30 Kasım 2012 Cuma

GİYİM KUŞAM SORUNU

Okullarda kıyafet serbest olacak dediler...Ortalık birbirine girdi.


Tek tip insan yetiştirilmesin diye alınmış bir karar(mış)...
E; o zaman, okul da olmasın. Her çocuğa özel ders verilen bir eğitim sistemi öneriyorum. Böylece atanamayan öğretmen sorunu da çözülür belki...

Üzerinde çok konuşulmadan, fazla araştırılmadan, derine inilmeden alınan kararlar dönemindeyiz sanki. Gene yaşayarak artısını, eksisini göreceğimiz bir uygulamaya başlanıyor.

Herkes okullardaki serbest kıyafetin velileri zorlayacağını konuşuyor. Haklılar da. Çocuk dediğin vardan yoktan pek anlamaz. İstemeyi bilir sadece. Özenir gördüklerine. Arkadaşında gördüğü kendinde de olsun ister. Hayır demek zordur. İnsanın canını acıtır. O çocuğun gözündeki bakış yok mu, ahh o bakış... Neyse bu olayın bir boyutu.

Bir de başka boyutu var serbest kıyafetin. İlköğretim çağı çocuğu malesef inanılmaz acımasızdır. Bunu o yaş çocuğu olan iyi bilir. En iyi huylusu bile düşünmez karşısındakinin hislerini, duygularını... Farkına varmadan acıtır diğerinin canını. Ya da bazısı bilerek yapar,sırf eğlence olsun diye. Biz çocukken marka filan bilmezdik, pekçok şey dikilirdi. Hatta ailede çocuklar büyüdükçe küçülen kıyafetlerle kardeşler büyürdü...Ortam bizim zamanımızdaki gibi değil, her şehirde alışveriş merkezleri var artık. Çocuklar markaları biliyor, tanıyor. Birinde olan diğerinde yoksa da vur abalıya yapıyor. Kendinde olanla caka satıyor, diğerini eziyor, üzüyor... Aileler de imkanı varsa bu marka takıntılarına çanak tutuyor.

Hiç unutmayacağım, kızım şu anda okumakta olduğu okulun birinci sınıfına başlayacağı sene, okul açılmadan yapılan toplantıda bir veli, okulun kırtasiye ürünlerine itiraz etmişti. Çünkü, kızı sadece Barbie'li ürünler kullanırmış. Bu tek tip kırtasiye malzemesi çocuğu okuldan soğuturmuş!...Okul geri adım atmadı, o çocuk da hala bizimkilerle okuyor. Okuldan filan soğumadı yani...

Neyse, bu anne eminim ki çok memnundur serbest kıyafet olayından.

Ben memnun değilim, kızım da memnun değil. O, kendince hergün nasıl farklı kıyafet seçeceğini düşünüyor. Ben açılacak yeni masraf kapısından endişeleniyorum. Okul kıyafeti koruyucudur bana göre. Çocuğun aidiyetini pekiştirir. Hem çocuğu uyarıcı, hem etrafındaki kötülükleri uzaklaştırıcı bir özelliği vardır. Formalı çocuk, hareketlerine, oturmasına, kalkmasına, düzenine, tertibine dikkat eder. Formalı çocuğa, bulaşan az olur, çünkü o çocuk bir yere aittir.

Bu arada hep şunu düşünüyorum. Bizim gibi, bu tektip kıyafet döneminde yaşamış, eğitim almış nesiller, ne gibi bir zorluk yaşadık acaba hayatta? Nasıl sıkıntılarımız oldu? Mutsuz, zavallı, ezik bir nesil miydik?... Hayatta başedemediğimiz psikolojik zorluklar mı yaşadık? Neden yıllardır denenen ve bir sakıncası görülmemiş olan bir düzen şimdi değiştiriliyor?

Bilenler bilmeyenlere anlatsın! Vatana, millete hayırlı olsun...

28 Kasım 2012 Çarşamba

VEEE ANNEMİN AŞURESİ...

Aşure; herkes gibi benim de gözümü korkutan, çok zor diye bildiğim bir tariftir.
Bir de alışılageldiği üzere, sadece Aşure ayında yapıldığı ve dağıtıldığı için beceremezsem kimselere rezil olmayayım diye hiç kendimi riske atmaz ve denemezdim.

Bundan Anneme bahsettiğimde kendi tarifini önerdi.Beni bayağı cesaretlendirdi ve ilk denememi üç sene önce yaptım. Şimdi her yıl Aşure ayında, genelde herkesin beğendiği, leziz aşureler yapabiliyorum.


Aşurenin sırrı, buğdayının iyi pişmesinden kaynaklanıyor. Buğdayı ne kadar kaynatırsan kaynat, tam kıvamını bulmak yumuşacık olmasını sağlamak zor. İşte Annemin sırrı da burada! Bir gece Öncesinde....(Inınınınnnn:))

Aşure yapacağınız günün bir gece öncesinde; yarım kilo Aşurelik buğdayı yıkayın. (Ben Reis kullanıyorum, iyi sonuç veriyor.) Sonra büyük bir tencerede üzerini 3-4 parmak geçecek kadar ılık su koyup buğdayınızı kaynatın. 15 dakika kaynayan tencerenin altını kapatıp suyunu kontrol edin, eksilen suyu kaynar su ilave ederek tamamlayın. Daha sonra tencerenizi kalın bir-iki battaniyeye sararak, sabahı beklemesi için bir kenara koyun.
Eğer üşenmezseniz (ben genelde üşenmeyip böyle yapıyorum) ertesi sabah haşlayacağınız 1 bardak kurufasulye ve 1 bardak nohutu da ılık suya ıslatın.
(Pratik tarifimizde bu işlemi atlayıp hazır haşlanmış kurufasulye ve nohut kullanacağız:)))

Aşure Günü: Islattığınız kurufasulye ve nohutu yenecek kıvama gelene kadar haşlayın. Suyunu dökün. Arzu ederseniz (sabrınız elverirse) kabuklarını soyun.
Sonra akşamdan beklemiş ve iyice patlayıp açılmış buğdayınızı aşure yapacağınız büyük bir tencereye koyup sıcak su ekleyip kaynatın.
 İçine 3-3,5 bardak toz şeker ekleyin.
Önce fasulyeyi, sonra nohutu ekleyin.
Yarım çay bardağı pirinci yıkayıp, cezvede haşlayıp suyuyla beraber tencereye ekleyin (böylece nişasta ile kıvam vermenize gerek kalmaz!).
1 portakalın kabuğunu turuncu kısmını minik minik kesip onu da tencereye ekleyin.
Sarı kayısı kurusunu (5 tane) küçük kesip onu da ekleyin.
Dolmalık fıstığı az yağda kavurup ekleyin.
Suda biraz beklettiğiniz kuru üzümü ve kuş üzümünü de temizleyip ilave edin.
Fındığı robotta biraz kırıp ekleyin.
Son olarak bir tatlı kaşığı kadar bal ve 1 yemek kaşığı saf gülsuyu ilave edin.

Aşureniz hazır. Altını kapatın. (Kıvamı sulu olursa, 1 kaşık unla koyultabilirsiniz. Ama unutmayın ki, aşure durdukça, biraz koyulur!)

Kaselere pay ettiğiniz aşurenin üzerini tarçın, tereyağda kavurduğunuz susam, bol ceviz ve fındık kırığı ile süsleyin. Nar taneleri ile de renklendirin.

Aşurenin püf noktası, herşeyi sırasıyla ve sabırla yapmak. Sırayı şaşırmaz, sabrınızı da tüketmezseniz eminim ki müthiş bir tatlı yapacaksınız.
Komşulara ayırmayı unutmayın!!!!
Bana da sonucu mutlaka yazın.

