde; yüzüm, boynum ve göğsüm arı kovanına girmişim de yüzlerce arı tarafından sokulmuşum gibi, ya da yanımda tüp patlamış gibi şiş ve kıpkırmızıydı. Pencik pencik kabarmış, kızarmış ve kaşıntılı bir döküntü. Sanırım kendimi son olarak bu halde gördüğüm, lise yıllarında bahar aylarında kolejin bahçesindeki çam ağaçları toz ve kurt dökmeye başladığı günlerdeydi. O zamanda anormal alerjik reaksiyonlar verirdi vücudum.

Neyse beni o halde gören eşim ve kızım da büyük panik yaşadı. Alerji ilacımı içip bir süre bekledim, hatta ılık bir duş alıp vücuttaki tepkinin hafiflemesini sağlamaya çalıştım, ama yok, bana mısın demiyor. Sonrasında bir doktor arkadaşımın uyarısı ile gece yarım gibi Ümraniye'deki bir özel hastanenin acil servisine gittik. Acildeki Doktor zaten görür görmez, kortizonlu serum bağlanacak dedi.
Hastaneler de bir alem, adamına göre muamele yapılıyor hala. Ben gidince acil hemşiresi hemen yataktaki çarşafı değiştirdi, yeni çarşaf serdi. Bir ihtimam, bir ihtimam... Benden sonra yan tarafa gelen yaşlı, başörtülü teyze inim inim inliyor, bakan eden yok. Resmen dayanamayıp uyardım sonunda, ilgilensenize hastayla diye.

Yaklaşık 45 dakika kolda serumla yattıktan sonra eve döndük. Döküntü ve şişliklerin tam anlamıyla sönmesi ise ancak ertesi gün oldu.

Bir süre yumurta filan görmem artık... Bir kez daha aynı hataya düştüğüme de inanamadım. Bünyeni tanıyorsun, ne kadar alerjik olduğunu biliyorsun, ne düşersin diyet tuzağına... Ama işte kadın mıyız, kadınız! Çevrenizde Ayşe yapmış 15 kilo vermiş, Fatma yapmış 20 kilo vermiş muhabbetleri olunca kayıtsız kalamıyorsunuz. Bırak yahu, sanki o kadar fazlan var. Ben gene düzenli beslenmeme dönüyorum. Sağlığım yerinde olsun, gerisi boş...

Sevgiyle...


9 Nisan 2013 Salı

BAHAR MI? HANİ NEREDE???


İllet oluyorum İstanbul'un bu pusuna.Tam kış bitti derken, bahar geldi, sonunda İstanbul'da da güneş yüzünü gösterdi diye sevinirken...
Bayağı bildiğin kış geri geldi. Nasıl soğuk hava, nasıl kapkara gökyüzü.... Rüzgar da fena bu ara.
Anlayacağınız birkaç günlük bahar havasına aldanıp kışlıkları kaldırdıysanız yandınız... Şu anda çizme, kaz tüyü mont kreasyonlarımıza geri döndük.
Fazla uzun sürmeyecek diye avutuyoruz kendimizi.

Her ne kadar bahar gelmemiş olsa da henüz, insan vücudu bahar ayarına geçti maalesef.  Otomatik geçiyor zaten yaz kış saati gibi, aksamıyor mübarek. Şu anda her bünyede bir yorgunluk, bir halsizlik...Kollar kalkmıyor yerinden, uyku hali dersen çok fena.



Ruh halim de garip bu aralar. Tuhaf bir bıkkınlık, bir isteksizlik...Gerçi ben her bahar böyle olurum! ama her bahar da şaşarım kendime neyim var depresyonda mıyım diye.

Kafam dağınık, en olmaması gereken dönemde hem de. Bir sürü işim var, hem iş, hem de taşınma bağlamında. Masamın üzeri not kağıtlarıyla dolu. Çantamda ayrı, arabamda ayrı not defterleri.. İşin daha da komiği, nereye ne not yazdığımı hatırlamıyorum. Öyle olunca zaten, not almanın da bir manası olmuyor. Yani niyetim çok iyi ama eylem de sorun var.

Şimdi gene çıkmam lazım. Eve, ustaların başına gitmem lazım.

Size bahar yorgunluğu olmayan, sağlıklı günler...
Bana bol konsantrasyon diliyorum!

Sevgiyle...



