25 Aralık 2013 Çarşamba

DUYGUMUZ MU KALDI SÖMÜRÜLECEK???

İnsanlara bir şey yaptırmanın, bir mal satmanın en kolay yoludur "duygu sömürüsü" yapmak. İnsanoğlu bebeklikten öğrenir. Minnacık bebeler hangi surat ifadesiyle bakarsa anasına babasına işini gördüreceğini, küçücük çocuklar hangi cümleleri kurarsa istediği oyuncağı aldırabileceğini, öğrenciler öğretmen ya da velilerine nasıl davranırlarsa daha kolay işlerini yoluna koyacaklarını...
Genelde hep duygularla oynanır, kalpteki bir yaraya basılır, ya da bir sızı kanırtılır.

Yani bebeklikten yolunu öğreniriz iş yaptırmanın. Sonra bu durum ticarete kadar uzanır. Farkındaysanız, millet olarak dini değerlerimizin yükselmesiyle son yıllarda bayramlarda, seyranlarda pek çok marka satış arttırıcı olsa da reklamlarında bu tarz duygu sömüren mesajlar kullanmaya başladı. Üstelik ülkemizde faaliyet gösteren pek çok yabancı şirket de aynı yöntemi kullanıyor. Ramazanda kurulan büyüük sofralar, dedelere ninelere yapılan bayram ziyaretleri, telefonlarda verilen mesajlar...

Evet izlerken belki duygulanıyoruz ama aslında hepsinde amaç aynı: "Benim ürünümü al..."

Herkesin yaralı olduğu bir konu var. Aranmamak, yalnızlık, (bayramda tatile gidenlerdeki) suçluluk duygusu, aile büyüklerinin kaybı... Daha pek çok duygu bu şekilde istismar ediliyor. Mesela bir çikolata firmasının bayram reklamında oynayan yaşlı dede, vefat etmiş, haberi olan var mı? Ben de şu anda yazıyı yazarken öğrendim. Nur içinde yatsın......

En son izlediğim bir telefon şirketi reklamındaki insanların, "sadece sesini duymak istedim..." demeleri, nasıl benim babacığımı aklıma getirip, "onun sesini duyamıyorum bari annemi arayayım vesileyle", mesajını benim beynime beynime sokabiliyorsa, aslında yaptığım her aramanın o şirkete para kazandırdığı gerçeğini değiştirmiyor. Amme hizmeti yapmıyorlar sonuçta.

Yani anlayacağınız, ben böyle duygu sömürüsü ile yapılan her türlü tanıtıma sinir oluyorum. Çünkü biliyorum ki, her birinin altında aynı amaç yatıyor, "para kazanma hırsı!" Bunun için de, benim duygularımla oynamanın kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum.

Diziler, sinema filmleri hatta haberler... TV'lerde de ne kadar ağlaklık o kadar rating değil mi zaten?

Çok oyuna geliyoruz çoook... Ayrıca, sağımız solumuz iç kıyıntısı, bir de bunun başkalarınca kaşınması çok mu lazım yani?

Hepten yasaklasınlar kardeşim böyle abuklukları. Hiç birimizin daha fazla üzdürülmeye ihtiyacımız yok! Gerçekler yeterince üzücü ve iç karartıcı zaten bu aralar. Daha fazlası bünyemize dokunuyor artık, kaldıramıyoruz.

Sevgiyle...

19 Aralık 2013 Perşembe

BİR YILI DAHA DÜRDÜK KENARA KOYDUK...

2014 girmeye çok az kalmışken 2013'ü nasıl geçirdik diye düşündüm. Sanki 2013 kötü bir yılmış gibi bir inanmışlığım vardı. Oysa düşününce, bu yıl aslında ben ve ailem için pek çok güzelliği sunmuş bize, hakkını yememek lazım.


Bir kere, çok şükür sağlıklıymışız genel anlamda, ufak tefek sorunlar tabii ki yaşanmış ailemizde, ayrıca ara sıra ülke sorunları, iş sıkıntıları gibi konuların verdiği yürek kalkıklıkları da olmuş ama, bunların hiçbiri önemli sorunlar olarak sayılamaz tabii... Okul başarıları, mezuniyetler, lise başlangıcı gibi hem kızımız, hem de bizim için farklı bir evre açılmış önümüzde. Evimizi değiştirmemiz, yeni komşular, yeni bir ortam. Bunlar ferahlık demek, tabii evin oturulmaya hazır hale getirilmesi süreci yorucu, stresli ve bol masraflı bir süreç oldu, kabul etmek lazım.