Afiyet olsun:)))

26 Kasım 2012 Pazartesi

Evimizin Asıl Direği

Babam, her kız çocuğunun hissettiği gibi kahramanım değildi. Ben O'nu, doğruları kadar yanlışları da olabilen, gerçek bir insan olarak çok sevdim. Senelerce aynı işte çalıştık. Birbirimizi çok şiddetli eleştirir, kızdırırdık. Küserdik ara sıra. 2-3 gün aramazdık birbirimizi. Sonra ya O, ya ben dayanamazdık, arayıp yumuşatırdık kırgın olanı. Babam sevgisini hep hissettirdi dolu dolu, ama ilgiyi veren Annemdi...

Annem, ailemizin güçlü direği... Hep öyle hissettim. Hep toparlayıcı, hep dirayetli ve asil. Babamla çocukluk anım çok yok, çünkü O çalışırdı. Sosyal olmayı severdi. Bizi sevdiğini çok belli ederdi ama, dertlerimize asıl koşan hep annem oldu. Annem bizi yetiştiren, büyütendi. Babam masrafları karşılar, annem bütçeyi ve evi idare ederdi. O yüzden, Annem hep güçlü göründü gözüme. Hep örnek aldım annemi, onun kadar ayaklarım yere sağlam bassın istedim. Onun gibi bir anne ve eş olmaya çalıştım.

Tam 55 yıllık bir evlilikten sonra, ayrı düştüler. Babam yoruldu - hayatın yaşattıkları karşısında. 20 sene dayanabildi yorgun kalbi. Gene de, o yirmi seneyi hep iyi yaşadı. O yirmi sene, sadece Babam için değil, hepimiz için bir piyangoydu aslında. En çok da Annem için...

 
4 ay oldu hemen hemen, artık Babam yok...Aslında hazırladı bizi yokluğuna. Uzunca bir hastane sürecinin sonunda kendi isteğiyle bıraktı hayata tutunmayı. Yoksa gitmezdi. Bunca yıl aklına bile getirmemişti, ölümü, ayrılığı... Ama sonunda kendisi pes etti.

Bizlerin, üç kardeşin de kendi ailelerimiz, devam eden hayatlarımız var. Bir şekilde kabullenmek daha kolay oluyor. Hayat devam ediyor. Ama 55 yılı paylaştığı insan, sudan çıkmış balığa dönüyor.

Annem 2-3 haftadır bizimle İstanbul'da. Öyle zor ki yaşadıkları. Bir an herşeyi kabullenmiş gibiyken, bir an isyan ediyor. Yalnız kalmaya alışık değil hiç. Oyalanmaya çalışıyor. Hala güçlü olmaya çalışıyor. Çok senelerdir "kocamın hastalığı, kocamın yemeği, kocamın meyvesi, kocamın ilaçları" derken, kendi hayatını aslında nasıl hiç yaşamadığını, nasıl eşinden dostundan uzaklaştığını yavaş yavaş fark ediyor. Ama Annem, bunları öyle severek ve sabırla yaptı, Babamla öyle mutlu oldu ki...Hiç ağır gelmedi bu süreçler ona.

Şubat'ta 79 yaşına basacak Annem. Güzel bir hayat yaşadı aslında. Çok sevdi. Sevildi. Kırgınlıkları olsa da, affetmeyi hep bildi. İyi çocuklar yetiştirdi. Güzel dostlukları oldu. Çevresinde hep sevildi. Güçlü ve sağlam kaldı.

Şimdi, yalnız da olsa yaşayacağı bir hayat var önünde. Mutlu olmalı. Gezmeli, seyahat etmeli. Eski dostluklarına devam etmeli. Kendini oyalayacak meşgaleler yaratmalı. Hatta spora başlamalı. Evine bir can yoldaşı almalı. (Bizim kuşumuzu çok sevince, kuş almaya karar verdi:) Her yaz gene Çeşme'ye gitmeli. Sevdiği şeyleri, sağlığı el verdiğince yapmaya devam etmeli. Hiçbir endişesi olmamalı. Güçlü kalmalı. Çünkü o benim Annem...

Annem, mutlu olmayı öylesine hak ediyor ki....    

23 Kasım 2012 Cuma

SAKINILAN GÖZE ÇÖP BATTI!

Cumartesi eşimin doğumgünü. 47 yaşını dolduracak. Bu yıl çok özenmiştim, O'na hoş, sürprizli bir doğum günü yapmak için...

Önce süper bir plan yaptım. Boğazda bir otelde yer ayırtayım. Akşam orada başbaşa güzel bir yemekten sonra, eline anahtarı tutuşturuvereyim. "Akşam buradayız hayatım" diyeyim. Sabah olunca, kızımız evden kahvaltıya gelsin... Hep beraber mutlu mesut kutlayalım birkez daha.Tabii fazla heveslendim ya , olamadı! İstediğim otelde yer bulunamadı. Alternatif otellerde de ya yer yoktu, ya da saçma sapan gecelik ücretleriyle beni vazgeçirttiler. Neyse, bu plan başka sefere uygulanmak üzere kenarda dursun dedim.

Sonra benim bir iş yemeği için gittiğim ve eşimin henüz görmediği, çok şık bir restaurantta yer ayırttım. Çok sevdiğimiz arkadaşlarımız da bizimle olacaklar. Pasta siparişi verildi. Akşam yemeğe giderken pastamızı da yanımızda götüreceğiz. Herşey süper!

Hediye alışverişimi yaptım, ama çok zorlandım. Bir günümü ayırdım, malum erkeklere değişik hediye bulmak çok zor. İstediğim hediyeyi buldum, sonra 2-3 saat de kızımla dolaştık, bu sefer onun alacağı hediye için. Artık büyüdü tabii, benim alıp paketlettiğim hediyeyi kendi hediyesi olarak kabul etmiyor. İllaki kendi seçimi olmalı! Neyse o da hediyesini buldu. İkimizde memnunuz artık.

Derken bu sabah, beraber yemek programı yaptığımız arkadaşlarımızdan haber geldi. Eşi hastalanmış, hastanelik olmuş. Kızcağız mahcup. Ne yapsak, ne etsek diye kıvranıyor. Yahu, ne yapacağız, tabii ki gidilmeyecek. Rezervasyon iptal. Başka sefere inşallah... Başbaşa da gitmek istemedik. E, planımızı arkadaşlarımızla yapmışız, bizim de içimize sinmeyecek. Sonuç olarak, benim günlerce üzerinde kafa yorduğum, planlar kurduğum doğumgünü kutlaması, Cumartesi gündüz sinema - yemek muhabbeti yaparıza döndü:(

Biz zaten  neredeyse her haftasonu bu programı yapıyoruz. Hiç özel olmayacak böylece. Eşim hep der, uyarır beni, hiçbir planı, programı fazla önceden yapma diye...Haklı valla. Gene hevesim kursağımda kaldı.... 

 
Ama olsun, ben gene Cumartesi akşamına minik bir pasta alırım, mumları yakarım. Eşim üfler, alkışlarız. Maksat adet yerini bulsun. Kutlamasız da olmaz ama, di mi???

22 Kasım 2012 Perşembe

Bir Çay Saati Klasiği : ARMAĞAN ANNE'NİN ANASONLU PEKSİMETİ

Ağustos ayında kaybettik Kayınvalidemi..
Girit kökenli, Ayvalık'lı gerçek bir hanımefendiydi. Harika Rumca konuşurdu. Çok değişik Girit yemekleri yapardı. Eli inanılmaz lezzetliydi. Pekçok arkadaşımın yaşadığı, kayınvalide gelin çekişmesi hiç yaşanmadı aramızda. Birbirimize saygı duyduk hep. Kimse diğerinin alanına müdahale etmedi. O nedenle iyi geçindik. Ufak tefek sorunlar olduysa da kalp kırmadan çözüldü hepsi. Birçok şey öğrendim kendisinden. Nur içinde yatsın, çok kıymetli bir insandı...