5 Nisan 2013 Cuma

PAZARCI KARDEŞ CANDIR!

Pazar'a gitmeyi severim. Ama pek fırsat bulamam. Sabahları işe giderken pazar tezgahları yeni kuruluyor olduğundan hiç uğramadan geçerim. Akşam üzeri dönüş saatimde ise, genellikle son kalan çürük çarık mallar olur tezgahlarda, gene keyfimce birşey bulup alamam. Gene de ara ara uğramayı severim, market tezgahlarında asla göremeyeceğim renkleri, kokuları görmek, solumak bile beni mutlu eder...

Çengelköy'deki evimizin çok yakınında her Cuma kurulan bir pazar yeri var. Oradaki pazarcılar - söz birliği etmişçesine, senelerce bana "HOCA'nım" diye hitap ettiler. Biraz öğretmen kılıklıyım herhalde. Benim de hoşuma gitti, hiç bozmadım adamları...

Bugün sabah, gene daha tezgahlar yerleşirken uğramak zorunda kaldım pazara. Amaç, terlik almak, hedef belli: terlikçi tezgahı. Çünkü, İzmir'den gelen bir kamyon dolusu eşyanın İstanbul'daki yeni eve montajını yapacak ustalara terlik lazım. Neyse; ben hızlı hızlı dolanıp, terlik satan bir tezgah arayıp sonuçta buldum. Satıcı adamla kısa bir pazarlık neticesinde, beş adet terlik alıp parasını ödedim. Adam, "Siftah yaptım abla", deyince usulen; "Bereketini gör kardeş"dedim. Adam'ın bu alışverişe yorumu ise müthişti;
"Abla, sabah sabah bu kadar erkek terliğini napıcan? Hamam mı işletiyorsun?....."
Neredeyse paketler elimden düşüyordu. Güleyim mi, adama açıklamaya mı çalışayım bilemedim. Kendi kendime hoca olmayı, hamamcı olmaya tercih edeceğime karar verip kenardan kenardan kaçtım adamın yanından...

İnsan hayatında en travmatik yaşanan üç olay varmış. Evlenme, boşanma ve taşınma. Bir kere evlendim. Gerçekten travmatik bir durum. O güne kadar yaşadığın tüm düzeni değiştirip, yeni bir hayata adapte olmaya çalışmak... Neyse o dönemi olabildiğince az hasarla atlattık. Boşanma sürecini yaşamadım, Allah'da yaşamayı nasip etmesin...Ama eminim ki, çok zor, çok ağır bir dönemdir insan yaşantısı için. Hele de çocuklu ailelerde!

Taşınma olayı ise; benim 17 yıllık evlilik hayatımda oldukça sık yaşadığım bir travma. Evlenirken Alsancak'a, 2 yıl sonra İzmir'den İstanbul'a, 2 yıl sonra İstanbul içinde Avrupa'dan Asya'ya, 1 yıl sonra İstanbul'dan Düsseldorf'a, 3 yıl sonra Düsseldorf'tan İstanbul'a ve 9 yıl sonra da şimdi son olarak tekrar bir taşınma. Kaç etti? Altı galiba değil mi? Ha bu arada bir de aralarda Sapanca ve Ayvalık var. Onlar taşınma gibi değil de, yeni ev kurma gibiydi. Eh, 17 sene için sıkı bir rakam. Neyse ki, artık alıştım, bende fazla bir travma yaratmıyor bu taşınma işi. Aslında emekli olunca bunu bir iş fırsatına dönüştürebilirim. Neden olmasın?

"Zahmetsizce, sıfırdan ev kurulur", "Taşınma işinize talibiz", "Taşınma travma olmasın, biz sizin için halledelim"... Hah, slogan bile bulurum!

Neyse ben "hamama".. ay pardon, ustaların başına gideyim, bakalım ev ne alem????

Sevgiyle...


3 Nisan 2013 Çarşamba

BUGÜN GÜNLERDEN GALATASARAY!

Günlerdir içim kıpır kıpır. Günlerdir uğurlar yapıyorum. Dün mesela sabah evden çıkarken bugün Galatasaray forması giymiş 3 kişi görürsem Cim Bom yener demiştim, akşam saat 21.30'da gördüm üçüncüyü... (İnşallah!)

Bu akşam kalbim dayanırsa maçı izleyeceğim. Malesef evimizde D-Smart yok, mecburen sitenin toplantı salonuna gitmem gerekecek. Orası da tuhaf oluyor, onlarca adam, bir de ben! Üstelik ben hepsinden daha da heyecanlı. Ama o kadar erkeğin arasında sakin oturmak durumunda kalıyorum. Son Schalke maçında, izlemeye gelen Fenerliler de geyik yaptıkça iyice huzursuz izlemiştim doğrusu maçı. O nedenle maçı izlemeye gidip gitmemek konusunda tereddütteyim.

 
Bugünkü maç tabii ki çok zor. Galatasaray ile Real Madrid'i kıyaslamak, ya da aynı kefeye koymaya kalkışmak hadsizlik olur. Ama Fatih Terim tuhaf bir adam. Biz taraftarlar gibi futbolcularına da "Neden olmasın?" dedirtebilir. Bu hissiyatı verirse oyunculara, en azından korkmadan sahaya çıkan, varını yoğunu ortaya koyan bir Galatasaray izleyebiliriz bu akşam. Dün akşam Barcelona maçını seyrederken de eşimle onu konuştuk. Çok farklı bir futbol anlayışı var karşımızda. Öyle toplar oluyor ki, bu adam bu topa yetişemez diyorsun, ama yetişiyor. Üstelik o yetişemeyeceğini sandığınız topla bir de şut çekiyor. Ya da, bu kaleci bu topa uzanamaz diyorsun, adam sanki uzuyor uzuyor..o topa da yetişiyor...Drogba gelince mesela bizim takıma; ben biraz anlar gibi oldum bu takımların farkını. Adamlar kendileri için oynamıyorlar asla, varsa yoksa takım. En iyi asisti nasıl yaparım, en fazla nasıl adam keserim, en doğru yere nasıl pas atarım...? Tabii bu tarz oyuncunun takım arkadaşı da aynı kafada olmalı. Onun düşündüğünü düşünüp, oyunu onun gördüğü şekilde oynamalı. Bu adamın vereceği pasın yerini tahmin edemeyen oyuncular varsa takımda işiniz zor. O zaman paslar yerini bulmaz, asistler de gol olmaz. Drogba ve onun zihniyetinde olan 11 kişiyi bir araya toplarsan bir gün ve onlara aynı şekilde düşünmeyi öğretebilirsen, işte o zaman yenilmez olursun. Aynen Real Madrid, Barcelona gibi... Bunu da kim başarabilir Türkiye'de derseniz, gene cevabım Fatih Terim olur.

Herkesin dediği gibi; bugün maçı Real Madrid alırsa kimse şaşırmaz, ama Galatasaray alırsa dünya Cim Bom'u konuşur!

Valla ben beklentilerimi minimuma indirgedim. Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Real Madrid'e rakip olmuşuz, mis gibi misss. Bu akşam maç sonunda yandaki fotoğrafı görmekten başka bir dileğim yok! Fazla şey mi istiyorum Allah Aşkına?


Haydi Cim Bom! Yensen de Yenilsen de Taraftarın Senle!!!!

Sevgiyle...

2 Nisan 2013 Salı

YOĞUNLUK HER TARAFTAN...

Yoğun ve yorucu günler, haftalar yaşıyorum. Hem iş, hem de özel yaşantımda koşuşturmalar bitmiyor. Allah hiç bitirmesin ayrı...

Geçen hafta Düsseldorf'taydık. Benim için özel bir şehir. Eşimle ve kızımla 3 yılımızın geçtiği, dünyanın en düzenli, en karizmatik, en şık şehirlerinden biri Düsseldorf. Çok özlüyorum hala ve açıkçası Prowein Fuarı beni bu şehirle her yıl bir araya getiren özel bir fuar. Ayrıca tüm dünya şarap üreticilerinin bir araya geldiği, son derece profesyonel ziyaretçilerin katıldığı dünyanın en önemli şarap fuarlarından biri, Prowein.