Sonra bir köpek sahibi olduk bu yıl. Ayıp olmazsa şöyle bir benzetme yapayım; bir çocuk sahibi olmak nasıl insan hayatına bomba gibi düşerse köpek de bizim ailemizde aynı etkiyi yaptı. Son derece kısıtlayıcı, son derece sorumluluk isteyen bir şey, ama öyle bir sevgi ve mutluluk ki her şeyi unutturmaya yetiyor. Zeytin kızım, bir kez daha hoş geldin ailemize, yuvamıza...

Bu yıl ayrıca hem ailecek tatiller yaptık, yeni ülkeler gördük, hem de iş bağlantılı fuarlara, yeni ülkelere, yeni pazarlara gittik. Bol bol gezdik, gördük, eğlendik, yedik, içtik, şükürler olsun!

Bu arada,  memleketle ilgili yaşanan tuhaflıklara bir şaşırıyoruz, bir garipsiyoruz ama zamanla sanki bir dönem alışıyoruz sonra gene bir şeyler oluyor hadi baştan şaşırıyoruz, garipsiyoruz.... 2013'de silsile halinde tenis maçı seyreder hissiyatımız daha bir süre devam edecekmiş gibi görünüyor.

2013'te iyi insanlarla karşılaştım, yeni dostluklar kurdum, eskilerden kaybettiklerim, belki biraz uzaklaştıklarım ya da kıymetini anlayıp peşine düştüklerim oldu. Bazen yalnızlaşmak istediğim de oldu, kendimi dinlemek, aileme odaklanmayı seçtiğim de...

Şimdi düşünüyorum da 2013 her bakımdan, pek çokları için  biraz yüzlerdeki maskelerin düştüğü, gerçek niyetlerin ortaya dökülüp saçıldığı bir yıl olmuş. Aslında fena bir yıl olmamış, tabii doğru okuyabilene, anlayabilene...

2014'ten beklentilerim yüksek. Kendim, Ailem ve dost bildiklerim için sağlık bekliyorum, huzur ve keyif, iş hayatında başarı istiyorum. Sevgi ve hoşgörü diliyorum kalpleri hırsla dolu tüm insanlar için. Herkes için mutlu günler istiyorum. Çok şey mi istiyorum???

Sevgiyle...

6 Aralık 2013 Cuma

SOKAK HAYVANLARI

Ben bir hayvan severim. Öyle olduğumu düşünüyorum. Hayvanları hep çok sevdim, ama ne çocukluğumda ne de gençliğimde kendime ait bir hayvanım olmadı. Aslında sokak hayvanlarına da hep biraz mesafeli yaklaştım. Biraz da temizlik takıntım var çünkü. Demem o ki, bir "Panter Emel" falan olmasam da, hayvanları çok seviyorum.

Evde üç senedir bizimle yaşayan bir Maviş oğlumuz var, içine insan kaçmış muhabbet kuşumuz. İşyerimde sokaktan kurtardığım sağır bir Ankara kırması kedim var, Pamuk. Agresif bir oğlan, maalesef sevgisini ısırarak belli eden ve asla fazla ilgiden hoşlanmayan bir karakter. Yumuşacık okşanası bir kedi değil. Bir de Zeytin'imiz var. Küçük kızımız, goldenımız. O da tam şımarık, sevgi arsızı...

Hayvanlarla ilişki kurdukça, onları tanımaya başladıkça, görüyorsunuz ki, her birinin ayrı bir karakteri var. Yeri yurdu belli olan ya da bebeklikten büyüttükleriniz sizin huyunuzu suyunuzu alıyor da, sokaktan sahiplendikleriniz genellikle öyle travmalar yaşamış oluyorlar ki, kolay kolay atlatamıyorlar.

