23 Aralık 2015 Çarşamba

KABAK TATLISI - SONUÇTA SEBZE YEMEĞİ :-)

Bugün yolum tesadüfen bir semt pazarına düştü. Onca sebze,meyvenin, binbir çeşit yeşilliğin, otun arasında gözüme bal kabakları takıldı. Her zaman iyi balkabağı bulmak mümkün olmayabiliyor. Özellikle marketlerde satılanlar genelde tatsız ya da çok lifli çıkıyor. Bugün pazarda  gördüklerim hem renkleri hem de yapıları ile çok caziptiler. Dayanamayıp, bolca bir miktar aldım. Galiba canım kabak tatlısı çekmişti. Bir kısmını yılbaşı akşamına yapmayı planladığım balkabaklı tatlı için ayırdım. Kalanını, yarın işe de götürürüm deyip, en pratik şekilde pişirdim. Tabii ki bloğa yazmadan tadına baktım, geçer notu verdince buradan da paylaşayım dedim.

Suçu gene kışa, soğuklara, erken biten günlerin yarattığı iç sıkıntısına filan bağlamayacağım. Sanırım sadece tadını özlemiştim kabak tatlısının. Canım annemin en güzel yaptığı tatlıdır Kabak Tatlısı. Bazıları kabağın da tatlısı mı olurmuş filan diye burun kıvırsa da, bence çok özel bir lezzettir. Ayrıca; bana çocukluğumu, evimizde ailecek ya da dostlarla paylaşılan sofraları hatırlatır hep. Özellikle balık sofralarının vazgeçilmezi olmuştur bizim evimizde kabak tatlısı. 

Daha önce de söylediğim gibi, soğuk kış günleri benim içimdeki arsızı ortaya çıkarıyor. Normal zamanda öyle tatlıyla fazla işim olmazken şu günlerde, resmen canım istiyor. Üstelik üşenmiyorum, en pratiğinden yapıveriyorum. Sonra da oturup, kilo aldım filan demiyor muyum??? Kendime hayret ediyorum... Aslında kabak bir sebze olduğuna göre, bu da bir sebze yemeği sayılabilir... Aynen kakao, çikolata hesabı. Kilo aldırmayan tatlı diyebiliriz sonuçta. 


KABAK TATLISI

Malzemeler:
1 kilo temizlenmiş balkabağı
2,5 bardak toz şeker
3-4 adet karanfil
1/2 fincan su

Yapılışı:
Kabakları yıkayıp, porsiyonluk parçalara bölüyoruz. Geniş bir çelik tencereye sıralıyoruz. Üzerlerine toz şekeri serpiyoruz. Suyu ve karanfilleri de ekleyip, orta ısıdaki ocak üzerinde baklabakları yumuşayana kadar pişiriyoruz. 


Daha sonra fırını 180 dereceye ayarlıyoruz. Kabakları bir borcama aktarıp kalan şerbeti üzerine döküyoruz ve fırına veriyoruz. Üzeri hafif kızarınca fırından alıyoruz.

Servis yaparken üzerini bolca ceviz kırığı ile süsleyip,  servis ediyoruz. Daha da lezzet katmak için kaymakla da servis yapabilirsiniz... (O zaman alınan ekstra kalorileri de düşünmüyoruz!)

Bir akşam önceden şekerle bekletmeden bu şekilde pişirince, suyunu tamamen çekiyor. Adeta bir helva gibi yumuşacık oluyor. Kısa zamanda hazır olan çok lezzetli bir tatlınız oluyor... Ve tabii afiyetle yeniyor!

Sevgiyle...


SOĞUK KIŞ GÜNLERİ VE TATLI KRİZLERİ

Geçen haftasonu kızımın yaptığı Nutella Browni'nin fotoğrafını isntagrama yükleyince, herkes tarif istedi. Anlaşılan havaların soğuması ve günlerin kısalması ile içinde bastırılamaz bir tatlı isteği barındıran sadece ben değilmişim. 
Yalnız olmadığını hissetmek iyi bir şey olsa da, soğuk ve karanlık günlerde kendini tatlılara gömmenin bir kaç ay sonra yaşatacağı pişmanlığı unutmamak lazım tabii... Günler çok çabuk geçiyor, bir bakmışsın yaz yaklaşmış ve dün yediğin hurmalar yazın seni tırmalar hesabı, kilo verme derdine düşmemek için dikkatli olmakta fayda var.
Ha bir de tarifte geçen Nutella lafı sanırım önemli bir etken. Tarifin cazibesini katladı resmen. Bana göre lezzetini anlatmaya kelimelerim yetmez, ne de olsa kızımın elinden çıktı. Özellikle akşamüstü iş dönüşü kahvemin yanında yediğim minik bir parça bile mutluluk hormonumu tavan yaptırıp, günün tüm yorgunluğunu sıkıntısını silip süpürmeye bire bir.
Defne brownisini inanılmaz kolay yaptı, tarifi yabancı bir internet sitesinden bulup uygulamış. Sadece 3 malzeme ile yapılan, tadı kadar kokusu da inanılmaz bir lezzet. Denemenizi şiddetle öneririm. Hem pratik, hem çok başarılı. Bu kadar reklam yeter sanırım😋.


NUTELLA BROWNİ

Malzemeler:
3 yumurta
1/2 bardak kabuksuz çiğ badem
1,5 bardak nutella
1 fıske tuz

Yapılışı:
3 tane yumurtayı içine bir fiske tuz ekleyerek, mikser ile iyice kabarana kadar çırpın. 1,5 bardak nutellayı çukur bir tabağa koyup, mikrodalga fırında yaklaşık 1,5 dakika ısıtın. Bunu yaparken her 20 saniyede bir durdurup karıştırmak gerekiyor. Bademleri un haline gelene kadar rondodan geçirin. 
Daha sonra yumurtaların içine önce nutellayı sonra da badem ununu ekleyerek iyice çırpın.
Kare küçük bir borcamın içine yağlı kağıt kesip koyun. Malzemeyi borcama dökün. 180 derece fırında üzeri iyice kabuklanana kadar yaklaşık 25 dakika pişirin. 
Unutmayın içi ıslak bir browni bu. Fırından çıkarınca biraz ılınmasını bekleyip, üzerine pudra şekeri eleyebilirsiniz. 
Hadi akşamüstü beş çayına yetiştirin bence.

Sevgiyle...

9 Aralık 2015 Çarşamba

KABAK MÜCVER

Mücver sever misiniz?
Ben bayılırım, yaz kış sofralarımda sık sık yer vermeye çalışırım.
Evet, kızartma olduğunu farkındayım ama iyi yapıldığında hafif olduğunu bile iddia edebilirim. Hem çok basit, hem de çocukların bile severek, itirazsız yediği bir sebze yemeğidir aslında.

Sadece aile soframıza değil, misafir ağırlarken de menüme mutlaka eklediğim bir çeşittir mücver. İzmir'li olmam dolayısıyla da; dostlarım benim soframda mücver gibi özellikle egenin havasını çağrıştıran yemekler olmasına alışkınlar zaten.

İyi bir mücver yapmak için yumurta ile un kıvamını doğru tutturabilmek çok önemlidir. Unu fazla kaçmış bir mücver poğaça gibi hamur ağırlıklı olur ki; bunun olmasını tercih etmeyiz.

Mutlaka daha önce kullanılmamış, yeni yağda kızartılmalıdır ki; başka bir yemeğin kokusu mücverimizin kokusunu bozmasın.

Yağımız önceden iyi kızmış olmalıdır ki; mücverler yağ çekmesin.

Ben tercihen zeytinyağ kullanıyorum. Yağı kızdırdıktan sonra ocağın ısısını orta dereceye getiriyorum ki; yağım yanmasın. (Yağ kullanımı konusunda kendinize güvenmiyorsanız, ayçiçek yağı kullanmanızı öneririm, çünkü yanık yağ hem kansorejen olur, hem de yemeğin lezzetini bozar.)

Ben mücveri yaparken elimi hep bol tutarım, çünkü biz ailecek çok sevdiğimizden birkaç gün üst üste yiyebiliriz.

Kabak Mücver

Malzemeler:
1 kilo kabak
1 iri kuru soğan
1-2 adet havuç
yarım demet maydanoz
yarım demet nane
yarım demet dereotu
un
2 yumurta
tuz, karabiber, kırmızıbiber

Yapılışı:
Kabakları temizleyip rendenin iri tarafıyla bir süzgecin içine rendeliyoruz. Bir süre süzgecin içinde bekletip, suyunu iyice sıkarak bir karıştırma kabına alıyoruz. İçine büyüklüğüne göre bir veya iki havucu rendeleyerek ekliyoruz. Soğanı da rendeleyerek ekledikten sonra yeşillikleri ince ince doğrayarak iyice karıştırıyoruz. İki yumurtayı sebze karışımına karıştırarak yediriyoruz. Daha sonra içine yavaş yavaş un ekleyerek kıvam veriyoruz.  Kabaklar her durumda sulanacağı için, unumuzun kıvamı karışım kaşıktan homojen bir şekilde dökülecek hale geldiğinde tutmuş demektir. Baharatlarımızı da arzu ettiğimiz kadar ekliyoruz. Pişirmeden mutlaka az da olsa tadına bakmakta fayda var, çünkü tuzu düşündüğümüzden daha fazla miktarda kaldırıyor.


