29 Ocak 2014 Çarşamba

ABUR CUBUR

Asla çok kilolu olmadım. Bazen biraz balık eti, bazen de rahmetli babamın tabiriyle "hükümet gibi kadın" olduğumu bilen bilir.

Lise, üniversite yıllarımda (zaten inceciktim), öyle çikolata pastayla hiç aram yoktu. Bulunca az biraz yerdim ama hiç aranmazdım. Evlendikten sonra biraz tatlı düşkünlüğüm başladı ama onda da sütlü tatlı sevmez, kadayıf baklava aramazdım. Sosyetik tatlar; tramisu, profiterol, cheesecake, çikolata sufle.... Sonra yavaş yavaş değiştim. Ayıptır söylemesi kırklı yaşlarla beraber, içime bir şey kaçtı! Hiç doymak bilmeyen, sürekli çiğneme ihtiyacı olan bir yaratık... Ne durdan anlıyor, ne yoktan. Doyurmazsan gelsin baş ağrıları, titremeler, bayılma halleri.

Doktora gittim bu nedenle. "Yahu", dedim "doktor bey, bu ne? Ben benlikten çıktım." Adamcağız ne yapsın, hemen tahliller, açlık, tokluk, kan değerleri...Bayağı bir bakıldı, illa ki bir şey bulunmalı. Sonuçlara göre, ağır bir insülin direnci var dendi. Hemen diyetler yazıldı. Günde 6 -7 öğün yenecek. Ohh, körün derdi bir göz, Allah verdi iki göz... Ben ha bire tıkınır vaziyette. Gözüm saatte, ara öğün zamanlarını kolluyorum; "Vakti gelse de kuru kayısıyla bademleri yesem, meyveyle yoğurdu hüpletsem"...

Böyle böyle derken, birkaç kilo ekleme yaparak, ve içimdeki canavarı iyice büyüterek, ikinci doktorun karşısına çıktım. "Doktorcum" dedim, "Bir önceki doktor, insülin direnci dedi, sık sık az az yedirdi ama değişen bir durum yok, ben gene kilo aldım. Derdime bir çare..." "Tamam", dedi "Çözeriz." Hemen açlık değerleri, tokluk değerleri, kan tahlilleri... "Yok" dedi, "Merak etmeyin mühim bir direnciniz yok. Sık yemek zararlı, size ara öğün zehir. Siz, günde dört öğünden fazla yememelisiniz."

HAYDAAA.... Neyse, buna da tamam dedim. Yalnız sorun şu ki; dikkat etmek istedikçe kilo alır oldum. Metabolizma durdu. Mümkün değil, kıpırdamıyor. İçimdeki yaratık gene çılgın gibi dürtüklemeye başladı. "Amaaan" diyor, "Ye kızım ye, bu ne, dünyaya kaç kere geleceksin, aç yaşanmaz"... Ben de kendimi gizli gizli marketten gofret alırken, sonra da içi boş gofret paketlerini kimse görmeden çöpün en altına sıkıştırırken bulmaya başladım. Resmen kendimi kandırıyorum. Daha sağlıklıdır leblebi yiyeyim, hem mide suyumu da alsın diye düşünürken, robotta şekerli leblebi tozu hazırlarken buluyorum kendimi (psikolojik detay - çocukluğa özlem ya da oburlukta son nokta!!!) Pes Yani!

Bu arada, iki yıl içinde yapılan, çok benzer iki testtin sonucu nasıl böyle farklı iki sonuç verir diye ise hiç sorgulamamaya gayret ediyorum. 

Anlayacağınız, şu sıralar hayatımın en kilolu döneminde, en motivasyonsuz ve boş vermiş halimle, kendime çözüm yaratmaya çalışıyorum. Diyetisyene gitmek şu anda mantıklı gelmiyor, çünkü bunun için önce kendini hazır hissetmen lazım. Hala bazen kendimi gizli gizli bir şeyler atıştırırken buluyorum. Acaba bu bir bağımlılık mı? Ya da depresyon belirtisi? Ya da sadece oburluk?


Şimdi spora başladım, biraz kıpırtı görürsem kendimde, inşallah motivasyon da ardından gelecek. Benim hala umudum var...

Sevgiyle....

28 Ocak 2014 Salı

Hayatla Dolu Kadehler: KISACIK BİR KAÇAMAK

Hayatla Dolu Kadehler: KISACIK BİR KAÇAMAK: Sömestr tatili başladı malum. Biz de çok uzun zamandır yok işti, yok güçtü, yok okuldu, yok seyahatti diye gelmeyi ihmal ettiğimiz, Sapanca&...

27 Ocak 2014 Pazartesi

KISACIK BİR KAÇAMAK

Sömestr tatili başladı malum. Biz de çok uzun zamandır yok işti, yok güçtü, yok okuldu, yok seyahatti diye gelmeyi ihmal ettiğimiz, Sapanca'daki evimize gelmek için bir fırsat yarattık. Haftasonunu, hafta başından da iki gün çalıp uzattık. Ailecek özlediğimiz evimize kavuştuk.

Buradaki evimiz, kocaman ceviz ağaçları ile çevrili büyük bir bahçeyi komşularımızla paylaştığımız bir site içinde. Burada trafik yok, gürültü yok, kalabalık yok. Bol bol huzur, kuş sesleri,ağaçlarda sincaplar ve bahçede geceleri ortaya çıkan kirpiler var. Huzur ve keyif var. Ceviz ağaçlarından yayıldığı söylenen karşı konulamaz bir uyku ve tembellik hali var. 

Kışın şömine başında geçen saatlerde, gündüz ya gazete, ya kitap okur çayımızı kahvemizi içeriz. Şömineden yayılan çıtırtılar adeta meditasyon gibi insanı dinlendirir ve başka herşeyi unutmanızı sağlar. Bazen şömine karşısında masayı kurar çekişmeli ve iddialı okey partileri yaparız. Akşamları yemek sonrası şarap  peynir keyfi. Şömine hep yanar, ateşi canlı tutmak evdeki herkesin vazifesi olur. Akşam geç vakit güzel bir film seyretmek de buradaki en güzel aktivitelerdendir. O yüzden İstanbul'dan her gelişte birkaç dvd film getiririz yanımızda.


Sapanca da benim favorim sabah kahvaltılarıdır. Bazen sucuklu yumurta, bazen tereyağda sosis ya da pişi kızartırım. Eşimin sabah erkenden fırından alıp getirdiği sıcacık ekmeklere gül reçelleri, ballar, kaymaklar eşlik eder. Buranın havası mı, suyu mu bu kadar iştah açar bilmiyorum, ama ben Sapanca'da kendimi aşıyorum resmen. Bu nedenle burada hazırlanan her sofra bir bayram sofrası kıvamında olur bizim evde. Yemek, içmek keyfi ayrıdır yani.

Bu gelişimizde en büyük zevki sanırım Zeytin aldı. Bahçede çılgın gibi koşturdu, bol bol top oynadı, kedileri kovaladı, ağaçlardan düşmüş hurmaları yedi, midesini bozdu, topraklarda yuvarlandı, leş gibi kirlendi ama inanılmaz keyiflendi. İstanbul'da hiç yapamadığı kadar egzersiz yapmış oldu. Akşamları yorgunluktan bayıldı. 
 
Bu kısacık tatik kaçamağı her birimiz için bir yenilenme, tazelenme fırsatı oldu sanki. Hepimize iyi geldi. Şarj ettik kendimizi, sık sık gelmediğimiz için hayıflandık. Sapanca'ya gelmek için daha fazla fırsat yaratma kararı aldık.

Eğer daha önce gelmediyseniz, ve bir gün gelmeyi düşünürseniz; Titiz köftede mutlaka köfte yemeyi, İstanbul Dere'ye kahvaltıya gitmeyi, dere kenarındaki restaurantlarda alabalık yemeyi, pazar günleri Maşukiye pazarına uğramayı, Sapanca gölü kenarında közde pişmiş mısır yiyerek yürüyüş yapmayı ve Sapanca merkezdeki antikacılara uğramayı ihmal etmeyin. 

İstanbul'a bu kadar yakın ve bu kadar sakin bir güzelliği yaşamayı ihmal etmeyin.

Sevgiyle...

15 Ocak 2014 Çarşamba

KELEBEK

Hani bazı günler vardır, güneş başka türlü parlar, hava mis kokar, sebebini bilmeseniz de içiniz kıpır kıpırdır. İşte bugün öyle bir sabaha uyandım.

Daha gözümü açar açmaz güzel bir enerji hissettim çevremde. Sabah köpeğimle sanki daha bir uyumlu yürüdük. Sitede daha fazla insanla selamlaştık. Havadaki orman kokusu bu sabah sanki daha yoğundu. Sabah kocamı yolcu ederken daha bir sevgiyle sarıldık sanki. Mutlu hissettim kendimi. Şükrettim!

İşe de o keyifle geldim. Yolda hiç trafik yoktu, normalde her sabah yarım saat sürerken bu sabah on beş dakikada geldim işime. Yolda radyonun sesini daha çok açtım. Sanki hep sevdiğim şarkılar çaldı sırayla. Bende rahatça eşlik ettim, bağıra çağıra.

Adetim olduğu üzere, önce maillerimi kontrol ettim. Bu sabah mail yoğunluğu kesat olunca, facebook'a kısaca göz attım. Komik videolar seyrettim bir süre. Kendi kendime güldüm, eğlendim. Sonra doğum günü olan birkaç arkadaşımı aradım. Mutlu seslerini duymak hoşuma gitti. İnsan böyle özel günlerde hatırlanıp aranınca nasıl mutlu hissederse kendini, öyle geliyordu sesleri, güzel ve keyifli... Sağlık diledim dostlarıma, huzur, mutluluk... Gerçekten içimden gelerek, sevgiyle.

Sonra çok sevdiğim birinden bir haber daha aldım. İşte asıl bomba oydu!
Mutluluğun sesini duydum telefonun diğer ucunda. Ben de ona ortak oldum. Çığlıklar attım, kahkahalar attım. Bir "bebek" haberi aldım. Bereketiyle, kısmetiyle geleceğine inanarak sevindim. Allah her isteyeni evlat sahibi yapsın. Yeni bir yaşam haberi kadar güzel ve ümit dolu bir başka haber olabilir mi?

Üzerine bir de kızım aradı. O da cıvıldıyordu telefonda. İyi notlar almış sınavlarından. Sesi nasıl keyifli... Onun mutluluğu da yapıştı üzerime.

Hala öğlen olmadı, ben kendimi kelebek gibi hafif hissediyorum bugün. Sanki hiçbir şey keyfimi kaçıramazmış gibi...
Bazı günler içimize yerleşen, kalbimizi sıkan, ümitsizliğe sürükleyen o iç sıkıntıları bizden uzak olsun. Keyfimiz hep yerinde olsun.


Allah'ım hamd olsun, şükürler olsun. Herkesin günü güzel olsun.

Sevgiyle...

10 Ocak 2014 Cuma

MUTFAKTA ANNE KOKUSU

İlkokul, hatta ortaokul yıllarımda okuldan döndüğümde pekçok gün miss gibi kokular tüm apartmanı sarmış olurdu. Canım annem, okul dönüşü aç kurt gibi geldiğimi bildiğinden mutlaka bir şeyler hazırlardı atıştırmalık. Bazı günler kek, bazı günler elektirikli ızgarada yumurtalı ekmek, bazen pişi ya da minnacık kızarmış kıymalı muska börekleri... Okul yıllarımın en hoş hatıralarındandır annemin mutfağından tüm apartmanı saran bu mis kokular.

Ben anne olup kızım okula başladığında, çalışan anne olmanın ve ona bu güzel sürprizleri yapamamanın vicdan azabını atlatmam hiç kolay olmadı. Bir de malum, çocuklarımız artık o kadar hazır gıda yemeye programlılar ki, kekin kurabiyenin hazırı, paketlisi zaten hep ellerinin altında. Reklamlarla da zaten hep hazır gıda yemeye yönlendirildiklerinden aslında niye yapmadın diye sorgulayacağı da yok ama onlar da o kadar katkılı ki, mümkün mertebe evde yapıp yedirmek lazım. Ben de ne yapsam da, kızımın hatıralarında "annemin mutfağı mis kokardı"  diye bir iz bırakabilsem diye düşününce, hafta sonlarına yüklenmeye karar verdim. Özellikle de sabah kahvaltılarına...
 
Ara sıra, haftasonu kahvaltılarına kızımı aynı anne mutfağımdan aklımda kalan harika kokulara uyandırmaya bayılıyorum. Kızım da hakkını veriyor ve bayılıyor bu sürprizlere. 

Yılbaşı haftası ikimizde çok hasta olduğumuz için evde yatmak zorunda kaldık. Ateş, halsizlik ve tabii beraberinde iştahsızlık ikimizi de mahvetti. Kendimi toparlar toparlamaz, kızıma moral olsun, hem de ailecek keyifli bir pazar ve yeni yıl kahvaltısı yapalım diye sabah erkenden hamur tutup "Keçi Ayağı" yaptım.

Keçi ayağı hem çok kolay, hem de çok lezzetli bir hamur işidir.
 
 
İster kahvaltıda, ister beş çayında, ister misafirlerinize ya da çocuklarınıza kolayca yapabileceğiniz ve mutlaka övgü alacağınız bir tarif için hazır mısınız? 
İşte malzemeler:
1 bardak yoğurt
1 yumurta
2 kaşık zeytinyağ
1 paket kabartma tozu
1/2 limonun suyu
1 çay kaşığı tuz
2,5 - 3 bardak un
Kızartmak için Ayçiçek yağı

Yapılışı:  yumurta bir kaba kırılır içine yoğurt ve zeytinyağ eklenir. Bir çatal yardımıyla iyice karıştırılır. Bu karışıma önce 2 bardak un, tuz ve kabartma tozu ile limon suyu eklenir ve iyice yoğurulur. Hamurun kıvamını tutturmak için yeterince daha un eklenir. Malum kulak memesi kıvamı elde edilince hamur toparlanır ve üzerine nemli bir bez örtüp 15 dakika dinlenmeye bırakılır.
Siz o arada sofranızı kurup, yanına peynirlerinizi, zeytininizi, reçel ve balınızı hazırlayabilirsiniz.

Bekleyen hamurunuzu üç dört parçaya ayırıp merdane ile yarım santim incelikte açıp kareler kesilir. Her karenin ortasına bıçakla bir çentik atılır.  (Oldukça fazla miktarda hamur olacağını belirtmem lazım, bol bol yemek için hazırlıklı olun.)
Hamurlar kızgın yağda kızartılır. Sıcak sıcak afiyetle yenir! Herkes mutlu olur😊
 
Sevgiyle....

8 Ocak 2014 Çarşamba

TIKANDIM...

Bir süredir tıkandım, yazı mazı yazasım yok.

On gün önce başlayan hastalığım hala köhür köhür öksürüklerle devam etmekte. Bu yılın virüsünü kapmamak olmazdı tabii. H5N3 müdür nedir, işte ondan...5N1K ya yakın bir duruş sergileyerek, Neden ben, Niye şimdi, Nayır, Nolamaz, Kime bulaştırırım filan diye sorgulayarak çektik hastalığımızın kefaretini... Şaka bir yana hayatımda böyle hissettiğimi hatırlamıyorum. Ciğerlerim o kadar ağrıdı ki, zatürre oldum sandım. Bir de hastayken hasta bakmanın dayanılmaz zorluğu iyice mahvetti beni. Kızıma baktım o arada, aynı illet tabii ki ona da bulaştı. Neyse 1 hafta on günlük sıkıntımız artık nispeten azaldı.

Bu hastalık arasında evde yatarken, gündem takip etmeye çalışarak ve neyin ne olduğunu, niye olduğunu anlamaya çalışarak bolca zaman geçirdim. Ha tabii o arada, "Yemekteyiz", "Bugün Ne Giysem", "Kaynana Gelin Seda'ya Gelin" gibi merak kaynaklı, yüksek kültür şoklamalarına maruz kaldım. Hala üzerimden atabilmiş değilim. E sen misin, merak eden... Allahım bu nasıl bir pespayelik, nasıl bir seviyesizlik... Eğer bu programlardaki insanlar gerçek insanlarsa, sonrasında nasıl birbirlerinin yüzlerine bakabilirler hala anlayabilmiş değilim.

Gündem takip ettim derken aynı garip uslüp ve seviyesizliklere maalesef bazı üst düzey (sandığımız)insanların (yönetici, basın mensubu, sporcu, politikacı, sanatçı....) da sahip olduklarını gördüm. İçim karardı. Ümidim azaldı. Normal konuşabilen insan yok. Kim daha çok bağırırsa, kim daha çok hakaret ederse sanki daha çok dinleniyor hissiyatı var insanlarda. Herkes birbirine çemkiriyor.

Ülkenin neresinden tutsan elinde kalacak bir hali var zaten. Yargı, yürütme, adalet, polis, operasyon, cemaat... Neye elini atsan eline bir avuç çamur geliyor sanki. Bu tarz konulara çok fazla girince insan kendini bir tiyatro oyununda seyirci gibi hissediyor. Bir oyun ki; gerçek olamayacak kadar absürd ve acıklı.

2013'ün sonunu, işte böyle bir ruh ve beden sağlığı durumu içinde geçirdim.

Dolayısıyla yazı yazacak ne bir istek ne de bir güç bulabildim uzun zamandır.

Ne yazabilir ki insan böyle bir durumda? Espri yapsan olmaz, fazla ciddiye alsan b.k yoluna gitme ihtimalin hep var... Suya sabuna karışmayayım diye düşününce de olmuyor. Off of...

Piyangodan da bir şey çıkmadı zaten. Bir amorti,  hepsi bu!

Neyse ben herkese önce sağlık, sonra hoşgörü, kültür, görgü, keyif ve sevgi dolu yeni bir yıl dileyim bari. 2014'ün daha MAKUL ve KABUL EDİLEBİLİR bir yıl olması dileğiyle.

Sevgiyle...