Mesela bizim Pamuk. Ben bulduğumda üç aylık filandı ve götürdüğümüz veteriner biz onu sokaktan kurtarmazsak yaşamasının mümkün olmadığını, sağır olduğu için ya bir araba altında kalacağını ya da başka hayvanlarca parçalanacağını söylemişti. Şimdi sıcacık bir yeri, oyuncakları, leziz mamaları, herşeyi var. Tüm hırçınlığına rağmen bolca sevgi de görüyor, ama sanki mutlu değil gibi... Bir ara aklı gücü sokaklara kaçmaktaydı, şimdi geçti. Gene de bazen, acaba onu sahiplenmekle kötülük mü yaptım diye düşünüyorum. Ne de olsa özgürlüğünü kısıtladım. O başına buyruk bir oğlan, belki de özgür olması, sokaklarda serserilik yapması lazımdı. Ne bileyim, ben kıyamadım işte...

Zeytin kızımızı bir çiftlikten sahiplendik, şimdi 7 aylık. Yaklaşık beş aydır bizimle. Dünya tatlısı ancak, ne de olsa büyük bir cins olduğundan şimdiden güçlü ve yürürken çok fazla çekiştiriyordu. Biraz da heyecanlanınca ısırma huyu vardı. Biz eğitime vermeyi tercih ettik. Beni eleştiren arkadaşlarım oldu. Evet ayrı kalmak zor, evet özlüyoruz. Ama, her hafta yanına gittiğimizde bir şeyler öğrendiğini görüp mutlu oluyoruz. Emanet ettiğimiz yere ve oradaki insanlara da güvendik. Zeytin'e eziyet etmediklerini gördük. Öyle aç filan bırakmıyorlar, dövmüyorlar da... Eğitimi ödülle yapıyorlar. Ödül olarak kullandıkları şey sosis. Yani bizim içimiz rahat. Zaten bir iki hafta sonra Zeytin eve geri gelecek. Şanslı bir köpek, onu çok seven, özleyen bir ailesi var. Üstelik şimdi daha kurallı olacağından daha da mutlu bir köpek olacak, eminim.

Dün Zeytin'e uğradım. Eğitim için bıraktığımız yer biraz şehir dışı gibi, Taşdelen'le Riva arası bir yer. O civarda inanılmaz sokak köpeği popülasyonu var. İçlerinde çok cins olanlar var. Kimi terk edilmiş. Sokağa alışık olmayan hayvanlar kimisi. Neredeyse hepsinin kulağı küpeli, ancak o kadar çok yavru köpek var ki etrafta, ben bu küpeli köpeklerin kısırlaştırıldığını da sanmıyorum. Bana biraz aldatmaca gibi geliyor. Dün gene sokağın kıyısında iki tane minnacık yavru vardı ve araçların peşinden koşturuyorlardı. Bir kardeşlerini maalesef bir araba ezmiş kenarda cansız yatıyordu. İçim acıdı hallerine. Oradaki hayvanlar aç  ve öyle bakımsızlar ki...İstanbul'da pek çok yerde aynı manzarayla karşılaşıyorsunuz. Özellikle Şile, Riva, Kurtköy, Ömerli taraflarında başıboş yüzlerce köpek var. Kış geldi ve bu aç hayvanlar birbirlerine ya da insanlara saldıracaklar çok yakında.  Pek çoğu donacak, telef olacak.

Elimden ne gelir ki, diye düşünmemek lazım. Ben en azından kapımın önüne bir tas su koyuyorum sokak hayvanları için, ayrıca yenmeyen, çöpe gidecek yemek artıklarını toplayıp sokak hayvanlarının çok olduğu yerlere götürüyorum. Benim elimden gelen bu, ama bana ne demiyorum , diyemiyorum.

Lütfen siz de apartmanınızın, sokak kapınızın, ya da iş yerinizin önüne bir kap su koyun.  Bir köpeğin gözlerindeki minnet ifadesi kadar insanı tatmin eden, ruhen doyuran başka hiçbir şey olamaz çünkü...

Sevgiyle...

3 Aralık 2013 Salı

SIRTTA HANÇER BELASI

Alışmadık ...te  don durmaz... mı ne, öyle bir laf vardı.

Geçen hafta sonu spor yapayım dedim. Normal yürüme bandı, bisiklet derken aletlerin cazibesine kapılıp sırt ağırlığı çekeyim dedim. Hepi topu 10 kilo. Hepi topu 10 tekrar... Üzerine bir de 10 tekrar kürek çektim.