Bu arada zeytinyağı geniş bir tavada iyice ısıtıyoruz. Yağın altını orta dereceye getirip, kaşıkla karışımımızdan istediğimiz büyüklükte parçalar dökerek ve sürekli başında bekleyerek her iki yüzünü de eşit miktarda pişiriyoruz.


Mücveri ılık servis etmek bana göre her zaman daha makbul. Bu nedenle ilk günkü serviste bitmeyenleri ben kısa bir süre ya yağsız tavada ya da mikrodalga fırında hafifçe ısıtıyorum. Böylece tazelemiş oluyorum.

Sofranıza egenin tazeliğini ve hafifliğini katmak isterseniz mutlaka deneyin derim. Afiyetle...

25 Kasım 2015 Çarşamba

MUTLULUĞU TARİF ET DESELER... Pastırmalı Ispanaklı Kiş mi derim :-)

Herkesin "mutluluk"a dair kendi tanımı ayrıdır.
Kimi sağlık der, kimi aile, kimi para, kimi başarı...
Hayattan beklentilerimizle orantılı bir şey mutlu olmak.
Aslında gerçek mutluluk sanırım "mutlu olmayı başarabilmek"...
Sahip olduklarına şükretmek, yetinmeyi, kabullenmeyi bilmek...
Hepimizin arzuları, hedefleri ve hırsları var tabii ki... İnsanoğlu hep sahip olduğundan biraz daha fazlasına öykünmez mi çoğu zaman?
Ama bana göre mutluluk; bu arzuları kontrol edebilmek, elinde olanın kıymetini bilmek, sahip olduğuna şükretmek demek.

Sağlıklı isen, ailenle huzurluysan, keyifli bir yaşam sürecek kadar paran varsa, sana değer veren sevdiğin arkadaşlara sahipsen, hayatını güzel yaşamanı engellemeyecek hedeflerin varsa "mutlusun" aslında.

Kendi adıma diyorum ki;
Çok şükür ki, sağlığım yerinde.
Çok şükür ki, ailem yanımda ve arkamda.
Çok şükür ki, sevdiğim ve beni seven dostlarım var.
Çok şükür ki, boğazımdan bir lokma haram geçmedi.
Çok şükür ki, hayattan keyif alabilmeyi beceriyorum.
Çok şükür ki, "MUTLUYUM!"...

Benim mutlu olmak için motivasyon araçlarımdan biri de yemek ve yedirmek.
Organizasyonlar yapmak, günler öncesinden menüler düşünmek, hazırlamak, sofralar kurup sunmak, dostlarla paylaşmak gerçek bir mutluluk değilse nedir? Hele bir de beğenilirse yaptıklarım, takdir edilirse değmeyin keyfime!

Gene böyle keyifli bir dost meclisi kurduk hafta sonu. Uzun zamandır görüşemediğimiz arkadaşlarımızla bir araya geldik.


 
Soframız bereketliydi. Fotoğrafları gecenin başında çektiğim için devamı burada görünmüyor maalesef. Gecenin en beğenilen lezzetlerinden biri Pastırmalı Kiş oldu.

Pastırmalı Ispanaklı Kiş

Tabanı:
200gr.un
1 yumurta
150 gr.margarin (Oda ısısında)
bir çimdik tuz
3-4 kaşık buzlu soğuk su

Elenmiş unu ve diğer tüm malzemeyi iyice yoğuruyoruz.
Soğuk suyu en son eklersek soğukluğu muhafaza ederek hamurun daha kıyır kıyır olmasını sağlayabiliriz. Yoğurduğumuz hamuru top yapıp stretch filme sarıp, buzdolabında dinlenmeye bırakıyoruz.

Üst Malzemesi:
2 bağ ıspanak
1 adet soğan
yaklaşık 8-9 dilim pastırma
10-12 adet mantar
2 yumurta
1 paket krema
250 gr kaşar peyniri
tuz, karabiber, bol kekik

Ispanağı iyice yıkayıp, kurumasını bekledikten sonra ince ince kıyıyoruz. Soğanı yemeklik doğrayıp tavada biraz zeytinyağı ile çevirip sarartıyoruz. İçine ıspanağı ilave ediyoruz. Ispanakların rengi dönüp saldıkları suyu çekene kadar döndürüyoruz. Sonra içine irili ufaklı kestiğimiz pastırmayı ilave edip pişiriyoruz. En son dilimlediğimiz mantarları ekliyoruz ve suyunu çekince baharatlarını ilave edip, tatlandırıyoruz.

Buzdolabından çıkardığımız hamuru 30 cmlik bir borcama elimizle kenarlarını da kaplayacak şekilde yerleştiriyoruz. Üzerine pişirdiğimiz ıspanaklı malzemeyi yayıyoruz. Bu malzemenin üzerine bir kapta 2 yumurta ile iyice çırptığımız kremayı döküyoruz.

En üste de rendelediğimiz kaşar peynirini tüm kişin üzerini kaplayacak şekilde bol bol serpiştiriyoruz.

200 derece önceden ısıtılmış fırında, orta kata yerleştirdiğimiz kişimizin üzeri tamamen kızarıncaya kadar pişirip, fırından alıyoruz.
Biraz soğuyunca dilimleyip servis ediyoruz.

Afiyet olsun. Ağzımızın tadı hiç eksilmesin.

Sevgiyle...


3 Ekim 2015 Cumartesi

KOLAY KAHVALTILIK PANKEK TARİFİ

Benim için kahvaltı günün en olmazsa olmaz öğünüdür. Hem evde, hem dışarıda kahvaltı etmeyi çok severim.
Sanırım çocukluğumdan kalma bir durum. Çocukluğum, genç kızlığım annemlerin en gezgin, en coşkulu zamanlarına denk geldi. İzmir o zamanlar sosyal hayatı, gece hayatı çok hareketli bir yerdi. Dernek toplantıları, yemek davetleri, arkadaş toplantıları..., haftanın bir çok gecesi annemler dışarıda olurdu. O nedenle; haftasonu kahvaltılarını, yani ailemin bir araya gelip, kocaman kalabalık ve bol çeşitli kahvaltılıklarla kurulmuş sofralar etrafında toplanmalarını özlemle beklerdim. 
Rahmetli babam, mutfağa inanılmaz düşkün bir insandı. Bazı sabahlar erkenden kalkıp puf börekleri, pişiler yapar, omletler, menemenler hazırlardı. Eli inanılmaz lezzetli ve becerikliydi. Sabah mis gibi börek kokularıyla uyanmak öyle özeldi ki, hala hatırladıkça sanki aynı kokular burnuma gelir. Evin küçüğü olarak en özel muameleyi tabii ki ben görürdüm. Özlemle beklediğim kahvaltılar beklediğime değer, beni sonsuz tatmin eder, mutluluk verirdi... Soframızdan kahkaha, sohbet eksik olmaz, ailenin ne demek olduğunu birkez daha farkına varırdım.

Ben hala kahvaltıya çok düşkün olsam da, evde benden başka kahvaltı meraklısı pek yok. Yoğun iş ve okul hayatı içinde uyku her zaman birinci tercih oluyor. Gene de elimden geldiğince farklı lezzetlerle kahvaltı sofraları hazırlamayı seviyorum. Mesela bu sabah kızıma çok kolay bir pankek hazırladım.


Sabah çok erken kalktığım için kızım uyanana kadar bol bol vaktim oluyor. En önce Dr.Oetker'in vanilya parçalı sosunu hazırladım. Pankek ile harika oluyor. Bu tavsiyeyi bir pankek ustası arkadaşımdan aldım bu yaz. Filiz'cim bu konuda uzman, onun pankekleri üzerine tanımıyorum. 

Vanilya parçalı sosu hazırlarken, ben paketin yarısını yapıyorum, yani 250 gr.sütle hazırlıyorum. Paket üzerindeki tarife göre pişirip, dolapta soğumaya bırakıyorum. 

Kızımın uyanmasına yakın Pankek Hamurumu hazırlıyorum.
2 yumurta
1 bardak süt
2,5 bardak un
2 tepeleme yemek kaşığı toz şeker
1 çimdik tuz
1paket kabartma tozu
1 paket vanilya
2 yemek kaşığı sıvıyağ

Tüm malzemeyi hiç pütür kalmayana dek çırpıyorum. 15 dakika kadar dinlendiriyorum. Sonra ocağın altını kısık açıp, krep tavamı ısıtıyorum. Küçük bir kepçe ile hamurdan azar azar yuvarlak şekilde krep tavasına döküyorum. Pankeklerin üzeri göz göz olunca çevirip, arkasını da pişiriyorum. Bu tarifle yaklaşık 20 minik pankekiniz oluyor.  Hamurda yağ olduğu için tavayı ayrıca yağlamanıza gerek kalmıyor.

Ben bu sabah dolaptan çıkardığım vanilya parçalı sos, kayısı marmelatı ve nutella ile servis ettim. Kızım bayıldı. Pankekleri pişirirken mutfağımı kaplayan koku ise tarifsizdi...

Mutfağımızdan güzel kokular hiç eksik olmasın ve huzurlu sofralarımızın bereketi daim olsun...

Sevgiyle...

1 Ekim 2015 Perşembe

-MELİ, -MALI DURUMLARI

-meli, -malı ekleri güzel Türkçemizde kullanılan gereklilik kipleridir.
Olması ya da yapılması gereken veya gerekmeyen durumları ifade eder.

Bu sabah işe gelirken, yolda dinlediğim haber programında sürekli olarak kullanılınca dikkatimi çekti. Bir nevi, "Gereklilik Kipi" ile yaşar olmuşuz.

Ne diyordu spiker; "demokratik ortamın devamı sağlanmalı, basın özgür olmalı, politika dili pozitif kullanılmalı, politikacılar birleştirici ve tutarlı olmalı, insanlar birbirine karşı sabırlı ve olumlu yaklaşmalı, eğitim güvenliği sağlanmalı, terör bitirilmeli, yargı bağımsız olmalı ve işlerlik kazanmalı  ....vs. Ardı arkası kesilmeyen tavsiyeler, beklentiler, uyarılar.

Ne garip bir demokrasi ülkesiyiz, değil mi? Yani, hala öyleysek diye söylüyorum! Standart bir demokraside yaşanması gerekenleri hepimiz farkındayız ve biliyoruz. Hatta, bazılarına daha önceden çok daha sahip hissediyorduk kendimizi. Oysa son dönemlerde aksayan, topal kalan bir düzenin sorgulaması ya da beklentisi içindeyiz sürekli. Hep bir öyle olmalı, böyle yapılmalı, durumu. İyi de; kim işletecek demokrasiyi? Ben mi, köydeki muhtar emmi mi? Kim...?

Eskiden de bu ülkede fırsat eşitsizlikleri, gelir dengesizlikleri yaşanırdı; ama bu kadar büyük farklılıklar olmadığından mı nedir, bu kadar rahatsız değildi insanlar. Şimdi bir kendi kanununu uygulama, kendi hesabını görme durumu yaşanır oldu memlekette. Herkes kovboy, herkes şerif sanki. Herkesin bir tabancası, silahı var zaten. Olmayan da, evdeki ekmek bıçağını bileyletiyor . Karısını kesen, kızını asan, kocasını vuran, alacaklısını doğrayan... Farkında mısınız, havaalanlarında "silah teslim noktası" tabelasının puntosu sürekli daha da büyük hale getiriliyor ve tabelalar artık daha ortalık yere konuyor ki, kimseyi atlamasınlar. Oysa, kanunlar herkes için eşit uygulanmalı, kimse kendi kendisinin hakimi, savcısı olmamalı, değil mi? Oldu, kanunları uygulanır yapalım, gerekirse yeni Anayasa yapalım da, kim yapacak? Ben mi, yan dairedeki komşu teyze mi? Kim..?

Her şeye alışan, çabucak unutuveren bir toplum yaratıldı özenle. Koca koca insanlar, bir gece önceki yarışmanın sonucu, ya da dizideki sürpriz gelişmenin üzerinde konuşup duruyorlar sürekli. Oysa aynı gece can veren şehidin kanının kokusu bile kurumamış daha toprakta. Terör durmalı... Tamam durduralım da, kim durduracak? Ben mi, köşedeki bakkal mı? Kim...?

meli malı eki ile ilgili görsel sonucuBu ülkede halen kullanılmakta olan nefret söylemi, ayrıştırıcı ifadeler, her alandaki fırsat eşitsizlikleri, güvensizlik ortamı, çıkar ilişkileri, yandaşlık, kanun tanımamazlık, yaşanılan terör sorunu bitmedikçe, hiç kimseye rahat yüzü yok. Bugün ellerini sıvazlayıp, bıyık altından güvenler yarın sıranın kendilerine gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirler? Nasıl keyifli aile sofraları kurulabilir bu ülkede şu saatten sonra? Nasıl huzurlu bayram kutlamaları yapılır ilerde?

Bu gidişle daha çok duyarız biz bu gereklilik kipiyle biten tavsiyeleri, dilekleri....

Aklımıza mukayyet olalım. Biraz kafamız çalışıyorsa, atacağımız adımlara dikkat edelim.

Sevgiyle...

27 Ağustos 2015 Perşembe

BEKLE, TAŞI, GETİR, GÖTÜR, ...vs.

Önümüzdeki iki yıllık sürecin nasıl geçeceğini aşağı yukarı anlamaya başladım.

Bahsettiğim süreç tabii ki, üniversite öncesi hazırlık süreci. Diğer bir deyişle lisenin son iki yılı.

İstanbul gibi büyük şehirlerde iş biraz daha zor.

Malum artık büyük dersaneler yok, ancak butik dersaneler, danışmanlık ofisleri, kurslar, özel hocalar... derken aslında sektör aynen devam ediyor.

Henüz okullar açılmamış olmasına rağmen yaşayacağımız süreç kendini belli etmeye başladı. Öngörümle (fena öngörü sahibiyimdir) size biraz bu süreçten bahsedeyim istedim. Yani sonra; ben bilmiyordum, haberim yoktu, bilsem kalkışmazdım filan demeyin diye...

Kısaca özetlersek; bekle, taşı, getir, götür, bağır, çağır, dinle, anla, kabullen!

anne baba ergen ile ilgili görsel sonucu

Ortada bir ergen. Dünya yansa umuru değil. Nasıl özgüvenli, nasıl bilmiş... Hayatı yalamış yutmuş, bizi beğenmiyor. Kararını vermiş, iş bitmiş.

Bir yanda anne-baba. Stres içinde, ülkedeki gidişatın farkında, endişeli ve evladı için en iyiyi, en doğruyu bulmaya çalışıyor.

Diğer yanda kurs-özel hoca-danışman paketi. Nasıl korkutucu, nasıl paragöz. Anne-babanın geçirdiği sıkıntılı dönemin farkına varıp, bir güzel bundan nemalanma peşinde. Korku cumhuriyetini kurmuş, endişeleri parlatmış, anneyi babayı kacağına oturtmuş, bekliyor.

Süreç uzun. İki yıl, dile kolay. Bu süreci en sağlam şekilde atlatabilmek önemli. Maddi kısmı bir yana koyarsak (ki aslında işin maddi boyutu hiç de bir kenara konacak gibi değil!) asıl manevi kısım zorlayıcı.

car office ile ilgili görsel sonucuİstanbul gibi bir şehirde, mesafeler de göz önüne alındığında, anne ya da babadan birinin şoför olarak çocuğun getir götür işlerini üzerine alması bir mecburiyet. Bir de gene uzaklıklar yüzünden çocuğu götürdüğünüz yerde beklemek gerekiyor ki, bu da ömür törpüsü. Çalışanlar için, "Home Office" gibi "Car Office" uygulaması, yani işlerin araba içinde bilumum akıllı telefon uygulamalarıyla yürütülmesi gereken dönemler,  hayatın gerçeği oluyor.

Tabii ki, getir-götür-taşı-bekle... gibi insanın kıymetli zamanlarına sekte vuran bu eylemler, en anlayışlı ve olgun insanlarda bile bazı sinir bozukluklarını da beraberinde getiriyor maalesef. İstanbul'un bir ucundan diğerine trafikte saatler geçirerek ve içten içe yaptığı fedakarlığı farkında olarak kendi kendini dolduran ebeveyn, ergenin en ufak vurdumduymazlığı karşısında sinir nöbetleri ve patlamaları yaşayarak; bağır-çağır eylemini de başarı ile gerçekleştirmeye müsait hale geliyor. Tabii ergen geri durur mu, o da anında kendi mağduriyetini patlatarak, zeytinyağ gibi üste çıkıverme becerisini sergiliyor.

Burada bir sonraki eylem dizimi olan, dinle, anla, kabullen üçlemesi devreye giriyor.
Ebeveyn kendi sinirinden sıyrılarak ve hafifçe bir silkelenerek, çocuğunun bu gergin süreci en hasarsız şekilde atlatması için, olabildiğince onu dinlemeye, anlamaya ve maalesef bu süreçte sesinin çıkmaması gerekenin kendisi olduğunu kabullenme gerçeği ile yüz yüze geliyor.

İşte biz ve bizim gibi pek çok aileyi bekleyen iki yıllık süreç böyle bir süreç. Bu süreçte, her türlü destek, anlayış, sabır, sevgi, hoşgörü ihtiyacımız baki. Kimse kimseye hatır gönül koymasın. Benden söylemesi!!!

Sevgiyle...



13 Ağustos 2015 Perşembe

UYUM YARATMAYA ÇALIŞMAK

Enteresan meraklarım vardır benim.

Eczane raflarına bakmayı severim mesela. Arada sırada uğramayı severim. Raflara göz gezdirmek, yeni çıkan bir baş ağrısı ilacı filan varsa özelliklerini öğrenmek hoşuma gider. Ya da yeni bir vitamin görünce heyecanlanabilirim. İllaki alıp, kullanmam gerekmez ama görmeyi, incelemeyi severim. Eczacı olabilir mişim aslında galiba...

Bir diğer merakım da Kitapçılardır. Her boy kırtasiye, ya da kitapçıda zaman geçirmek hoşuma gider. Eski usul, küçük mahalle kitapçıları daha özeldir. İçerisi hafif küf ya da toz gibi bir şey  kokar. Onca kitabın raflarda uzun zaman kalması mıdır nedir, artık sebep?  O koku beni mest eder. Kitapçılarla konuşmak, sohbet etmek de ayrı bir zevktir. Öyle güzel anlatırlar ki, her bir kitabı; hepsini mi okudular acep diye düşünür insan.
Ayvalık'ta da mesela iki- üç yıl öncesine kadar, Süner pasajının içinde harika bir küçük kitapçı vardı. Rahmetli Ayvalık'lı yazar Ahmet Yorulmaz'ın ailesine aitti. Her gittiğimizde uğrar, sohbet ederdik. Kızıma mutlaka farklı kitaplar alırdık. Öyle güzel tanıtırlardı ki kitapları, her birini almak okumak isterdi insan. Maalesef kapandı. Ahmet Bey'in ölümü de etkiledi belki bilemiyorum. Sanırım insanlar artık tatile gelirken kitaplarını büyük şehirdeki büyük kitapçılardan alıp getiriyorlar. Zaten okuma alışkanlığımız da o kadar oluşmamış ki... 

Hep hayalimdeki işlerden biridir, minik bir "coffee house" ve içinde kitap rafları. Hem orada kahveni içerken okuma, hem de satın alma için. Maalesef iş yapmayacak bir yatırım olur, belki uzun süre yaşamaz bile... Ama emeklilikte neden olmasın?

Neyse ya, başka şeyden bahsedecektim. Konuyu dağıtmayayım.

İstanbul'da artık çok fazla küçük kitapçı bulmak mümkün değil. Ben de fırsat buldukça, D&R ya da Remzi Kitabevi gibi kitapçılara giderim. Bahar aylarında ilk olarak raflarda gözüme çarpan boyama kitaplarından bahsetmek istedim aslında. Girizgah biraz uzun oldu ya neyse...

Farklı temaların işlendiği boyama kitapları raflarda fazlaca gözüme çarpmaya başlayınca, Ayvalık tatili öncesi almayı planladığım romanlara ilaveten, yanıma bu kitaplardan da bir tane almaya karar verdim. Hangisini seçeceğime çok kolay karar veremedim. Öyle çok çeşit vardı ki. Gittim, geldim, inceledim... Sonunda aslında en basit temalılardan birini seçtim kendime (çünkü yapmaktan keyif alıp almayacağımı bilemedim) ve kızımdan da okuldan kalan kuru boya takımlarından birini yanımıza almasını istedim. Tatil biraz uzun olunca ve ben akşamları, kızımın eve dönüşünü beklemek için geç saatlere kadar uyanık kalmaya başlayınca, bu kitap gerçek bir kurtarıcı oldu. Hem zamanın nasıl geçtiğini anlamadım, hem de kafamı boşalttım. Tam bir terapi faaliyeti. Bazı geceler, ellerim ağrıyana kadar boyama yaptım ve çok keyif aldım. Sonra yaptığım boyamaların fotoğraflarını çekip, gururla eşime yolladım. Eşim yaptıklarımı beğenince, çocuk gibi mutlu oldum...


Mutlu olmayı becerebilmek, aslında ne önemli bir meziyet. Ben bazen biraz olumsuz bakabiliyorum olaylara. Fazla düşündüğüm ve kurduğum için  olumsuzu biraz daha fazla görebiliyorum. Eşim ve kızım ara sıra benimle kafa buluyorlar, "Baltalı İlah" diye. Mizah dergilerinden birinde böyle bir karakter var, her olayı olumsuz yönden görüp, insanların hevesini kırıyor; işte beni arada ona benzetiyorlarmış. Hoşuma gitmiyor ama; hayata fazlasıyla dürüst bakmak, Polyanna olamamak gibi bir tarafım var gerçekten. Üstelik bunu da açıklıkla ifade etmek... Karşımdaki için çok hoş olmasa gerek.

Ama bu kitap sayesinde renklerle ve motiflerle uğraşırken bayağı bir yumuşadığımı hissettim. Hatta helva kıvamına geldim diyebilirim. Meditasyon gibi... Yaşadığın andan keyif almak, anı yaşamak... Minik bir motifi tamamlayınca mutlu hissetmek... Basit ama önemli... Uyumu yaratmaya çalışmak...Denge kurmayı amaçlamak... Ufacık bir faaliyete, bu kadar çok şey sığdırmak... Gerçekten güzel!

Boş iş olarak görmemenizi ve denemenizi tavsiye ederim.

Sevgiyle...

12 Ağustos 2015 Çarşamba

ACINASI EĞİTİM SİSTEMİ VE KAYIP ÇOCUKLAR

Evlatlarımız çocukluktan çıkıp, gerçek dünya ile karşılaşmak için hazırlanmaya başladıkça hayat zorlaşıyor. Hem ailelerin, hem de çocukların yaşamları değişiyor.
 
Bu yıl, arkadaşlarımın Teog belasına bir yıl boyunca nasıl perişan olduklarına şahit oldum. 13-14 yaş çocuklarının, koca bir yıl boyunca yaşadıkları stres ve ailelerin sürdürdüğü kamp hayatı... Bizim daha önce yaşamadığımız bir dönem olduğundan, çocukların ve ailelerin kararlılığını ve çabasını hayranlıkla seyrettim.

mezuniyet ile ilgili görsel sonucu
Bu yıl 11. sınıf olan kızımın yaşayacakları ve olması gerekenler ile ilgili bana biraz fikir verdi bu gördüklerim. Bu arada, bu yıl yaşanan dershane karmaşası kafamızı allak bullak etti. Tam okulumuz her şeyi halletti, hafta sonu kursuna kaydolduk filan derken; Anayasa Mahkemesinin iptal kararı işi bulandırdı. 16 yaşındaki kızım da doğal olarak  tüm bu süreci farkında ve endişeleri her geçen gün artarak büyümekte.

Bizim Üniversite hazırlık için önümüzde aslında daha iki yılımız var. Bununla beraber düne kadar yurt içinde okuma kararı vermiş olan kızım, dün aniden ben aslında hep yurt dışında okumak istiyordum deyince altüst olan planlarımız var. Bu karar değişikliğinin hem biraz arkadaş etkisi altında kalmasından, hem de yurt içinde gireceği sınavda istediği üniversiteye girişte sorun yaşayabileceğini düşündüğünden kaynaklı olduğunu sanıyorum. Bir günlük bir sınavın hayatını yönlendirecek olmasından endişeli. Daha önce liseye geçişte sbs'ye girme zorunluluğunun olmamış olması ve böyle bir sınav hazırlık süreci, ya da tecrübesi yaşamamış olması onun endişelerini katlıyor.

Ben de kızıma bu konuda içten içe hak veriyorum. Her gün değişen uygulamalar, yaşanan tutarsızlıklar, sınavlar ile ilgili konuşulan şaibeler, bu yıl açılan temel lise uygulamasının yaratacağı haksız rekabet, politikanın eğitime fazlasıyla bulaşmış olması....

Tüm bu olumsuzluklar içinde, ergenliğin doruklarında bir gencin oradan oraya şaşkınlıkla savrulması.

Kızımın yurt dışında okuma kararının sonuçları ne olur, bu yolda devam mı eder; yoksa tekrar eski kararına mı döner bilinmez. Kafası şu anda allak bullak. Sinirleri tepesinde, saçmalayıp duruyor. Şu anda derslerden ve okuldan tamamen kopmuş durumda. Pek çok çocuğun da bu kararsızlığı yaşıyor olduğunu farkındayım. Ancak, bu çocukların 13-14 yaşlarından itibaren yaşadıkları bu stres ve yarış ortamı, onların ileriki hayatına nasıl yansıyacak, psikolojileri nasıl etkilenecek, işte bunu zaman gösterecek. Bu kadar zorlu yarışlar sonrasında kazanılan üniversitelerde okuyan çocukların gerçek dünyaya dönmeleri sanırım oldukça zorlu olacak. Çünkü, bu çocukların çoğu sadece ders odaklı yaşayan, sosyal hayata karışamayan, buna zaman bulamayan çocuklar. Hele şimdi, bu yarış daha da kızışacak. Dün bir arkadaşım lise sonda okuyan çocuklarının okulunda, lise son sınıfların ayrı bir kata yerleştirildiği, teneffüs haklarının olmayacağı, sınıftan sadece öğlen yemeği için çıkabileceklerinin açıklandığını anlattı. Olaya bakar mısınız? Nasıl olacak, çocuklar herhalde sınıfın penceresinden sırayla hava alacaklar... Akvaryum balığı misali!

Bizler de vakti zamanında sınavlara girdik. Kolej, üniversite yerleştirme... Ama, bizim dönemimizde herşey daha açık, daha netti. Sınav sonuçları ertesi gün gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanır, puanlar yaklaşık da olsa hesaplanır, sonuçlar az biraz tahmin edilebilirdi. Şu anda maalesef böyle değil. Gizlilik şaibe yaratıyor. Bu da endişeleri arttırıyor.

Okulların açılmasına çok az bir zaman kalmışken, kızımın kararını bir an önce vermesi, durumunun bir an önce netleşmesi gerekiyor. Hangi yönü seçerse seçsin, daha önünde çook uzun ve karmaşık bir yol var.

Allah yardımcımız olsun! Bizim gibi kararsızlık yaşayan tüm ergen ailelerine sabır ve kolaylıklar diliyorum...

Sevgiyle....


21 Temmuz 2015 Salı

BAYRAM MI DEDİNİZ???

O kadar kızgınım ki...
O kadar öfke doluyum ki...
Göğsümde bir taş, bir yumru kalbimi eziyor...
Canım acıyor...
Dün öğleden sonradan beri içim içimi yiyor...
Tatildi, Bayramdı derken, dünyayla ilişkim sadece gazete başlıklarıyla sınırlıyken...
Dünden beri gene ekran başında kilitlenip kaldım.
Haberlerde izlediğim görüntüler, sosyal medyadaki paylaşımlar bakmaya dayanılacak gibi değil.
Gencecik çocuklar, öğrenciler, sosyal bilince sahip gençler, onlara destek veren analar, babalar, duyarlı insanlar. Tam 31 CAN! Şimdilik 31... Hastanelerde yatan yüzlerce yaralı. Kimi çok ağır durumda gencecik bedenler. Ateşin düştüğü aileler, ağlayan analar, babalar, eşler...
Ekranlara çıkıp, taziyelerini belirten basiretsiz politikacılar.
Aylarca öncesinden beri yapılan uyarılara kulak tıkayan, Işid denen belanın güçlenmesine, beslenmesine, sırf çıkarları için destek olan, göz yuman yöneticiler...
Sosyal medyada hayatını kaybeden canlarla ilgili paylaşımların altına yapılan inanması güç, acımasız, ruhsuz, hissiz, acımasız yorumlar...
Kim bu insanlar?
Bu garip yorumları nasıl yapabiliyorlar?
İçlerinde hiç mi vicdan yok?
Din adına yaptıkları bu acımasız yorumların, aslında İslam dinine tamamen aykırı olduğunu anlayamayacak kadar kör mü olmuşlar?
Din adına dinsizleştiklerini farkında değiller mi?
Böyle bir katliamdan sonra bile "Siz - Biz" ayrımı yapabildiklerine göre, insanlıktan nasiplerini almamış, zavallı bile diyemeyeceğim beyinsiz yaratıklar bunlar...
Bir çok eve ateş düştü. Üstelik en önemli dini Bayramımızın ardından!
Ülkemiz Bayram yeriyken, bir anda can pazarına dönüştü.

adıyaman şehit ile ilgili görsel sonucuSadece Suruç'daki katliam değil, Adıyaman'da da bir can gitti. Bir çatışma ardından bir şehidimiz var.
Bir Asker ailesinin de ocağına ateş düştü. Fotoğraflarına bir bakın, aslan gibi bir genç toprağa girecek... O fotoğrafları görüp içi sızlamayan insan değildir zaten.

Sebep olan, göz yuman, algılayamayan herkesi Allah bildiği gibi yapsın!
Tüm kayıplarımıza Allah'tan rahmet, ailelerine başsağlığı ve sabır diliyorum.

İçim acıyor, o kadar öfkeliyim ki......



29 Haziran 2015 Pazartesi

İZMİR'DEN TAM YAZLIK BİR TARİF:KABAK SIYIRMA

Havalar hala serin ve yağışlı. Haziran sonuna geldik ama daha yaz havasına giremedik. Gerçi herşeye rağmen pazarlardaki ve marketlerdeki sebze, meyve rafları çeşitlendi ve bollandı. Sebzelerin renkleri, hatta kokuları bile daha canlı artık. Hele domatesler, insanı baştan çıkaracak kadar muhteşem görünüp, kokmuyorlar mı?
Yaz aylarında yemek yapma keyfim daha fazla oluyor, çünkü yemek yaparken kokular ve renkler de beni çok etkiliyor. 
Bugün de çıtır çıtır yaz kabaklarını kullanarak zeytinyağlı çok hafif bir yemek yaptım. Tarifini en son İzmir'e gittiğimde bir arkadaşımdan aldım. Onun yaptığı Kabak Sıyırma inanılmaz hoşuma gitmişti. Ben de ilk denemeyi  bugün yaptım. O kadar lezzetli oldu ki, hemen paylaşmak istedim. Tam bir yaz lezzeti, Kabak Sıyırma!

Malzemeler:
7-8 adet kabak
1 adet soğan
3 diş sarmısak
1 avuç pirinç
Zeytinyağ
2 adet kesmeşeker
1 limonun suyu
Tuz
Üzerini süslemek için dereotu

Yapılışı:
Kabakları güzelce yıkadıktan sonra kabuklarını kabak soyacağı ile biraz alıyoruz. Her iki ucunu kestikten sonra sebze soyacağı ile çekirdek kısımlarına gelene kadar çevirerek dilim dilim sıyırıyoruz. Tüm kabaklar için aynı işlemi yapıyoruz. (Kalan çekirdekli kısımları daha sonra mücver yapmak için buzdolabına kaldırıyoruz) 


Kabakları bir kenarda bekletirken, soğanı yarım halka şeklinde doğruyoruz. Bir miktar zeytinyağ koyduğumuz tencereye soğanı ekleyip, kavurmaya başlıyoruz. Ardından soğanın rengi dönmeden 4-5 parçaya böldüğümüz sarmısaklarımızı da ekleyip, pişirmeye devam ediyoruz. Sonrasında kabakları, yıkayıp süzdüğümüz pirinçleri, bir limonun suyunu, kesme şekerleri ve tuzu ekleyip, tencerenin kapağını kapatıp orta ateşte pişmeye bırakıyoruz. Kabaklar kendi suyunu salacağından ilk etapta ayrıca su eklemiyoruz, ama arada kontrol ederseniz iyi olur, susuz kalırsa yarım çay bardağı kadar su ilave edilebilir. Pirinçler iyice yumuşayana kadar pişiriyoruz. Sonra altını kapatıp tencerenin içinde ılınmaya bırakıyoruz. Yemeğimiz iyice ılındığında, üzerine ince doğradığımız dereotunu ilave ediyoruz.


Harika bir yaz yemeği oluyor. Hem lezzetli, hem de çok hafif ve sağlıklı. Umarım dener ve beğenirsiniz.

Sevgiyle...

23 Haziran 2015 Salı

ÇOK BASİT VE ÇOK LEZİZ... MENEMEN

Bir türlü gelemeyen yaza inat, biz ilk tatilimizi yapmak için Ayvalık'a kaçtık. Bir haftalık bir kaçamak için mayoları ve yazlıkları bavula doldurduk, Zeytin'i arabaya koyup ailecek kızıma karne hediyesi olarak Yazlığa geldik. Geldik gelmesine de, hava bir tuhaf. Haftasonu pırıl pırıl ve çok sıcak olsa da pazartesi akşamı itbariyle serinleyen ve bulutlanan hava, şiddetlenen rüzgar ile her an yağabilirim mesajları verirken, denize girmek de yürek istiyor.
Gene de Ayvalık'ın tertemiz havası ve sakinliği ile güzelce dinlenip bolca da gıda alıyoruz. Ramazan sakinliği Cunda'da ve Ayvalık'ta hissediliyor. Trafik çok rahat. Yoğun yaz günlerini ve Bayram zamanlarını bildiğimiz için, son yıllarda bizi Ayvalık'tan kaçırtan kalabalık henüz buraya dolmamış.


Bu tatilde Zeytin'in çılgınlıkları bizi çok eğlendiriyor. Buradaki evin bahçesi çok büyük ve üç setten oluşuyor. En alt sette meyve ağaçları ve minik bir bostanımız var. Zeytin sabah uyanınca normalde hemen kuru mamasını yerken, şimdi mama yemeği reddediyor, çünkü ilk iş alt bahçeye koşup, ağaçlardan meyve ve bostandan olmamış domatesleri yemeyi adet edindi. Sonra çılgınca orta bahçedeki 7-8 tane kaplumbağaya sardırıyor. Onlara havlayıp huzurlarını kaçırana kadar uğraşıyor. Hayvancıkların marullarını afiyetle yiyor. Çam ağaçlarından düşen kozalakları kemirip top gibi oynuyor. Sonunda da üst bahçeye gelip havuzdan suyunu içiyor. Doğal beslenme yapıyor anlayacağınız. Tabii ki, böyle bir beslenmeye alışık olmayan bünyesi anında tepki verdi.  Bağırsaklarını bozdu şaşkın. 

Ayvalık'a gelince İnsanın iştahı da açılıyor. Sabah kahvaltılarında, bütün kış sabırsızlıkla beklediğim mis kokulu ve etli Çanakkale domateslerini dilimleyip üzerine Ayvalık'ın tadına doyulmaz zeytinyağından gezdirip biraz da nane, kekik, tuz, kırmızıbiberle çeşnilendirince, inanın başka birşey olmasa da ben memnun kalırım.  Yanında biraz da Ayvalık tulumu, çilek reçeli filan da olursa değmeyin keyfime.

Ben azla yetinsem de ev ahalisi kahvaltıda mutlaka bir destek ister. Kim gün sucuk, kimi gün sosis, kimi gün yumurta ama tatildeki kahvaltı sofralarında en özlenen menemendir. Ben de güzel yaparım, üzerinize afiyet. Menemen deyip geçmeyin, güzel menemen için birkaç ipucu verebilirim size.

Üç kişi için ben irice bir soğanı yemeklik doğruyorum. Sonra iki üç adet sivri biberi çekirdeklerini temizleyip, ortadan ikiye ayırıp yarım halka şeklinde doğruyorum. İki iri Çanakkale domatesinin de kabuklarını soyup minik küp küp  kesiyorum. Sonra geniş bir tavaya iki üç kaşık zeytinyağ ve biraz tereyağ ekleyip tavayı ısıtıyorum. Önce soğanları ekleyip, bir süre yumuşasın diye pişirip renkleri dönmeden biberleri ekliyorum ve ikisini bir soğanların rengi hafif dönene kadar kavuruyorum. Daha sonra domatesleri ekleyip güzelce pişiriyorum. Bu aşamada biraz tuz ekliyorum. 
Ayrı bir kapta kişi sayısı kadar yumurtayı kırıp, iyice çırpıyorum. Pişen harcıma yumurtaları ekleyip ocağın başından hiç ayrılmadan kısık ateşte çevirerek pişiriyorum. Biz menemeni biraz sulu severiz, o nedenle yumurtaların fazla katılaşmasına izin vermeden hep karıştırıyorum. Tuz karabiberi de sonunda ekliyorum. Yumurtalar piştiğinde altını kapatıp, üzerine cheddar peyniri dilimleri ekliyorum ve servis etmeden önce biraz erimelerini bekliyorum. Mis gibi ekmek ve çay ile servis ediyorum.


             
       

Sadece kahvaltı için değil, Ramazan boyunca  sahur sofralarında da ideal bir tercih olabilir. Hem hafif, hem de çok doyurucu. 


Sevgiyle...

18 Haziran 2015 Perşembe

AYARLARIMLA OYNANDI

Bizim ülkemiz kadar dinamik, bizim milletimiz kadar şaşırtıcı bir millet daha var mıdır bilmiyorum. 3 yıl Almanya'da yaşadım hiç böyle hissetmedim.

Resmen ayarlarımla oynanıyormuş gibi hissediyorum. 1 ay kadar önce check-up için Amerikan Hastanesi'ne gittiğimde, sonuçları değerlendiren doktora sürekli isteksiz ve halsiz hissediyorum kendimi dedim. Gerçekten o ara içimden hiç bir şey yapmak gelmiyor, kolumu bile kaldıracak gücü kendimde bulamıyordum.
Doktor hafif bir tebessümle, "Haklısınız" dedi, "son günlerde gelen hastalarımızın tamamında aynı şikayetler var." Gündem malum, seçim atmosferi... Endişeler, karmaşa, ekranlardan yansıyan yüksek tondaki hakaretler, sokaklarda asılı pis, parti bayrağı kirliliği, bir de üzerine bahar alerjileri... Duyarlı insanların tamamı geleceği için, evlatları için endişelenince, toplu bir depresyon havası yaşanmış memlekette. Hatta son günlerde insanların psikolojik zayıflıkları bağışıklık sistemlerini çökertince gribal enfeksiyon, zatürre, zona vakaalarında artışlar yaşanmış. Çok şükür, bende o derece bir hasar olmadı. Ancak, yazı yazamadım. Elim tuşlara basmadı. Zihnimi toparlamam mümkün olmadı. Zaten bir konuda yazmaya niyetlendiğimde, daha ben yazıyı tamamlayamadan ülkenin gündemi değişti, yazmayı düşündüğüm konu demode oldu...

Şimdi seçimler geçti, halen bir belirsizlik ortamı devam etmekte. Politika çalkantılı, ülkenin dinamikleri sallantıda, ekonomi deseniz dalgalı deniz... Yani hala durulamadık, sakinleşemedik. Maalesef ben de duyarsız kalamıyorum, bazı dostlar gibi hiç TV ya da haber programı seyretmemeyi başaramıyorum. Tahammül edemediğim bir kişi dışında konuşulanları, gündemi merak ediyorum ve takip ediyorum. Ve endişeyle, birilerinin egolarından bir nebze de olsa kurtulup, geleceğimizin eskizlerini çizmelerini bekliyorum.

Neyse politika bizim işimiz değil.

Biz hayatla ilgili olmaya devam etmeliyiz. Kadehlerimizi hayatla doldurmalı ve mümkünse keyfini çıkarmalıyız. O kadar kısa ki, bu dünyadaki varlığımız. Bugün varız, yarın bir bakmışsın ki... Yine karamsara bağlayıverdim.

Geçen haftadan kısacık bir not paylaşayım sizinle.

Kimler tuvalete lavabo demeye başladı? Ve neden???
Tuvalet nerede diye sormak ne zaman ayıplanır ya da kaba bulunur oldu? Tuvalete gitmek, o alanda ifa ettiğin aktivitenin karşılığı değil mi? Sonrasında el yıkamak için lavabo kullanılmıyor mu? Yoksa artık tüm işler lavaboda mı hallediliyor? Iyyyykkk... Düşününce bile içim fena oldu. Ama, kabul etmek lazım ki, güzel Türkçe'mizde hiç bir değişim bu kadar kolay kabul görmedi herhalde. Tuvalet yerine lavabo ifadesini kullanmak her kesimde yerleşiverdi. Tabelalar bile değişti. "Lavabo... Büyük 1tl, küçük 50 krş..." Türk dil kurumundaki tanımda bile yerleşmiş. Üstelik de kelime Fransızcadan girmiş dilimize. Nasıl kibarız, nasıl inceyiz...

Fr. lavabo
a. (l ince okunur) 1. Üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya: “Lavabonun aynasında yorgun bir suratla kendini anlamaya çalışan bu adama bakıyorum.” -A. Ümit. 2. Ayakyolu, hela, yüznumara, tuvalet. 3. mec. Lokanta, gar vb. yerlerde bu düzenin bulunduğu yer.
 
Geçen gün Sapanca civarında gittiğimiz, Otobüs, kamyon ve yolcu konaklama tesisinde de tabela değişmişti. Altta yazan küçücük WC ifadesi işi biraz kurtarmış neyse ki... Yoksa maazallah, insan nereye ne yapacağını şaşırıverir. ;-) Tabeladaki ifadenin zarifliğini destekleyen orta cenahtaki iri, yapma çiçekler ise, mekana ayrı bir renk ve naiflik getirmiş. Kullanılan ışıklı harfler mekana bir önem ve değer katmış. Bu önem ve değer görsellerle desteklenmiş! Artık anlayana...
 
 
Herkesin günü, haftası, yazı çook güzel geçsin... Biz haftaya kısacık bir kaçamak yapacağız.
Demode kalmadan yazmak ve buluşmak en büyük arzum.
 
Sevgiyle....

28 Mayıs 2015 Perşembe

ÇİLEK REÇELİ ZAMANI

Bahar geldi ya, kış ne kadar sert geçmiş olsa da, tezgahlar renklendi, çeşitlendi. Meyve, sebze bollandı. Fiyatlar hala bayağı pahalı ama, insan baştan çıkıyor bu manzara karşısında. Sürekli bir şeyler yapasım var...

Pazarda, markette hatta seyyar tezgahlarında insanın başını döndüren misss çilek kokusu nedeniyle ne zamandır aklımda çilek reçeli yapmak vardı. Ama bir türlü istediğim, o minicik reçellik çileklerden bulamıyordum.

Dün evdeki yardımcım, köyünden gelen 2 kilo çileği getirince hah,dedim işte bu! Mis gibi kokulu, her biri neredeyse fındık büyüklüğünde ve nefis tatlı çilekler, Karadeniz Ereğlisi'nden gelmiş. Tam reçellik.


Çilekler biraz uzun yoldan geldiği için, evde daha fazla bekletmek istemedim. Hemen saplarını zedelemeden ayıkladım, güzelce yıkadım ve geniş bir kabın içinde kağıt havluların arasında kuruttum. 

İki kilo olan çileğimi bir tencereye koyup, üzerine bire bir miktarda yani 2 kilo kadar toz şeker ekleyerek kapağını kapatıp, akşamdan sabaha kadar beklettim. 

Ertesi sabah, tencereyi orta ateşte ocağa koydum. Şeker eriyip, çilekler suyunu salana kadar bekleyip, sonra ara ara karıştırarak kaynattım. Kaynamaya başladığında tencerenin altını kısıp, üzerinde olan köpükleri kaşıkla toplayıp aldım. Bu köpükleri almak önemli, çünkü köpükler bırakılırsa reçelde kısa sürede şekerlenme olabiliyor. Yaklaşık 20 dakika kadar kaynayan çileklerin içine, 1 limonun suyunu ilave edip karıştırarak, 5 dakika kadar daha kaynatıp altını kapattım. 

Reçelimi ılınınca, kavanozlara doldurdum. İyice soğuyunca kavanozların kapağını kapattım. Özellikle soğuyana kadar bekletiyorum ki, gene kavanozun içinde buharlanma olup şekerlenme hızlı olmasın.


Bu arada hemen ertesi gün kahvaltı için bir kaba bir miktar ayırmayı da ihmal etmedim. Tam buğday ekmeğimi kızartıp, köy tereyağı ve Ayvalık'tan getirdiğimiz tulum peyniri ile yemek için sabırsızlanıyorum...

Yemek yapmak ve yemek, yedirmek benim için hem keyif, hem terapi. Hal böyle olunca; farklı farklı tariflerimi de ara ara burada paylaşmayı seviyorum.

Sevgiyle...


24 Mayıs 2015 Pazar

AYIP ETTİN TOSBAĞA!

Komşularımız ormanda 3 tane kaplumbağa bulup getirmişler. Bahçeye buyur ettik beyleri. Rahat rahat dolaşıyorlar. O ev senin, bu bahçe benim geziyorlar.
Biz tabii Ayvalık'tan alışkınız; orada, bahçede 7 tane kaplumbağamız var. Bu hayvancağızlar ormanda ne yer ne içer bilmem ama, ev ortamına dahil olunca aniden pek seçici oluveriyorlar, illaki marul yemek istiyorlar. Ayvalık'ta günde iki göbek marul tüketiyorlar, düşünün yani. 
Buradaki komşular bilememiş ve ilgilenmemişler çocuklarla. Bende onlar buldu, onlar besler diye düşünüp, ihmal ettim. 
Garibanlar da bir şey bulamayınca ve aç kalınca, benim her bahar özene bezene, kendi elceğizimle diktiğim caanım begonyalarımı yemişler. O da yetmemiş üstüne çıkıp oturup mahvetmişler çiçeklerimi...
Sabah çiçeklerin halini görünce sinir olup, "atacağım bunları ormana geri" diye söylenirken, eşim pek bi kızdı. "Uğurdur" dedi, "Günahtır" dedi, "3 yaprak marul veremediniz mi hayvanlara" dedi... Gene kabak benim başıma patladı. Başladık marul diyetine burada da. Ayvalık ayrı, İstanbul ayrı... Marul mu yetiştirsem bahçenin bir köşesinde acaba? Ev ekonomisine de katkı olur hem...


Yaz sezonu açıldı, artık terasa iyice yerleştik. Havalar böyle güzel olunca, insan evin içine sığamıyor sanki. Daha çok dışarıda olmak, daha çok havayı koklamak istiyor. Bu sabah arkadaşlarımıza kahvaltıya davetliydik. Sohbet güzel, sofra zengin olunca keyfimiz de fazlasıyla yerindeydi. Uzun uzun oturduk; önce masa başında, sonra dostların bahçesinde. 

Eve dönünce de kızım final sınavları öncesi derslerinin başına, ben hafta arası kaçırdığım bir diziyi bitirmeye, eşim de gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya eve yayıldık. Hafta içi yaşadığımız gerginlikleri üzerimizden atmaya çalıştık. İşlerden kafamızı biraz olsun uzaklaştırmaya odaklandık. Dinlendik... 


Ha bu arada, dün akşam aile dostumuzun evindeki "ayvalıklılar gecesi"ni de atlamamam lazım. İstanbul'da yaşayan Ayvalıklı dostlarımızla bir araya geldik. Eşimin ana vatanı Ayvalık olunca, ben de 20 yıllık Ayvalık gelini oldum. Onun çocukluk arkadaşları, dostları bir başka. Ayvalık, küçücük bir Ege kasabası olmasına rağmen, içinden çıkan değerler bana hep çok şaşırtıcı gelmiştir! Dünyanın ya da ülkemizin en büyük şirketlerinin CEOları, üst düzey yöneticileri, Prof.lar, sanatçılar, iş kadınları, tıp ve bilim insanları... Nüfusa oranla şaşırtıcı bir eğitim düzeyi. 
Hal böyle olunca, Ayvalık buluşmaları hep çok dolu dolu ve eğlenceli geçer. Ev sahibimiz ve eşi, mükemmel ağırladılar bizleri. Soframızdaki leziz Ayvalık lezzetleri de pastanın üzerindeki çilek gibiydi; ama en çok da sohbet şahaneydi. Bir sonraki buluşmayı sabırsızlıkla bekliyor olacağız (o da artık Ayvalık'ta olur herhalde)!

Sevgiyle...


18 Mayıs 2015 Pazartesi

GELİNCİK ŞURUBU "MARYOLİT"

Bu mevsim Ayvalık'ın pekçok yerinin kırmızıya boyandığı mevsimdir. Yemyeşil kırların, zeytinlik aralarının, yol kenarlarının, hatta yamaçların o kan kırmızı renkle kaplanması tam seyirlik olur. Ayvalık'ın meşhur rüzgarıyla dalgalanan o zarif çiçeklerin insanda yarattığı yaz havası başka hiçbir şeyde bulunmaz.


Rahmetli kayınvalidemin "maryolit" dediği gelincik şurubunu da ilk kez Ayvalık'ta ve onun elinden içmiştim. Sonra nasıl yapıldığını öğrenip her yıl bir kez yapar oldum. Şurubu yapmaktan çok o kıpkırmızı gelincik tarlalarında dolaşıp, güzelim taç yapraklarını toplamaktan keyif alırım aslında. Bu yıl Ayvalık'a gene tam gelincik zamanı geldik. Eşim bana güzel bir sürpriz yapmış ve kendisi toplamış bu sefer gelincik yapraklarını.
E bana da şurubu yapması düştü tabii...


Maryolit (Gelincik Şurubu)

Bir kucak dolusu gelincik taç yaprağı
2 orta boy limonun suyu
Yaklaşık 1 bardak şeker
İçme suyu

Gelincik taç yapraklarını iyice yıkıyoruz. Sonra o suyu süzüyoruz. Üzerine limon suyunu sıkıp ekliyoruz ve üzerini geçecek kadar içme suyu ekleyip üzerine bir kapak kapatıp sabaha kadar bekletiyoruz. 

Gelincik suyunu iyice süzerek bir tencereye aktarıyoruz. Sonra içine yaklaşık bir bardak şeker ekleyip karıştırarak orta ateşte bir taşım kaynatıyoruz. Ben gelincik tadı alabilmek için içine sadece limon suyu ekledim. Ama istenirse çubuk tarçın, karanfil gibi eklemeler yapılabilir.
Daha sonra buzdolabında iyice soğutup, servis ederken de içine birkaç kalıp buz ilave ederek servis edebilirsiniz.



Biz bu yılın ilk deniz sefasını dün yaptık. Ayvalık suyu malum ilk girişte son derece soğuk olmakla beraber gene mis gibiydi. Güneş oldukça yakıcıydı. Bugün de evdeki işleri toparlayıp denize gittik. Plaj dönüşü buzlu maryolitlerimizi içerek serinledik. Son derece fresh ve ferahlatıcı bir lezzetti. Kayınvalidemi de andık bu vesileyle ve rahmet okuduk bol bol. Nur içinde yatsın!

Sevgiyle...

12 Mayıs 2015 Salı

LİMONLU MERENG TART

Lise yıllarımdan beri  yapmayı beceremediğim bir şey varsa; o da bezedir. Yumurta akı ile şekeri çırpıp, kar haline getirip, pişirmeye kalktığım her sefer hüsranla sonuçlanmıştır. O bezeler asla kabarmaz, tepsiye yayılır, bir birine yapışır, ya da yanar... O nedenle yıllardır mereng yapmaya hiç yeltenmedim, çünkü yeterince yumurta ziyan ettim diye düşündüm.