Bu yıl ki, katılım İstanbul İhracatçı Birliklerinin desteği ile gerçekleşti. Daha önceki yıllarda da Türk üreticiler olarak fuarlara katıldık, ve o fuarlarda da Wines Of Turkey bizi toparlamıştı. Ancak, bu yıl gerçekten, her şeyin su gibi akıp gittiği, hiçbir aksilik yaşanmayan bir fuar süreci geçirdik. Buradan hem WOT'ye hem de İİB'ye tekrar teşekkür etmek isterim. Gene İBB desteği ile standımıza ziyarete gelen Türk Basınının değerli yazarları Sayın Ali Esad Göksel, Sayın Vahap Munyar ve Sayın Fehim Genç'e de ayrıca teşekkürlerimizi sunmamız lazım. Tek tek tüm üreticiler ile masaya oturup tadım yapmaları ve sohbet etmeleri bizler için önemli ve değerliydi.

 
Türk Şarapları dünyada halen daha, fazla bilinmeyen ya da ucuz olması gerektiği düşünülen şaraplar. Dünyaya açılmakta çok geç kaldığımız ve arkamızda bugüne kadar hiçbir devlet desteği olmadığı için piyasalarda bilinilirliğimiz yok denecek kadar az. Daha önceki yıllarda malesef sadece Türk restaurantları ve Türk Marketleri ile hedef alınıp, bir de ucuz segmentte ürünler pazarlanınca yapılan ihracat çalışmaları Türk Şarabını temsil etmekte başarılı olamamış malesef.

Son yıllarda, tüm üreticilerin eşit şartlarda bir araya gelerek dış pazarlara açılma çabası içine girmeleri bu nedenle çok önemli. Yapılan her yeni üretim, ya da üretime geçen her yeni üretici Türk Şarap Sektörüne yeni bir nefes oluyor. Alınan ödüller, yapılan her bir yeni bağlantı Türk Şarabı için olumlu tanıtım demek. Bu yılki Prowein'da biraraya gelen 15 üretici sayısı gerçekten çok önemli. Bu sayıyı daha da arttırmak, daha fazla fuarda Türk Şarabı olarak yer almak, daha fazla ödüller almak, daha yoğun tanıtım yapmak... bizim yurt dışı imajımızın gelişmesi ve tanınmamız adına son derece önemli. Benim inancım; bu olumlu gelişmenin çok yakın zamanda yakalanacağı yönünde. Çünkü, artık dünya çapında başarılı olabilecek şaraplar üretiyoruz, her ülke şarabı ile rekabet edebilecek durumdayız ve her geçen yıl kendimizi daha da geliştiriyoruz.

Yani fuarlar son derece yorucu olmakla beraber, her bir anına değiyor diyebilirim.

Gelelim özel yaşantımdaki  yoğunluğuma...

Bu telaşe içinde bir de taşınma işlerim var. 15 yıldır oturduğumuz evimizi değiştiriyoruz. Tebdil-i Mekanda ferahlık var dedik. Çengelköy'den Çekmeköy'e taşınmaya karar verdik. Bir nev'i göç ediyoruz anlayacağınız.  İnsanlar ilk duyunca genelde "aa, boğaz bırakılır mı hiç?" diye tepki verseler de, içi seni yakar, dışı beni misali..."yaşayan bilir" deyip, gülüp geçiyorum bu yorumlara. Çengelköy tüm güzellikleri yanında trafiği, her geçen gün kalabalıklaşan nüfusu ve giderek muhafazakarlaşan yapısıyla bize ağır gelmeye başladı. Biz de Çekmeköy girişinde daha sakin olacağını umduğumuz, başka bir site hayatına doğru yola çıktık. Hayırlısı neyse o olsun; diye dua ederim ben her zaman. Bizim için de hayırlısı buymuş ki böyle oldu sonuçta. Sağlıklı olalım, evimizde huzur olsun, insan başka ne diler ki ev ile ilgili....

İş kadını olmak, İstanbul'da yapayalnız olmak ve bir yandan da ev taşımak...Bu benim beşinci ev taşımam olduğu için daha sistematik hareket edebilsem de, kolay değil sonuçta. Çok koşturmalı bir dönem yaşıyorum. O nedenle yazı yazacak vakti zor buluyorum. Ama kesinlikle önümüzdeki bir ay içinde hoş anılar biriktirebilirim diye umuyorum.

Mesela dün, biz evde kaba temizlik yaparken yan komşunun yardımcısının bizde çalışan kadına "BACIIIIIIM, FAZLA İNCELEYİP ABARTMA NASILSA GENE PİSLENCEKKKK" diye balkondan balkona bağırması hoş bir seda olarak belleklerimizde yer etti.

Sevgiyle.....