Yaptım, amman dedim, ne güzel sırtım da çalıştı. Mutlu oldum, kendimden memnun oldum..

Bir gün geçti, iki gün geçti, üçüncü gün aniden sırtıma bir hançer saplandı, nefesim kesildi. Öylece kalakaldım kapının ağzında. Herhalde dedim, kalp krizi böyle bir şey. Babadan da zaten miras var. Eh dedim, iyi yaşadım, güzel yedim, içtim. Kendimle sıkıntım yok da...kızım daha küçük... Doyamadım yahu.

Valla gidiyorum sandım, yok böyle bir sancı. Dünden beri, sırtımda aynı hançer, ara ara hançeri kanırtarak çeviren, iki kürek kemiğimin arasını oyan bir caniyle dolaşıyorum. Oturamıyorum, yatamıyorum, nefes alamıyorum. Ben ki, ağrı eşiği çok yüksek bir insanım. Ben ki, doğumumun başladığını anlamayacak kadar dayanıklıyım. Bu ne ya böyle... Gözlerim pörtlüyor valla. Habire sırtımı kıtırdatma isteği var içimde. Hani minik ayaklı biri olsa, sırtıma çıksa hafif hafif dolaşsa...

Dünden beri sırtımı nane mentol kokulu pomatlarla ovduruyorum, buram buram kokular saçıyorum. Öyle ki, kendi kokumdan sürekli gözlerim yaşarıyor. Öyle yakıcı. Ama valla razıyım, yeter ki biran önce şu dayanılmaz ağrı dinsin. Kollarım kalksın, normal halime döneyim.

Üstelik benim liseden beri bel fıtığım var. Dönem dönem de tutar hani. Zordur bel fıtığıyla yaşamak. Öğrenmek gerekir düzgün oturmayı kalkmayı, hareket etmeyi. Ben de yirmi küsür senedir bilir ve ona göre çok dikkatli yaşarım. Pek kimselere çaktırmam sıkıntılarımı ama, bu ağrı başka, ne yapsan olmuyor. Kollarımı bile kaldıramıyorum. Kas ağrısı, sinir sıkışması artık her ne ettiysem kendime...

Birkez daha anladım ki, bilip bilmeden spor da yapmamak lazım. İnsanın başında yönlendirecek, hareketi doğru yapmayı gösterecek biri şart. "Eğitim şart" yani. Böyle sakatlanmalarda insan çaresiz kalıyor.Bir şey değil, zaten çok spor meraklısı değilim, kırk yılın başı heves ettim de birkaç kez üst üste spora gittim. Şimdi hepten vaz geçmezsem iyidir.  Anlaşılan iyileşene kadar böyle yarım yamalak ve de kokular saçarak dolaşacağım, MECBURRR...

Ey, dostlar. Kusura bakmayın. Beni seven, mis kokuma da katlanır.
Gene de siz siz olun yanıma fazla yanaşmayın, bu aralar göz yaşartıcı etkim var...

Sevgiyle...

20 Kasım 2013 Çarşamba

"KIYIR KIYIR" SUSAMLI HALKA

Annem has İstanbul'ludur. Hani derler ya, yedi göbek İstanbullu... Hukuk fakültesinde okurken babama aşık olunca, kendini İzmir'de bulmuş ve İzmir gelini olmuş. Gerçi, Annem  İzmir'i çok sevdi, yeni ailesine (babamın ailesine) dört elle sarıldı ama, ben hep kalbinin bir yerinin İstanbul diye sızladığını hissettim. Ben evlenip de yolumuz İstanbul'a düşünce, annem sık sık gelsin istedim, özlemi biraz kırılsın diye. Bize geldiğinde de hep çocukluk arkadaşlarıyla ya da Kandilli Kız Lisesi grubuyla bir araya gelsin, eskiyle bağı devam etsin istedim. Çok sık olamasa da annem geldikçe eski dostlarıyla görüşüyor, özlediği yerlere gidiyoruz, geçmiş zamanları konuşuyoruz.