Kayınvalidemden öğrendiğim bir peksimet tarifi var, sizinle paylaşmak istediğim. Biz özellikle çay saatlerinde, yanında biraz peynir zeytinle yemeğe bayılıyoruz ailecek. Kızım okuldan aç geldiğinde en sevdiği atıştırmalıklardan biri bu peksimet, hem de sağlıklı. İstediği kadar yiyebiliyor. Uzun zaman taze kalıp, acil bir misafir geldiğinde de kurtarıcı olabiliyor üstelik. Çok da basit. Pişirdikten sonra ağzı kapalı bir yerde muhafaza ederseniz, uzun süre kıtırlığını kaybetmiyor.

Armağan Anne'nin Anasonlu Peksimeti

 
Önce Malzemeleri Sayalım: 1 su bardağı zeytinyağ, 1 su bardağı yoğurt, 1 tatlı kaşığı anason tohumu (havanda dövülecek), yarım limonun suyu, 1 tatlı kaşığı toz karbonat, tuz, çekilmiş karabiber ve aldığı kadar un.
 

Zeytinyağ ve yoğurdu bir karıştırma kabında karıştırın. Yarım limon suyunun içine karbonatı koyup karıştırarak köpürtün, köpüren karışımı da karıştırma kabına ekleyip çok söndürmeden hafifçe karışıma ekleyin. Tuzunu ve taze çekilmiş karabiberi ve havanda döverek kokusunu iyice ortaya çıkardığınız anasonu da ekleyin.


Daha sonra yavaş yavaş unu koyun. Önce bir çatal yardımıyla karıştırın, kıvama gelince elinizle yoğurarak un eklemeye devam edin, ta ki kulak memesi (hep aynı muhabbet di mi, ama başka da ifade şekli yok maalesef) kıvamına gelinceye dek.

 
Bu arada fırını 175-180 dereceye ayarlayın. Fırın tepsisinin içine yağlı kağıt
döşeyin. (Bu da her dakika fırın tepsisi yıkamak istemeyen biz tembeller için!)

Hamuru göz kararı 3 parçaya ayırın, elinizle rulo yapıp fırın tepsinize yerleştirin. Her ruloyu 1 cm.lik dilimler halinde ince bir bıçakla derince çizin. (Ama tam kesmeyin)


Hamurlarınızı fırına yerleştirin. Bu arada fırının etrafında vakit geçirmeniz önemli. Çünkü üzerleri hafifçe kızarınca yarı pişmiş haldeki peksimedinizi (fazla kızartmadan) fırından çıkarmanız lazım. Daha önceden attığınız çiziklerden keserek hamurları dilimleyin. Ve herbir dilimi yan yatacak şekilde fırın tepsisine tekrar dizin. Tepsinizi birkez daha fırına verip, bu sefer iyice kızaracak şekilde peksimetlerinizi pişirin (aman yanmasınlar!).

 
Fırından alıp soğuyana kadar beklediğiniz peksimetleri ağzı kapalı cam bir saklama kabında muhafaza ederseniz bir hafta, on gün dayanır. Kıtır peksimetlerinizi,güzelce demlenmiş bir çayın yanında, mis gibi tulum peyniri ile yerken beni hatırlamayı da unutmayın....

Afiyet olsun:)))) 

20 Kasım 2012 Salı

GS X ManU

Çok stresliyim, çok...

 
Bu akşam maça gidiyorum. Galatasaray - Manchester United Şampiyonlar ligi maçına. Stadda maç izlemeye bayılıyorum, o atmosfer anlatılamayacak kadar keyif veriyor insana. Binlerce insanla aynı sevinci, aynı sıkıntıyı yaşamak, bu duyguları paylaşmak çok acayip. Ne zaman fırsat bulsam Galatasaray'ın maçlarına gitmeye çalışıyorum. Ali Sami Yen stadına neredeyse her lig maçına giderdim. Arena'ya daha seyrek gidebiliyorum; yolu biraz ters geliyor ama bu akşam kaçırmam, mümkün değil! Gerçi, Arena'da son gittiğim bütün Şampiyonlar Ligi maçları hüsranla sonuçlandı. Sıkı maç takipçileri bilirler, gerçek anlamda takım tutanların uğurları olur. E, tabii benim de bir sürü uğurum var.

Mesela, asla evde maç seyrederken bişeyler yemem. Neden bilmiyorum ama, sanırım bir maçta tam ben birşeyler yerken gol yemiş olsak gerek... Karşı takım atak yaparken "hoşt" diye bağırırım. Hiç sevimli değil biliyorum ama, öyle işte. Galatasaray ataklarında elimi, kolumu bağlamam, bacak bacak üstüne  de atmam. Kısmetini bağlamamak lazım takımın, di mi ama?  Karşı takım ataklarında ise, her türlü kendimi bağlarım. Penaltı pozisyonlarında asla bakmam, kim kullanırsa kullansın bakamam. Maçlarda uzun zaman gol atamazsak, oturduğum koltuğu değiştiririm. Oturur kalkarım, bir pozisyon değişimi yaparım mutlaka..Böylece gol olacağına inanırım. Olursa kendime bayağı bir pay çıkarırım. Sanki benim sayemde gol atmışlar gibi:)

İşte bu yüzden bu sefer gerginim, hem kendim için hem de stadda etrafımda oturanlar benden kıl kapacak diye. İnşallah iyi maç olur ve yeneriz. Yoksa bağrıma taş basıp bir daha gitmeyeceğim maçlara. Türkiye liginde sorunum yok, sorun Şampiyonlar Ligi maçlarında. Takıma inancım tam, gerçi son lig maçında çok kötü oynadılar ama neyse...Umarım bu defa hem ben, hem takım Arena maçlarındaki kötü şansımızı yeneceğiz. Yenmeliyiz.


Fatih Hoca iyi kadro çıkarır, futbolcular canını dişine takar, taraftarlar coşkuyla takıma destek verir, hakem hakkaniyetli olur, Manchester fazla yüklenmez ve en önemlisi, Ben elimden geleni yaparsam (!) bu maçı alırız. Bu sevinci hep beraber yaşamalıyız!

Haydi CimBom, yaşat bu gururu bir kez daha; sana inanan ve güvenen taraftarına !!!





19 Kasım 2012 Pazartesi

10 KASIM'I İZMİR'DE YAŞAMAK

Bugün Facebook'ta, mezun olduğum okuldan bir grup lise son sınıf öğrencisinin, 16 Kasım'da Anıtkabir'e yaptığı ziyaret ile ilgili fotoğraflar vardı. Resimlere bakarken birden sırtımın dikleştiğini, gözlerimin hafifçe yaşardığını farkettim.


İşte bu nedenle, bu seneki 10 Kasım deneyimimi sizlerle de paylaşmak istedim.

10 Kasım'da İzmir'deydim. İzmir Swiss Otel'de yapılan kongre sabah saat 9.00 gibi başladığı için, Bostanlı'dan aceleyle yola çıktım. İzmir'de mesafeler kısa, İstanbul gibi saatler önce yola koyulmak gerekmese de bazen sabah trafiği olabiliyor. O sabah da biraz trafiğe kaldım. Saat 9.05'te Altınyol'da eski Turyağ fabrikasının karşısındaki askeri bölgenin oralardaydım. Yol kenarına çeken ve dörtlülerini yakan arabaları fark edince bende sağa yanaştım, flaşörlerimi yaktım, arabamdan indim. Açık olan kapımın yanında saygı duruşuna geçtim. Sirenler çalmaya başladı. Askeri birlikteki askerlerin tören duruşuna geçtiklerini, tüm yolun, her iki istikamette de durduğunu ve tüm sürücülerin oldukları yerde durup araçlarının yanında saygı duruşuna geçtiklerini gördüm. Ben İstanbul'da da her yıl özellikle o saatte E5'te olmaya ve aracımdan inmeye özen gösteririm, ama İstanbul'da duranlar kadar, hatta onlardan daha fazla durmayıp yoluna devam edenler olur.

İşte bu nedenle İzmir'de, bu 10 Kasım'da, sirenler çalarken ağladım....Gözyaşlarıma hakim olamadım. Çevre binalardaki insanlar balkonlarında katılmışlardı bize. Herkes aynı duyguyu paylaşıyordu sanki. Sanki o hüzün havaya asılı kalmış, bizde o hüznün altında ezilmiştik...

Bitmesin istedim, inanır mısınız? O iki dakika geçmesin, o paylaşım biraz daha sürsün istedim. Hepimize beraberliği, aynı duyguyu aynı anda paylaşmanın verdiği birlik hissini biraz daha yaşatsın istedim. İçimdeki özlemi benimle beraber paylaşan insanların olduğunu hissetmekten duyduğum haz biraz daha devam etsin istedim...

Ben meydanlara gitmedim. Basit bir tavır sergiledim. Kendimce Atatürk'e saygımı belirttim. Sevgimse gözyaşlarımda dile geldi. Biz hep Atatürk kızları diye yetiştirildik. Böyle bildik. Bu bilinç iliklerimize kadar işlemiş. Bunun gururunu hissettim.

Bu sabah facebookta gördüğüm resime bakarken sırtım bu gurur nedeniyle dikleşti, gözlerim bu yüzden yaşardı. O öğrencilerle ve o öğrencileri yetiştiren öğretmenlerle ve okulla birkez daha gurur duydum.

16 Kasım 2012 Cuma

YEMEK TARİFLERİM

Daha önce İzmir'li olduğumdan bahsetmiştim. Baba tarafımın Selanik göçmeni olduğunu, eşimin ailesinin Girit'ten geldiğini, annemin ise İstanbul'lu olduğunu söylediğimi hatırlıyorum.

Dolayısıyla; Ege ağırlıklı farklı tatlar ve lezzetlerden oluşan bir yemek kültürüm var. Yemek  pişirmeyi de en az yemek kadar severim. Blog yazmaya başlamadan önce en zevk aldığım şey yemek bloklarını takip etmekti. Bu benim ilgi alanım. Yemek yaparken dinlenir, keyif alırım. Hele de yaptıklarım beğenilirse daha da mutlu olurum.

Hiç yemek yapmayı bilmeden evlendim. İlk denemem olan kurufasulye de; düdüklü tencere kullanmayı doğru dürüst bilmediğim için kömür olup dibine yapışmıştı,  hatta tencere 10 gün temizlenmemişti. Sonra yavaş yavaş annemden sebze yemeklerini öğrendim. Rahmetli babam inanılmaz mezeler yapar hatta kendi elleriyle puf böreği açardı. Malesef ben hamur açma konusunda bir iki deneme yaptıktan sonra vazgeçtim, ama mezelerde iyiyimdir:) Kayınvalidemden tencere yemeklerini bile, en son kısa bir süre fırına koymanın nasıl bir lezzet kattığını, tarçının et yemeklerindeki mucizevi etkisini öğrendim. Bol bol yemek dergisi ve kitaplardan tarifler denedim. Şimdi iyi yemek yaparım desem abartmış olmam sanırım.

 
Biraz da bu nedenle, bazı tariflerimi sizlerle ara ara paylaşmak istiyorum. Öyle profesyonelce değil ama... Evde kendimize pişirirken fotoğrafını çekebildiklerimi burada sizinle paylaşmak, sizin de görüşlerinizi, ya da denediklerinizle ilgili geri bildirimlerinizi duymak beni mutlu edecek.

Böylece hem bloguma biraz lezzet gelir, hem de sizleri sadece yazılarımla sıkmamış olurum (çünkü bazen bayağı karamsar olabiliyorum) diye düşündüm. Umarım hoşunuza gider...

15 Kasım 2012 Perşembe

Kötü Gün Dostu

Bizler büyüdük, orta yaş denilen 35 yaş sınırını çoktan aştık. Bizim büyüklerimiz ise yaşlandı. Son yıllarda dikkat ediyorum, çok fazla başsağlığı mesajı yazar ya da telefonu eder oldum. Önceki yıllarda hiç olmadığı kadar çok cenazeye gidiyorum. Kendi ailemden de çok yakınlarımın kayıplarını yaşadım, özellikle de bu yıl içinde.

Her ölüm çok acı. Yaş, hastalık, yakınlık filan hiç ama hiç fark etmiyor. En çok giden için üzülüyorum, kalanlar için çok zor da olsa hayat bir şekilde devam ediyor çünkü. Özellikle ilk günler çok zor, onda da bizim güzel adetlerimizle ev gelenle gidenle kalabalık oluyor ve geride kalan yalnızlığını en azından ilk günler çok fark etmiyor. Asıl sonrası önemli, el ayak çekilince aranmak istiyor insan. En azından hatırlanmak, bir hatır sorulmak. "İyi misin? Toparlandın mı" diye bir telefon almak... İş, güç, çoluk, çocuk, yoğunluk hepimizin sorunu ama bir telefonla da olsa hatır soramayacak kadar dolu muyuz gerçekten? Bu kadar yoğun muyuz?

Bir de; çok tuhaf ama insanlar o acılarının arasında farkına varmadan arayanın aramayanın, gelenin gelmeyenin hesabını tutuyor, kalbinin ve beyninin bir kenarına kaydediyor hatta. Bu zamanlar insanlar için gerçekleri görme vesilesi sanki. İyi gün dostuyla, kötü gün dostunu ayırma vesilesi oluyor. Kendi kayıplarım sırasında da bekledim aranmayı. Bilinçli olmasa da aramayan arkadaşlarımın isimlerinin yanına bir soru işareti koydum kafamda.

Her şey biz insanlar için. Sevinçler, mutluluklar  kadar acılar, sıkıntılar da. Mutlu zamanlarda görüşmek çok keyifli ve eğlenceli olsa da, zor günlerinde de değer verdiği insanları aramak önemli. Değer vermek sadece en yakın dostlar ya da arkadaşlar için geçerli olmamalı. İş yerinizdeki bir çalışan, mahalledeki bir esnaf, okuldaki velilerden biri...kısaca sizin için birşey ifade eden herkes. Bir mesaj bile bazen yeterli gönül almak için.

Unutmamamız lazım ki, yarın bizim de aranmayı beklediğimiz günler gelebilir. Ve gene unutmamalı ki, sizin aradığınız, yanında olduğunuzu hissettirdikleriniz sizi o gün mutlaka arar! 

14 Kasım 2012 Çarşamba

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 4

Ergenlikle ilgili okuduğunuz her kitapta yazan şeyler aşağı yukarı aynı.
Çocuğunuzu dinleyin, ama yargılamayın.
Anlayışlı olun.
Birey olarak kabul edin.
Arkadaşlarıyla olan ilişkilerine dahil olmayın...gibi.

Bunların hepsi iyi güzel de bunu yapabilmek için ebeveynlere bunları yapabilmek için hangi meditasyon tekniklerinden faydalanmaları gerektiği, hangi marka sakinleştiricinin kullanılacağı filan anlatılmıyor. Asıl anne babalar için ergenlerle başetme teknikleri anlatılıyorsa önce anne baba ruh sağlığı düşünülmeli. Kimse bundan bahsetmiyor, varsa yoksa ergenin ruhunun sağlığı...İyi de ya biz?

"Evdeki çocuğumun içine ne kaçtı?", diyen benim gibi başka ebeveynler de var mı diye düşünüp duruyorum bazen??? Çocuğun huyu suyu tamamen değişti. Sakin, sessiz, sorumlu, düzenli bir çocuk nasıl 180 derece dönebildi? Karşısındakine çata çat laf yetiştirmeyi ne ara öğrendi? Hangi ruh haliyle hep haklı ve en iyi bilen olduğu fikrine kapıldı? Ne ara dağınıklıktan bu kadar mutlu olmaya başladı? Bizi beğenmeyecek kadar kendine güvenmeyi ne zaman başardı?...
Aslında bunlar kitaplarda yazan ve başınıza gelecek hazırlıklı olun diye uyarılan konular; ama bunlarla başetme yöntemleri herkes için aynı değil işte, herkes öyle sabırlı ve anlayılşlı olamayabiliyor...

Geçen hafta İzmir'den bize kalmaya gelen annem bilge bir kadındır. E, ne de olsa üç çocuk büyütmüş. Hem de aralıklı yaşlarda. Tekrar tekrar yaşamış olduğu bu dönemle ilgili sabır diyor, sadece sabır...
Bağırma çocuğa, incitme diyor. Kız ama kızarken bile sakin ol diyor. Ah be annecim, iyi diyorsun da nasıl olacak bu dediklerin?

Son bombamız fan'lık. Bir müzik grubunun fan'ı oldu. Beş delikanlıdan oluşan bir grup bu. Fanlar, kendilerine "One Directioner" diyorlar. Anlaşılacağı üzere grubun adı One Direction. Cd'leri alındı. Posterleri duvarlara yapıştı. Her türlü klipleri, ya da onlarla ilgili bilgiler indirildi, izlendi.Tüm şarkı sözleri ezberlendi.  Haklarında yazan bilimum kitaplar alındı, hatta bir kitap Amerika'ya sipariş edildi. Sürekli bu çocuklardan bahsediliyor. En yakışıklısı kim? Ne yerler, ne içerler? Nereliler, anneleri, babaları kim? (Sanki iç güveysi alacağız.:) Ben bile öğrendim. İnkilap dersindeki konuları bunları bildiği gibi bilmiyor, anlayın artık. Telefonlarda saatlerce arkadaşlarıyla bu konu konuşuluyor. Nasıl tanışabilecekleriyle ilgili hayaller kuruluyor....

 
Tüm bunlar olurken, benim içim içimi kemiriyor! "Eyvah, bu posterler çıkarken duvarın boyaları kalkacak, sınavlar var, hiç çalışmıyor, telefon faturası ne kadar gelecek, kafasını ne kadar boş şeylerle dolduruyor, ödevlerini yaptı mı ki, ya platonik aşık olursa...??? "

Ama bu aralar kızıma karşı sakinim, gerçekten. Gençtir, gelip geçecek diyorum. Düzelecek. Bu çocuğun temeli sağlam diyorum. Bir gün ayakları yere basacak diyorum. Böyle avutuyorum kendimi.

Çok zorda kalırsan "Sabır Allahım, Ya Sabıııır" diye bağırıyorum.....

12 Kasım 2012 Pazartesi

KİRLİ KEDİ :))

Haftasonu şirkette boya badana vardı

Satış ekibimizin yağız delikanlıları el birliğiyle şirketlerini güzelleştirdiler. Elimde bu büyük olayın fotoğrafları mevcut ama karizmalarını daha fazla çizmemek adına yayınlamayacağım:)) Hepsi çok yoruldu ama tertemiz olduk, ellerine kollarına sağlık!

Bir tek kirlenen Pamuk oğlum olmuş. Pazar günü İzmir dönüşü büyük hevesle işyerime görmeye geldiğim bembeyaz kedimin yerinde; gri tüylü, kara suratlı ve kulaklı bir pis kedi vardı!

Nasıl kudurup tozlarda yuvarlandırsa artık, resmen rengi değişmiş...
Bu arada küçük diye midir nedir, pek kendini temizlemiyor bu. Serseri ruhlu da olabilir....Bilmiyorum.

Pazartesi işyerinde biraz ıslak mendille üstten tozunu, kirini temizlemeye çalıştık ama nafile...Pespembe patileri bile siyah olmuş.

Bir de; haftasonları özellikle Pazarları kimseyi görmeyince fazlasıyla daralıp sıkılıyor herhalde, ertesi sabah tüm ilgiyi üzerine istiyor ve kimseyi çalıştırmıyor. Laptopların üzerinde yuvarlanıyor. Paçalardan tırmanıp kucaklara çıkıyor. Bu Pamuk bizi bizden aldı vallahi. Bütün sabah oynayıp oynayıp, en sonunda yorulup bir kenarda uyuya kalıyor. İşte aynen şu şekil:





İtiraf etmeliyim ki, çok yaramaz.Ama bir o kadar da tatlı. Zamanla kendini temizler ve beyaz tüylerine kavuşursa çok daha güzel olacak. Şu anki haliyle adını Duman olarak mı değiştirsem diye de düşünüyorum:))

11 Kasım 2012 Pazar

EWBC (ŞARAP BLOGGERLARI KONFERANSI)NIN ARDINDAN...

8 Kasım Perşembe'den beri İzmir'deydim. Son derece yoğun ve yorucu geçen bir haftasonunun ardından çok yorgun ama mutlu bir şekilde evime döndüm.

İzmir'de 9-11 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilen EWBC 2012 "Wine Bloggers Conference"dan ne kadar haberiniz var bilemiyorum. WOT (Wines Of Turkey) grubu, bu çatının altında buluşan 10 kadar üretici ve Vrazon isimli İngiliz organizatörler ile beraber yaklaşık 1 yıldır bu proje üzerinde çalışıyorduk. Özellikle WOT kurucuları Ayça ve Taner Öğütoğlu ve Vrazon grubu gerçek bir başarıya imza atarak, tüm dünyadan yaklaşık 300 kadar sosyal medya şarap yazarını (wine blogger) ve şarap konusunda söz sahibi şarap ustalarını (Master of Wine) ülkemizde toplamayı başardılar. 3 gün boyunca şarapla bağlantılı farklı konularda çalışma grupları, seminerler ve tadımlar gerçekleşti. Ülkemiz şarapçılığı her biri kendi ülkesinde kanaat önderi sayılabilecek bu yazarlara ya da üstatlara tanıtılmaya çalışıldı. Özellikle yerli üzümlerimiz ve bu üzümlerden elde ettiğimiz şaraplar çok ilgi ve beğeni topladı.


Şarap konusu ülkemizde malesef çok fazla bilinmeyen ya da hak ettiği değeri görmeyen bir konu. Son 10 yıldır ülke şarapçılığımızda yaşanan olumlu değişim ve gelişim, biraz da medyanın ilgisi ile bir kıpırtı yaşanmaya başlasa da son derece yetersiz. Şöyle anlatmaya çalışayım, biz kişi başı yılda ortalama 1 şişe şarap tüketirken, İtalya, Fransa, hatta birasıyla meşhur Almanya'da bile bu rakam bizim 20-30 kat üzerimizde. Oysa Anadolu'da bulunan pekçok arkeolojik kalıntı bize şarabın anavatanının bu topraklar olabileceğini işaret ediyor.

"Müslüman bir ülkede salyangoz satmaya çalışmak" diye bir söylemi duymayan yoktur sanırım. Aynı söz, biz şarap üreticileri için de geçerli. Tabii ki, şarabı seven, bu konuda kendini eğitmeye çalışan, farklı şaraplar deneyerek damak tadını geliştiren pekçok insanımız var. Onların hakkını teslim edelim, ancak özellikle din kitabımızda şarap adının geçmesi nedeniyle şarabın günah olduğunu düşünen çok büyük bir kesimin de olduğunu unutmayalım. Oysa; şarap yüzde 11-15 arası bir alkol oranına sahipken ülkemizde çok fazla tüketilen rakının alkol oranı yaklaşık yüzde 45 civarında. Neyse buralara fazla girmeyelim...


Gene konferansa dönersek; bu haftasonu, blogger kavramının doğmasını sağlayan internet dünyasının ve sosyal medya denilen facebook, twitter aleminin etkinliğini çok çarpıcı bir şekilde yaşadık. Standımıza gelerek şarabımızı tadan ve yorumlarını birkaç saniye sonra dijital dünyada paylaşan bir yazarın yorumlarının, gene birkaç saniye içinde yüzlerce, binlerce insanla paylaşılmasına şahit olduk. İnanılmaz...Bir o kadar da korkutucu. Dünyanın artık ne kadar küçülmüş olduğu ve artık her konuda en iyisi olma zorunluluğunuz her an hissediliyor. Hakkınızda iyi ya da kötü bir eleştri ya da bir dedikodu bir kaç saniyede yüzlere, binlere ya da belki milyonlara ulaşabiliyor. Web'de paylaşılan hiçbir şey kaybolmuyor, silinmiyor. Dolayısıyla hata yapma şansınız ya da hakkınız yok!

Bu arada, şarabın nasıl bir ortak kültür konusu olduğunu fark ediyorsunuz. Hangi ülkeden olursanız olun, yaşınız, cinsiyetiniz ne olursa olsun aynı lisanı kullanıyorsunuz. Bir şarapla ilgili konuşurken konusu geçen aromalar, karakteristik özellikler, herkes için aynı sözcüklerle ifade ediliyor. Bunu biraz futbola benzetebiliriz; dünya üzerinde milyarlarca insan futboldan bahsederken aynı ifadeleri kullanır, aynı heyecanı paylaşır. Futbol kadar ortak paydada buluşulabilen bir diğer konu da şarap... Kullanılan terimler, değerlendirmeler kişiden kişiye farklılık gösterse de sonuçta lisan aynı. Hatta şarapseverlerin aldığı keyif ve paylaştıkları güzellikler muhteşem.

Bu arada konferansın İzmir'de yapılmış olması ve Türkiye'nin en batılı yüzünü göstermiş olmaktan dolayı da çok mutluyum. Konferansla aynı tarihlere gelen 10 Kasım Atatürk'ü anma etkinlikleri de çoğunluğu yabancı ülkelerden gelen katılımcıları çok etkiledi. Ülkemize ait pekçok farklı konu konuşuldu. Türk şarapçılığı gayet başarılı bulundu. Yapılan akşam yemekleri, konferans öncesi ve sonrası üretici gezileri ile Türk yemekleri ve tatlılarımız internet ve sosyal medyada günlerce konuşuldu. Organizasyonun başarısı EWBC konferansının bundan sonraki yılları için bir "benchmark" oldu. Bundan sonra bu organizasyona ev sahipliği yapacak ülkelerin işi çok zor, çünkü hepsi daha iyisini yapmak zorunda!!!

 
Bana gelince, iki gün boyunca ayaktaydım, yüzlerce insanla tanıştım, tüm gün sürekli tadımlar yaptım, İzmir Swiss Otelde muhteşem yemekler yedim, şaraplarımızı ve firmamızı insanlara anlatmaya çalıştım, gün içinde #EWBC olarak paylaşılan tüm twitter ve facebook mesajlarını yakalamaya çalışarak cevap yetiştirdim, bu nedenle parmaklarıma kramplar girdi, gözlerim şaşı oldu, devamlı ayakta, hareketsiz durmaktan belim koptu, geceleri çok geç yattım, sabahları erkenden kalktım....Çooook yoruldum, ama kesinlikle deydi. Herşey çok güzeldi, daha da güzel olacak...! Tüm Türk Şarapçıları olarak iyi bir iş çıkardık.
Emeği geçen herkese tekrar teşekkürler!!!  

7 Kasım 2012 Çarşamba

Yazasım Yok

Hayat tuhaf.
İnsanın bu hayatta yaşadıkları, karşısına çıkan insanlar, o insanlardan gördükleri ise bazen inanılmaz.

Kendi başımıza gelmese de her gün gazetelerde, TV'lerde pekçok olay görüyoruz, pekçok haber okuyoruz. Bunların bir çoğu bize gerçek olamayacak kadar uzak görünüyor. Çünkü bu haberlerin genelinde şiddet var. İnsanların ihaneti var. Hiddet var. Sevgisizlik ve daha pekçok şey...

Bazen en yakın akrabaların birbirlerine attıkları kazıklar var. İnsan oğlu çiğ süt emmiş derler ya, doğru gerçekten. Kimse hayata sevgiyle bağlı değil. Hırslar gözümüzü kör etmiş. Sevgi, inanç, dürüstlük hepsi bitmiş. Güven kimselerde yok. Sahiplenmeler insanları esir almış. Paraya kul köle olmuş bazıları...Gözünü kırpmadan yuva dağıtanlar, cana kast edenler, hırsızlık yapanlar, emeğe kara çalanlar...

Benim merak ettiğim; hiç mi korku yok bu insanlarda? Bir gün bu hesapların kesileceği hiç mi akıllarına gelmez??Günü kurtaran, kendini kurtaran, kesesini dolduran, hak yiyen, insanlığını unutan,... bir gün gelip ben ne yaptım demez mi??? En büyük günah insanlıktan çıkmak değil mi???


Bugün içim hiç iyi değil...Hiç güzel birşey yazasım yok. Kusuruma bakmayın!

 

6 Kasım 2012 Salı

İstanbul'un Yeşili Bizim

Günlerdir izliyorum İstanbul Maslak'taki Fatih Ormanı ile ilgili yapılan tartışmaları.

Önce kıymeti kendinden menkul bir müteahhidimiz çıkıp beyaz atlı bir süvari edası ile bahsi geçen ormanı yapacağı siteye bonus olarak kullandı. Hem de günlerce ve tüm ana kanallarda...Aynı reklam tüm radyolarda da aynı anda yayınlanmaya başladı. Bu reklam milyonlarca insana ulaştı ve nihayet tepkiler başladı.
Öncelikle; Maslak ve civarında oturanların sesi yükseldi. Sosyal medyadan isyan ettiler, "Ormanımıza Dokunma" diye. Sonra bu ses yavaş yavaş yayıldı, pekçok duyarlı İstanbul'lu bu sese destek verdi. Çünkü İstanbul'da yaşayanlar bilir ancak, bir tek ağacın bile İstanbul için ne kıymette olduğunu...
İstanbul büyük bir metropol, Avrupa'nın pekçok ülkesinden daha kalabalık bir nüfusa sahip. Burada nefes almak zor, burada yeşil görmek için mutlaka ciddi organizasyon yapmak ve bir yerlere gitmek zorundasınız. Şehrin ortasında yeşil alanlar malesef çok azaldı. Olan birkaç yeşil silüete de doğal olarak İstanbul halkı sahip çıkmalı. Tepki vermeli. Bu yeşil alanların halkın malı olduğunu unutanlara hatırlatmalı!

Sosyal Medyada başlayıp bir kısım yazılı basına da malzeme olunca verilen bu tepki daha fazla göz ardı edilemedi sanırım ve bazı bürokratlar konuyla ilgili yalanlayıcı açıklamalar yaptı. O bölgenin zaten imara açık bir arazi olduğu, orman vasfını yitirdiği, bahsi geçen reklamda Fatih Ormanı görüntülerinin izinsiz kullanıldığına dair... Ancak, sanırım çok tatmin edici açıklamalar değildi bunlar. Bir de pekçok insan dedi ki; "Burası Türkiye, bu yalanlamalar üç gün sonra unutulur ve O ormanlar birilerine peşkeş çekildiği ile kalır". İstanbul'u seven ve burada hayatını kuranlar bu konunun takipçisi olmalı. Fatih Ormanı'nın ya da diğer İstanbul Ormanlarının durumunun takipçisi olmalı. Binlerce yıllık geçmişi olan bir şehrin, Dubai gibi çöldeki bir vaha haline gelmesinin önüne geçilmeli. Benim gördüğüm kadarıyla yapılan bu gökdelenler, plansız ve zevksiz büyüme, İstanbul'u görgüsüz bir Arap kenti yapmaktan öteye geçemeyecek. İnşallah yanılırım. Bunu tüm kalbimle diliyorum.

Yaklaşık 7-8 sene önce Ayvalık'ta, tam Şeydan Sofrası'nın karşısındaki ormanın yandığı zamanı hatırlıyorum. Gerçekten gözyaşları içinde izlemiştik kanallardaki görüntüleri. O ormanlar ki, her yaz tatilinde günbatımı fotoğraflarımıza mekan olmuş güzellikte çam ormanlarıydı. Birkaç saat içinde yanıp bitmiş, kapkara bir leke gibi kalmıştı Ayvalık manzarasında. Pekçok kişinin katkılarıyla yardım kampanyaları yapıldı. Sadece Ayvalıklılar değil; tüm Ege, hatta Ayvalık'ta birkez olsun tatil yapıp o güzelliği yaşamış olan herkes, katkıda bulundu. O tepeler zamanla tekrar ağaçlandırıldı. Her yaz nasıl yavaş yavaş yeşerdiğine şahit oluyoruz. Ve çok mutlu oluyoruz. Çünkü o ormanı yeşertmekle geleceğimize bir yatırım yaptığımızı biliyoruz.

Ayvalık örneğinde yaşadığımız gibi, her yıl ülkemizde pekçok orman yanıyor. Pekçoğu malesef yandığıyla kalıp hemen imara açılıyor ve buralardan rant elde ediliyor. İstanbul ormanları da aynı rant davasına kurban edilmemeli.


İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Bunun aksini söyleyecek insan pek fazla yoktur diye düşünüyorum. Ama İstanbul'un güzelliği sadece Boğazıyla, yalılarıyla, tarihi eserleriyle, gökdelenleriyle sınırlı kalmamalı. İstanbul ormanlarıyla da bilinen, yeşili, tabiatı ile de dünyanın en dikkat çekici şehirlerinden olmalı. İnsanlar rahat nefes almalı, huzur bulmalı. İnsanlar buralarda spor yapabilmeli, bisiklete binmeli, ailecek haftasonları gidebilmeli. Sadece belli bir kesimden insan değil, herkes canı çektiğinde toprağa ayağını basabilmeli...O ormanlarda yaşayan yüzlerce canlının yaşam hakkı elinden alınmamalı. Bunu sadece bizler yapabiliriz. Bu şehirde yaşayanlar... Aksi olursa bizden daha fazla etkilenecek kimse yok ki...

YEŞİLİMİZE SAHİP ÇIKALIM. BUNU SADECE BİZ YAPABİLİRİZ....

4 Kasım 2012 Pazar

ÖZEL OKULUN ÖZEL KIZLARI

Önümüzdeki sene liseden mezun oluşumuzun 25.yılı olacak.
25 koca yıl!
Dile kolay Çeyrek Asır!

Lise dediğimde biraz basit bir ifade kullandığım hissine kapıldım. Düzeltmeliyim.
Ben İzmir'in en özel okullarından birinde okuma şansına eriştim. Okulumuz 100 küsür senelik tarihiyle ve değerleriyle bir aile yuvasıydı. Bir kız okuluydu. (Yani en azından biz lise ikinci sınıfa gelene kadar öyleydi-o yıl hazırlık sınıfına erkekler alınmaya başlandı).
İlkokulu bitirdiğimiz yıl, özel okullar sınavında başarı gösterek girdiğimiz okulumuzda bir yıl hazırlığın ardından ortaokul ve lise günlerimizi geçirdik.

 
İzmir'in en yeşil alanlarının birinde kurulu olan okulumuzun her binası tarih kokardı. Kullanılmaktan aşınmış mermer basamakları, türlü anılarla dolu sıraları, ulu çam ağaçları... O yıllarda, bir okulda çok fazla rastlayamayacağınız kadar dolu ve düzenli kütüphanesi.

Bizler; 10 yaşında girdiğimiz okulumuzda büyüdük,serpildik... Birey olmayı, iyi insan olmayı, haklarımızı savunmayı, yardımlaşmayı, dürüstlüğü, sevgiyi, bağlılığı, hakkaniyetli olmayı, saygıyı öğrendik. İyi bir eğitim aldık. Çok iyi öğretmenlere sahip olma şansını yakaladık. "Cumhuriyet Kızları" olarak yetiştirildik. Sanatı, sanat tarihini, dekorasyon, mutfak ve el becerilerini, derslerimizin yanında işledik. Ana dilimizin yanı sıra ikinci bir lisanı ana dilimiz gibi, o dilde rüyalar görebilecek kadar kapsamlı öğrendik. Her konuda donanımlı bireyler olarak hayata hazırlandık.

Şansımız olan öğretmenlerimizin hepsi seçilmiş özel eğitimcilerdi. Yerli ve yabancı pekçok farklı eğitimci hayatımızda iz bıraktı. Kimini hiç unutmadık. Kimi bugün olduğumuz insan olmamızı sağlayacak kadar özel insanlardı. Geçen ay kaybettiğimiz ve ömrünü okulumuza ve biz öğrencilerine adayan bir insan olan Bercis Hanımı nasıl unutabiliriz... Onun hali tavrı, disiplinli ama sevecen yapısı her birimizin içinde özel bir iz bırakmıştır. Geçen bu 25 yıl içinde kimi öğretmenlerimizi kaybettik, kimi görünce hala adımızla seslenebilecek kadar bizimle. Hepsini saygı ve sevgiyle hatırlıyoruz.

Okulumuz gerçek bir aile yuvasıydı. En özel anılarımız, en özel arkadaşlıklarımız, dostluklarımız o okul sıralarında yaşandı. Ailemizle olduğundan daha fazla zamanı okulda geçirdik. En lezzetli yemekler, en keyifli sohbetler okul yemekhanesinde, ya da Co-Op'ta (kantin) yendi. Sırlar paylaşıldı, haylazlıklar yapıldı, hayaller kuruldu...

Aradan 25 yıl geçti, 25 koca yıl...Ve bu 25 yıl içinde farklı arkadaşlıklar, dostluklar, anılar biriktirildi. Ama o yıl, O okuldan mezun olan 100 genç kız, birbiri için hep çok özel kaldı. Her rastlantıda hala okul sıralarındaymışçasına samimi sohbetler kuruldu. O günler hep özlendi,hep sevgiyle hatırlandı.

Şimdi önümüzde bir fırsat var. Önümüzdeki yıl yapılacak re-union için sıkı bir plan yapmalıyız. O gün olabildiğince kalabalık bir şekilde biraraya gelmeliyiz. Eski günleri anmalı, gülmeli, gürültü yapmalı, eğlenmeliyiz. Kaybettiklerimizin arkasından ağlamalıyız. O günleri tekrar paylaşmalıyız. Hepimiz yoğunuz, çoğumuz çalışıyoruz, çoluğumuz, çocuğumuz var, bazılarımız başka şehirlerde ya da ülkelerde yaşamlar kurduk. Normal zamanlarda biraraya gelmek için çok çabalamıyoruz. Önceliklerimiz var ve zamansızlık ya da mesafeler yüzünden malesef çok biraraya gelemiyoruz. Bu nedenle, 25. yıl buluşmasını biraraya gelmek için fırsat olarak görmeliyiz. Hem de çok önemli bir fırsat.
Haydi kızlar! Güzel bir plan yapalım. Böyle özel bir fırsatı kaçırmayalım!!!
Hepinizi çok Özledim....
 

2 Kasım 2012 Cuma

Bir Ergenle Yaşamak - 3

Evdeki durumlar artık malumunuz. Ara ara yazıyorum ve yazmaya da devam edeceğim. 13 yaşındaki nurtopu gibi bir ergenimiz var ve bazen bununla ilgili sıkıntılar, sorunlar, eğlenceli durumlar yaşıyoruz.

Aslında hepimizin bu dönemlerden geçtiği malum, ama unutuyoruz yaşadıklarımızı. Bir de tabii, bizler daha farklı koşullarda yaşadık ergenlik dönemlerimizi. Bu kadar açık bir toplum değildi yaşadığımız.Aileye ya da çevreye karşı daha fazla bir sorumluluk duygumuz vardı. Çoğumuz ev hanımı annelerimizin yardımcısı olmak durumundaydık, öyle bulaşık makineleri, mikrodalgalar yoktu. Her iş daha meşakatli ve zaman alıcıydı. Dolayısıyla işler paylaşılır, çocuklar aile içinde sorumluluk alırdı. Fırından ekmek almak bile bir işti; şimdi bakkallar evlere servis yapıyor... Ben çok net hatırlıyorum, annem kendi iç çamaşırlarımı bana ütületir, sofrayı bana kurdurtur, kaldırtır, sıcak günlerde balkonu bana yıkatırdı. Hem de 8-9 yaşından itibaren, bu işler benim sorumluluğum olmuştu. Annem yatağımı asla toplamazdı. Salonun tozunu ara ara bana aldırdırdı. Bunları zalim olduğundan filan da yapmazdı, bana sorumluluk öğretmek için yapardı...(Tabii bunu şu anda anladığımı ve ifade edebildiğimi söylememe gerek yok, o günlerde annem dünyanın en zalim, en acımasız insanıydı!!!)

Günümüz annelerinin bir çoğu çocuklarına sorumluluk vermek yerine çocuklarının zaten olması gereken yükümlülüklerini bile üstlenerek farkına varmadan çocuklarına kötülük ediyorlar. Bahaneler ise hep aynı. Çocuğum çok yorgun, dersi çok fazla, zaten hasta biraz, ...vs. Ödev yapanlar, internet araştırmalarını üstlenenler, çocuğun her türlü sosyal ya da psikolojik sorununu çözmek için uğraşanlar, arkadaşlarıyla ilişkilerini düzene koymaya çalışanlar...

Ben de dönem dönem bu hataları yaptım. Bazen de yapmaya devam ediyorum. Ancak; benim çocuk yetiştirirken çok demokratik olmak gibi bir kaygım yok. Ben öncelikle bir anneyim. Kızıma doğru ve iyi bir insan olmayı öğretmekle yükümlüyüm. Tabii ki mutlu bir çocuk olmalı, sevgiyi doyasıya yaşamalı, ama üzülmesi gereken yerde de üzülmeli, her türlü davranışının sorumluluğunu kendisi taşımalı. Her ailenin farklı yapıda ve özellikte olduğunu anlamalı ve kabullenmeli. Kıyaslamalar yapmamalı. Bizim ailemizin tek ve biricik olduğunu, kurallarımızın ve yaşam şartlarımızın bize özel olduğunu bilmeli. Arkadaşlarıyla sorunu varsa kendi çözmeli, bir derste sıkıntı yaşarsa kendi başa çıkabilmeli, eve dahil olmalı-sonuçta bizimle yaşayan bir misafir olmadığını anlamalı. Özellikle kendi odasının sorumluluğunu taşımalı. Okulda unuttuğu kitap yüzünden yapmadığı ödevinden dolayı ceza alıyorsa bundan ders çıkarması gerektiğini anlayabilmeli. Bir daha da o kitabı unutmamalı.

Kızım okula başladığı ilk yıllar bir kaç kez okulda kitap unuttu. Hiçbir zaman bu nedenle okula gitmedim. Gerekirse sabah erkenden okulda o ödevi yaptı. Ya da ceza aldı. Senelerdir de bu konuda bir sıkıntı yaşamıyor, çünkü alması gereken dersi aldı. İki üç senedir masayı toplamaya yardım ediyor, en azından kendi tabağını mutlaka kaldırıyor. Yardımcımızın olmadığı günlerde mutlaka bulaşık makinesini boşaltıyor.  Odasını toplaması gerektiğini ve oranın kendi sorumluluk alanı olduğunu biliyor (ama çoğunlukla dağınıklığı sevdiğini söyleyerek toplamıyor:)!) Haftaiçi TV seyretmesi yasak. Ödevi olsa da olmasa da, evimizin kuralı bu! Haftasonu boş zamanlarında istediğini yapmakta serbest, öncelik ise tabii ki ödevlerde.

Tabii bunların kızım tarafından çok büyük bir içsel kabul gördüğünü düşünmeyin. Her türlü kuralı delmek için sonsuz bir çaba içinde hala. Örneğin; ödevi yoksa mutlaka bir kere şansını deneyip, "TV seyredeyim mi?", diye soruyor ama, hep aynı cevabı alıyor. Eminim ki; benim çok katı olduğumu düşünüyordur. Hatta bana için için sinir oluyordur. Ara ara atışmalarımız başladı bile. Olsun! Bu da olması gereken bir durum, yeter ki birbirimize onarılması imkansız kalp kırıklıkları yaşatmayalım!!!


Bu arada odasının bütün duvarlarına yapıştırmaya başladığı müzik grubu, ya da artist posterlerine de alışmam ve kabullenmem gerektiğini unutmamalıyım. Sürekli bir konuya takılıp o konuyla ilgili bizi bayıltana kadar konuşmasına alışmalıyım. Yaptığı tuhaf esprilere hazırlıklı olmalıyım. Ayarını bazen kaçırdığı el şakaları ile ilgili çok tepki vermemeliyim. İnanılmaz açılan iştahına ve pis boğazlığına şaşmamalıyım. Tembel ve dağınık hallerine daha az tepkili olmalıyım. Zaman zaman yaşadığı nevrotik patlamalara hazırlıklı ve sabırlı olmalıyım... Tüm bunlarla ilgili de kendime sürekli telkinde bulunmalıyım!

Kısacası evde bir ergenle yaşadığımı unutmamalıyım!!!

1 Kasım 2012 Perşembe

Lodos'dan Ötürü

Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" filminin en güzel, en akılda kalıcı repliği o harika Trakya şivesiyle söylediği "Senden ötürü..." değil miydi? Uzunca bir süre ağzımızda yer etmişti, yerli yersiz kullanıp durmuştuk. 

Geçen hafta yaşadığım iç sıkıntısının, çarpıntıların, sürekli devam eden bir boyun ağrısıyla sinsi sinsi ben buradayım, geliyorum diyen baş ağrılarımın sebebi bütün haftasonu devam eden lodosmuş. Hatta yaşanan bu iç sıkıntıları, iç huzursuzluk olarak aile içine de sızdı tabii. Genel bir çemkirme hali sezildi ortamda:)))

Herkes bir gergin, bir rahatsızdı. Kimi uykusuzluktan şikayet ediyordu, kimi iştahsızlıktan.

Eklem ağrıları, gerginlik, tansiyon problemleri, migren ağrıları...hep konuşuldu. Herkes bir derdini anlattı durdu. Sonuçta da hep "e tabii, Lodostan ötürü..." dendi.

Ne rüzgarmış mübarek. Feleğimizi şaşırttı. Tüm ülke etkilendik. Hatta 29 Ekim törenlerinde bile kriz çıktı! Cumhurbaşkanıyla Başbakan sinirsel barikat gerilimi yaşadı.  Lodos onlarda da gerginlik yaratmış anlaşılan. CHP'li yönetici darbe çağrısı yapmış, herhalde onun da başında bir ağırlık, zihninde bir bulanıklık oldu..Polis biber gazı sıktı, içi sıkılan vatandaş ferahlamak için Kordona, Bağdat Caddesine koştu...Bir de kırmızı iç açar, güzel renktir diye herkesin elinde bir al bayrak...Ayak, bacak ağrısı çeken, eklem ağrısı olanlar Anıtkabire yürüdü.   "E tabii, Lodostan ötürü..."

Bu arada Facebook'ta Ağaoğlu'nun yeni yapacağı Maslak sitesine savaş açanlar oldu. "Ormanımıza dokunma!", diye kampanyalar başladı. Habire dönüp duruyor sanal ortamda. Bunlara da kaşıntı yapmış lodos. Uğraşılır mı bu adamla, valla arkası sağlam (!) demedi demeyin...

Ah, bu lodos 3 gün esti, darmadağın etti ortalığı. Ne huzur bıraktı millette, ne akıl. Zaten üç kuruşluk aklımız vardı, onu da savurdu, götürdü bilinmeyen bir yerlere. Ya da belki tersi mi oldu acaba??? Olabilir mi, uyuyanlar uyanmış, aklımız başımıza gelmiş olabilir mi???