Dün sitedeki komşularımın bugün için kahveye gelecekleri belli olunca, "havalar ısındı, hafif bir tatlı ne yapabilirim?" diye düşünürken; aklıma limonlu mereng tart yapmak geldi. Son bir deneme yapayım diye karar verdim. Ama bu arada her zaman yaptığım pratik bir elmalı tart var, onun malzemelerini de evde hazır ettim ki, bir back-up planım olsun. Yani gene tutturamazsam hemen ikinci plana hazırlandım.

Sabah kızımı okula yollar yollamaz mutfakta çalışmaya başladım. Saat 9:00'da Limonlu Mereng Tartım masanın üzerinde soğumayı bekliyordu... Fırında pişerken kokusu müthişti. Tadı da umarım görüntüsü kadar güzel olmuştur. Misafirlerimle beraber tatmak için sabırsızlanıyorum.


Bu tarif üç aşamada yapılıyor. Ama bu durum gözünüzü hiç korkutmasın. Hepsi sırayla ve hızlıca hazırlanıyor.

Tarifi hazırlamak için gerekli malzemeler:

Tart için:
200 gr. un
1 yumurta
150 gr tereyağ (oda ısısında)
2 kaşık soğuk su
25 gr. toz şeker

Tüm malzeme elde güzelce yoğruluyor. Daha sonra hamur top yapılıp, alüminyum folyoya sarılıp yarım saat kadar buzdolabında bekletiliyor. 

Bekleyen hamur yaklaşık 25 santimlik tart kalıbına kenarları yüksek olacak şekilde elle yayılıyor, üzerine kabarmaması için çatalla delikler açılıyor. Önceden 180 derece ısıtılmış fırında, hamurun üzerine alüminyum folyo ve nohut konulup 15 dakika kadar pişiriliyor, sonra nohutlar alınıp üzeri açıldıktan sonra da bir 15 dakika kadar daha pişirilip üzeri hafif kızarınca fırından alınıyor. Ve ılınmaya bırakılıyor.

Limonlu Muhallebi için:
3 adet limon
200-250 ml. su
3 kaşık nişasta
150 gr. toz şeker
1 paket vanilya
3 yumurtanın sarısı (beyazları mereng için ayırılacak)
50 gr. margarin

Limonları güzelce yıkadıktan sonra, kabukları rendeleniyor ve suları sıkılıyor. Bir tencerede 3 kaşık nişasta, 3 yumurta sarısı ve toz şeker güzelce karıştırılıyor. Sonra ocağın üzerine alıp, su, 3 limonun suyu ve kabuklarının rendesi ilave edilerek kaynayana kadar sürekli karıştırılıyor. Kaynar kaynamaz ocaktan alınıp içine vanilya ve margarin ekleniyor. Mis gibi limon kokulu ve sapsarı bir muhallebi kıvamına gelen karışım karıştırılarak ılıtılıyor.

Mereng için:
3 yumurtanın beyazı
150 gr. toz şeker
1 tutam tuz


Mereng yapımını bu sefer becerdim. Kitchen Aid sağ olsun. Yumurta beyazlarını koyduktan sonra şekeri yavaş yavaş ekleyerek yaklaşık 20 dakika karıştırdım. Bir tutam tuzu da aynı anda ekledim. Mereng ya da beze kıvamının doğru olması için, içine hiçbir başka şeyin karışmaması çok önemli. Tuz da kıvamını sağlamaya yardım ediyor. Gayet kıvamlı ve kar beyaz merengim de hazır olunca iş son dokunuşa geldi.


Ilınan tart hamurumun üzerine limonlu karışımı güzelce döktüm. Sonra bir spatula yardımıyla merengi karışımın üzerine yaydım. Biraz havalı bir görüntü vermek için kalkık uçlar yapmaya çalıştım.

200 derecede sadece üst ızgarası yanan fırında yaklaşık 10 dakika kadar, yani üzeri kızarana kadar pişirdim. Bu aşamada fırının başında beklemekte fayda var. Çünkü mereng hemen yanabilir.

Fırından çıkan tartımı soğumaya bıraktım. 

Mutfaktaki işimi bitir bitirmez işe geldim. Acil işlerimi halledip çıkıp, eve dönmem ve misafirlerime bir kaç hazırlık daha yapmam gerekiyor. Bugün hızlı başladı ve aynı hızla devam edecek gibi görünüyor. Ama güne bu müthiş tatlıyı hazırlayarak başlamak bana harika bir enerji verdi. Araya tarifimi paylaşacak zamanı bile sıkıştırabildim. E, daha ne olsun...

Sevgiyle...




11 Mayıs 2015 Pazartesi

BİR ÇOCUK, BİR DARBE, BİR PAŞA, BİR ÖLÜM

Sene 1980.
Ben 11 yaşında, ilkokulu yeni bitirmiş, genç kızlığa henüz adım atmış bir İzmir çocuğuyum.

Kendimi bildim bileli içimin korkuyla ürpermesine neden olan, televizyondaki akşam haber ajanslarından, radyolardan, gazete başlıklarından (İzmir'de çok şiddetli yaşanmasa da) takip ettiğim, çıkan çatışmalar, öğrenci olayları, yürüyüşler, Okul baskınları, yaralananlar, hatta ölenler ile ilgili haberleri hatırlıyorum. Benden 11 yaş büyük olan ve Ankara Hacettepe Üniversitesinde okuyan ablamın, kaldığı yurttan ödemeli bağlattığı telefonu kalp çarpıntıları ile beklediğimiz uzun geceler kalmış hep aklımda. Telefon çalıp, santral memuresinin "ödemeli aramanız var, kabul ediyor musunuz?" sorusunun, bizim evde yarattığı rahatlama hissinin, bir günün daha kazasız belasız atlatılmış olduğu duygusunun 10 yaşında bir çocuğun üzerinde yarattığı baskıyı anlayabileceğinizi düşünüyorum.
 

Sonra bir sabah uyandığımda Babam; "Darbe oldu, askerler yönetime el koydu." dedi. Ne olduğunu pek anlamamıştım ama; çocuk gözümle Kenan Evren'i bir kurtarıcı olarak görmüştüm. Artık sokakta korkmadan oynayabilecektim. Hava karardıktan sonra, ara sokaklardan gelen silah sesleri kesilmişti. Hatta sokaklar bomboştu. Duvarlarda yazan kan kırmızısı renkteki sloganların üzerleri boyanmış, o korkutucu yazılar yok olmuştu. Kenan Paşa, haberlere çıkıp ülkenin bundan sonra ne kadar huzurlu olacağını anlatıyordu. Ohhh, diyordum artık ablam da rahat, biz de rahatız....

Gerçekten de, bir dönem Kenan Evren'i kurtarıcı olarak kabullenmiştim. Benim çevremde, darbe sonrası yaşanan olaylardan direkt etkilenen kimse olmadığından, benim için adeta ikinci Atatürk'tü. Ülkeye huzur ve güven gelmişti. Uzun zaman bunun doğru olduğuna inandım, hatta bu darbenin bizim için gerekli olduğunu savundum. Sonra lise yıllarında ve üniversitede biraz daha bilinçlendiğim ve darbe döneminin etkilerini fark ettiğim zamanlar geldi. Darbe'nin ne demek olduğunu kavradım. 80 darbesinin iç yüzünü okuyarak anlamaya başladım. Gerçekte neler yaşandığını, darbe ortamının nasıl hazırlandığını, ülkemin kaybettiği yılları, üniversitelerin içinin nasıl boşaltıldığını, pek çok insanın nasıl fişlendiğini, insanların işlerinden atıldığını, yüzlerce kitabın yakıldığını, pek çok dizi ya da filmin yasaklandığını, bir gecede ortadan kaybolan gençleri, yaklaşık elli kişinin idam edildiğini...

İşte o zaman Kenan Evren'e farklı bir gözle bakmaya başladım. Tabii ki, bu adam yalnız değildi, ama vitrindekiydi. O nedenle en büyük nefreti üzerinde biriktiren de oydu. Bir dönem yaptığı uyduruk resimlere milyonlar verilen, el üstünde taşınan Kenan Evren, ömrünün son yıllarında en sevilmeyen, en istenmeyen adam olmuştu. Maalesef uzun yaşadı. 98 yıllık ömründe hem en büyük sevgiyi, hem en büyük yalakalıkları, hem de en büyük nefreti tattı.

Şimdi resmi tören mi yapılır, askeri kortej mi olur, musalla taşında hak helal edilir mi, edilmez mi tartışmaları sürerken, bir devrin gerçek anlamda kapandığı günler aslında bu günler.

Kenan Evren ve arkadaşlarının bir gecede bir ülkenin, bir halkın kaderiyle nasıl oynadıklarını unutmamak ve aslında unutturmamak lazım. Küçücük yaşımda benim için bir kurtarıcı olmuş olan bu adama şimdiki aklımla ben de HAKKIMI HELAL ETMİYORUM...