Bu hafta annem geliyor. Sabırsızlıkla bekliyorum. 
Aslında hepimiz hala çocuğuz. Birilerinin çocuğuyuz. Ne kadar büyüsek de en çok da nazlanmayı, nazlatılmayı özlüyoruz. Babamı kaybettikten sonra, ailemizin direği artık annem. Onu hep çok özlüyorum. Çünkü yıllardır tüm ailemden uzağım, benim de bir tarafım hep kırık...Yani annemin yıllar önce İzmir'de yaşarken hissettiklerini şimdi ben İstanbul'da hissediyorum. Hep özlemle besleniyorum.

Annem özel bir insandır. Bilgili ve kültürlüdür. Arada enteresan kelimeler kullanır. Kimi İstanbul'a özel, kimi annemin de kayınvalidesinden öğrendiği Rumeli kökenli kelimeler... Eşim bunlara çok güler. Bir ara çetere tutardı "annemin tuhaf kelimeleri" diye, hatta dalga geçerdi, "uyduruyorsunuz" derdi. Annem de ciddiye alıp şahitler bulmaya, doğruluğunu ispata çalışırdı. Hala arada yeni kelimeler bulur annem bazılarını ben bile ilk kez duyarım. Bir gün tüm bu kelimeleri paylaşırım. Gerçekten arada çok komikleri var.
Neyse, annemin bir lafı da "kıyır kıyır"dır. Eşim hiç duymamış, duyunca da şaşırmıştı. Oysa pekçok kişinin bilip kullandığı bir tanımlamadır. Yiyeceklerin tazeliğini, yapısını anlatmak için kullanılır. Kurabiye börek gibi hamur işlerine özellikle kullanılır. Kıtır kıtırdan çok farklıdır aman karıştırmayın:-)

Bu sabah annem yarın gelecek diye; onun da sevdiği "kıyır kıyır" nefis Susamlı Halkalarımdan yapayım, evde çayın yanında hazır bir atıştırmalığımız olsun istedim. Sabah kızımı okula yollayıp bu çok kolay kurabiyeyi yaptım. Bu kurabiye hem çok kolay hem de uzun zaman taze kalabiliyor. Ne tatlı ne tuzlu. Belki denersiniz diye tarifi de taze taze paylaşayım dedim.



Kıyır Kıyır Susamlı Halka

Malzemeler
250 gr. Oda sıcaklığında margarin
1 çay bardağı sirke
1 çay bardağı sıvıyağ
1 çay bardağı toz şeker
1,5 tatlı kaşığı tuz
1 paket kabartma tozu
1 yumurta (sarısı içine konup beyazı üzerine ayrılacak)
Aldığı kadar un (kulak memesi kıvamında)
Üzeri için susam

Yapılışı:
Tüm malzeme güzelce yoğurulur. Ele yapışmayan kıvamda bir hamur olunca 15 dakika kadar bekletilir. Fırın tepsisine pişirme kağıdı konur. Hamurdan minik parçalar koparılıp halka şekli verilir ve önce yumurtanın beyazına sonra susama batırılır ve tepsiye dizilir. Bu kurabiyeler fazla kabarmaz ama gene de aralarında biraz mesafe bırakmakta fayda var. 175 derecede önceden ısıtılmış fırında susamlar pembeleşene kadar pişirilir. 
Bu kurabiyeler, bir saklama kabında fazla havayla temas etmeden saklanırsa çok uzun zaman taze kalır ve mis kokulu demli çayınızın yanına çok yakışır. Afiyet olsun. 


Sevgiyle....


19 Kasım 2013 Salı

KORKU DÜZENİ

Şu hayattaki en büyük korkularınızın başında ne gelir?

Sevdiklerinizin, özellikle de çocuğunuzun başına kötü bir şey gelme ihtimali, değil mi?

Kızımı 14 yaşına sağlıkla getirdim. Ama, o arada öyle enteresan doktor hikayelerimiz oldu ki...

Bebekliğinde bizim çocuk doktorlarımız her ay kontrole çağırır, kilo boy artışına bakılır. Ne yedi, ne içti, günde kaç kere (affedersiniz) s.çtı?.... Öyle ki gram hesaplarıyla "A bu ay az kilo almış, şöyle besleyelim" "Eyvah boyu az uzamış, şu takviyeyi yapalım" diye bir stres yaratırlar, baskı uygularlar anne baba üzerinde. