25 Şubat 2015 Çarşamba

İSTANBULLU OLDUM MU ACABA?...

İstanbul'a taşınalı 18 yıl (vay canına....), Çekmeköy'e yerleşeli ise neredeyse 2 yıl oluyor. Zaman su gibi akıp geçiyor.
İstanbul'a ilk geldiğimizde ben 27 yaşındaymışım. Allahımmm nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım!!! Gerçekten böyle söyleyivermek kolay, ama düşününce neler sığmış o yıllara...
İyi günler, sıkıntılı günler, annelik heyecanı, araya bir kaç yıllığına giren Almanya macerası, çocuk büyütme, iş yoğunlukları, okul maceraları, mutluluklar, hüzünler, seyahatler,... Saymakla bitecek gibi değil aslında.

İstanbul'lu oldum mu? Hala pek olamadım galiba. Hala aklımda hep İzmir, hep Ayvalık varken, pek olamıyor maalesef.

Çok sevdim gene de bu şehri. Özellikle koşuşturmasına, hızına bayılıyorum. İzmir'e iş ya da aile ziyareti için gittiğimde, oradaki hayatın hala ne kadar yavaş aktığını görmek, her seferinde beni şaşırtmaya devam ediyor mesela. Her konuda seçeneğin fazla olması çok hoşuma gidiyor. Yemeğe çıkacaksak, neresi diye her seferinde kararsız kalıyoruz. Sinemaya gitmek için, tiyatro izlemek için, hafta sonu programı yapmak için hep düşünüp karar vermeniz lazım. Yaptığınız ve memnun kaldığınız bir programı ikinci defa tekrarlamanız hiç de kolay değil. Çünkü, araya başka seçenekler, ya da programlar her zaman girebiliyor.

istanbul'da hayat ile ilgili görsel sonucu
Zorlukları yok mu, ohooo o kadar çok ki. Trafiği örneğin, insanı yaşlandırabilir. Kalabalığı bunaltıp, çıldırtabilir. Mesafelerin uzaklığı sosyalleşmenizi engelleyebilir. Şöyle bir örnek vereyim, biz İstanbul'da yaşayan kolejli kızlar olarak sık sık toplanalım diye program yaparız, ama hiç bir sene iki kereden fazla buluşmayı beceremeyiz. Çünkü; bir türlü ne ortak bir gün, ne de ortak bir program saptanabilir. Herkes yoğun, herkes meşgul... O yüzden İstanbul'da yeni dostluklar kurmak bence pek kolay değildir. Yeni bir arkadaşlığı geliştirebilmek için, zaman ve emek gerekir ama, kimsede ne zaman ne de emek harcayacak hal pek yok maalesef. O nedenle, iyi arkadaşlara sıkı sıkı sahip çıkmak gerekir.

istanbul ile ilgili görsel sonucuAma bir boğaza indiniz mi??? Ah, o boğaz havası, şimdi erguvan zamanı da yaklaşıyor! O esinti, o tuz kokusu... O manzara... Sadece bakmak lazım görmek için. Koklamak lazım hissetmek için. Rüzgarlı bir günde tekneyle karşıya geçerken üşümek pahasına dışarıda oturup, denizden kopup gelecek bir kaç damlayı yakalamak lazım. Kısacası İstanbul'u yaşamak lazım. Evlere, sitelere kapanıp kalmamak lazım. Ara sıra Taksim'e, Nevizadeye, Nişantaşına, Kadıköy'e, Moda'ya, Bağdat Caddesi'ne gidip kalabalıklara karışmak lazım. Balık pazarına, Kadıköy çarşısına gidip mis kokulu tezgahların arasında gezinmek lazım. Beşiktaş'ta, Ortaköy'de denize karşı bir kahve içmek lazım.

istanbul ile ilgili görsel sonucu
 
İstanbul'u her şeyiyle yaşamak lazım.  İmkanlarını, çeşitliliğini, zenginliğini, hatta pisliğini, kalabalığını, betonlaşmasını, trafiğini... İşte, o zaman ya çok seversiniz, ya nefret edersiniz. Biz fırsat buldukça, elimizden geldiğince yaşamaya çalışıyoruz. Ve çoğunlukla seviyoruz. İnsanoğlu daha da fazla mahvetmeden, kupkuru, sevimsiz yapılaşma daha fazla artmadan doğasını yaşamaya gayret ediyoruz.Gene de ileriki yaşlar için fazla abartmayıp bir sahil kasabasına kaçmak lazım diyoruz.

Hatırlar mısınız, bir süre önce domuzlar İstanbul'da şehre indi diye haberler yapılmıştı. Yapılaşma ve doğa katliamı İstanbul ormanlarında yaşayan zavallı hayvanları aç kalıp şehre inmeye zorlamıştı. Biz Çekmeköy'deyiz. Üçüncü köprü bağlantı yolları Çekmeköy ormanlarını çok etkiledi maalesef. Oturduğumuz site de ormanın kıyısında ve dün akşam site girişimizde neyle karşılaştık biliyor musunuz? Bir tilkiyle... Arabanın farları ile zavallı hayvan site giriş yolunun ortasında kitlendi kaldı. Ben hem fren yapıp, hem de o şaşkınlıkla kızıma, "Aaaa, bak fox, fox! " diye bağırmışım. Şehirde yol ortasında bir tilki görme fikri o kadar absürd gelmiş olsa gerek ki, tilki demeyi akıl edememişim. Bir süre o bize, biz ona korku ve şaşkınlıkla baktık, sonra hayvancağız açık araziye doğru kaçtı gitti. O kadar acıdık ki, mutlaka açtı, mutlaka yolunu şaşırmıştı!

İşte İstanbul böyle garip bir yer, boğazda sürüklenen domuz da, şehir ortasında yol kenarında tilki görmek de olası...
Gene de vazgeçemiyoruz şu İstanbul'dan...! Her gün pek çok şeye şaşırsak da seviyoruz galiba...

Sevgiyle...





19 Şubat 2015 Perşembe

PORTAKALLI KURABİYE - BABAANNEMDEN HATIRA

Babaannem dünya güzeli bir Rumeli hanımefendisiydi. Güldüğünde sürprizli bir şekilde ortaya çıkıveren tek yanağındaki gamzesiyle, her sabah uyanır uyanmaz sardığı bigudili saçlarıyla, mutfağından yayılan mis gibi kokularla hep özlemimde.
Bütün çocukluğum aile apartmanında amcalar, halalar, yengeler, kuzenlerle geçti. Canım Babaannem o apartmanda birinci katta otururdu.  Gülen yüzüyle evinin penceresinde oturup, gelip geçeni seyretmek en büyük keyfiydi. Bir de menekşeleri... Asla dokundurtmadığı, her sabah okşayıp, sohbet ederek sevdiği ve gözü gibi baktığı mor menekşeleri...
En azından çoğu torununun evlenip yuva kurduğunu, hatta torunlarının çocuklarını gördüğü, dedem hayatta olduğu sürece çok sevildiğini ve kıymeti bilindiğini düşündüğüm için, mutlu bir hayatı olduğu düşünürüm Babaannemin. Çocukluğumun en güzel izlerinden biridir. 

Babaannemin mutfağından yükselen en müthiş kokulardan biri sık sık yaptığı portakallı kurabiyenin kokusuydu.  Bir üst kattaki evimize çıkarken, kapılardan taşardı bu müthiş kurabiyenin kokusu.

Kar İstanbul'u kaplayıp, iki gündür evde kapalı kalınca ve evdeki malzemelere göz atıp, bol bol portakal olduğunu görünce, Babaannemin kurabiyesi aklıma geldi. Çok basit ama bir o kadar da leziz kurabiyeleri yapmak için işe koyuldum. 

Önce malzemeler: 
3 adet portakal
7-8 kaşık toz şeker
2 yumurtanın sarısı
1 çay bardağı zeytinyağ
1 paket margarin
1 paket kabartma tozu
Un


Yapılışı: 
Önce portakalların kabuklarını rendeliyoruz. Karıştırma kabında rendelenmiş kabukları 1 kaşık toz şekerle karıştırıyoruz.
Portakalların suyunu sıkıyoruz ve karıştırma kabına ekliyoruz. Sonra sırasıyla zeytinyağı, yumurta sarılarını, 6 kaşık toz şekeri, oda sıcaklığındaki margarini, unu ve kabartma tozunu ekleyip, yoğurarak kulak memesi kıvamında bir hamur elde ediyoruz. ( Bu hamur o kadar lezzetli oluyor ki, tadına bakma bahanesiyle azıcık çiğ bile yiyorum😄 valla)

Sonra yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine, ceviz büyüklüğünde yuvarladığımız ve toz şekere batırdığımız kurabiye hamurlarını biraz aralıklı olacak şekilde diziyoruz.


Önceden ısıtılmış 175 derece fırında yaklaşık 30 dakika, üzeri hafif kızarana kadar pişiriyoruz.


Mis kokulu portakallı kurabiyelerimi, gene mis kokulu, içine kakule kattığım ve güzelce demlediğim çayımın yanında, dışarıda yağan karı seyrederek yiyeceğim.

Oldukça moral bozucu ve sıkıntılı bir gündeme sahip şu günlerde, böyle mutfakta, fırın başında, hiç bir şey düşünmeden oyalanmak bana iyi geliyor. Eski güzel günleri, çocukluğumuzu hatırlamak; sokaklarda yaşanan şiddeti, politikadaki kaos ortamını, birkaç saatliğine unutabilmek gerçekten önemli. Aksi takdirde, akıl ve ruh sağlığımızı kaybedebiliriz. 
#özgecanaslan'ın, o güzel bakışlı genç kızın uğradığı şiddetin detayları vicdanı olan herkesi çok yaraladı. Genç bir kız annesi olarak kızımın güvenliğinden çok endişeliyim. Karşısına kimler çıkacak, nasıl insanlarla arkadaşlık edecek, nasıl ortamlara girecek...

Artık bu ülkenin gerçekten işini ciddiye alan, ülkesine ve insanlarına değer veren gerçek politikacılara ihtiyacı var. Bu yaşanan dehşete, şiddete bir son verilmesi gerekiyor. Daha fazla canlar yitip gitmeden....

Sevgiyle...

12 Şubat 2015 Perşembe

HAY SENİN STİLİNE!!!

Eski spor muhabiri, yeni Tv kanalı sahibi bir adam var ya; ismi lazım değil, ben o adamın ajan olduğunu düşünüyorum. Valla bak... Adam yaklaşık 15 sene önce bir televole belası sarmıştı başımıza, o gün bu gündür de aynı yolda devam ediyor. 

Bu adam neden ajan diyorum biliyor musunuz? Çünkü yaptığı programlarla, bizim toplumsal hoşgörü ve birliğimizi yıktı! Önce televole olayıyla başlayan, bikinili kızlar, barlarda, eller havaya, kalçaya, memeye zoom halleri ile muhafazakar kesimi içten içe doldurarak, "Eyvah, dinimiz elden gidiyor"  imajını yerleştirdi. Öyle ki, prime time'de başlayıp gece yarılarına kadar süren bar eğlenceleri ile yarı çıplak kızları evirip çevirip insanlara 5 saat boyunca izlettirdi. Herkes nefret etti bu programlardan da o bikinili kızlardan da... 
Sonra bu adam kalıp değiştirdi, yabancı yarışma programlarını alıp, Türk usulü formatlarla birleştirdi ve dizi film edasında karakterde yarışmacılar bulup, insanların yaşamlarını ajite ederek, haftalarca devam eden yapımlar hazırladı. İnsanları Tv başına aylarca hapsederek beyinlerini boşaltırken, kendisi zenginleştikçe zenginleşti. Zamanla bu adam, son derece avam hallerde kendisiyle yapılan röportajlarda çoraplarını yıkamayıp çöpe attığından filan bahseder hale geldi. 
Şimdi bir de Tv kanalı sahibi olunca, sadece böyle programlardan oluşan bir yayın politikası oluşturdu. 


İki gündür hastayım ve evdeyim. Bahsettiğim kanalda yayınlanan ve tam 3 saat süren, eski adıyla Bu Tarz Benim, yeni adıyla İşte Benim Stilim (başka bir Tv kanalıyla mahkemelik olup mahkemeyi kaybedince) programını dehşetle izledim. Yarışmacı kızlar tarzı filan bırakmış, birbirlerine öyle bir girmişler ki... Sözde birbirlerinin kıyafetlerini eleştirecekler, ama bir hakaret, bir aşağılık kompleksi, bir zenginlik atışmaları, ağlamalar, seti terk etmeler, ardından hoppidi hoppidi halay çekmeler... Gerçekten şaka gibi! 


Dün iki yarışmacı arasında yaşanan bir kim daha zengin tartışması vardı ki, Allahım ben hayatımda böyle bir bayağılık görmedim. Nasıl çiğ laflar, nasıl hakaretler, nasıl görgüsüzlükler... Valla ben kendi adıma iki günde, etrafta böyle kızlar var ve böyle seviyesizlikler yaşanıyorsa diye dehşete düştüm. 
Aynı kanalda, benzer yarışma programları var. Birine takılırsan günlerini, saatlerini ayırmak zorundasın. Başka hiç bir şeye vakit bulamazsın. Gözüne ışık tutulmuş tavşan misali bööyle bön bön ekrana bakıp, yaşananlara şaşıp kalırsın!!!

Bu programları yayınlayan kanalın sahibi olan adam, sanki Türk halkının beynini boşaltmaya and içmiş. Kim için çalışıyorsa, hangi iç ya da dış mihraklara hizmet ediyorsa, valla tebrik etmek lazım. Toplumumuzda son yıllarda yaşanan garip çatışmaları, karşılıklı atarlanmaları sürekli sıcak tutarak genel geçer davranış modeli haline getirdi. 
Diyebilirsiniz ki, sadece bu adam değil ki bu yarışmaları yapan, ya da yayınlayan... Öyle tabii, ama bu adamın 20 yıldır hiç aralıksız bu yolda olmasına takmış durumdayım. Sadece bu işi yapmasına ve seviyeyi giderek düşürmesine takmış durumdayım. İnsanlara bunları layık görmesine takmış durumdayım. Zenginliğine zenginlik katmak için toplumun ahlak ve hatta dini yapısıyla oynamasına takmış durumdayım... Taktım yani ne yapayım...

Tahammül edebilen varsa seyretmeye devam edebilir, bende doz aşımından zehirlenmeye neden oldu.

Sevgiyle....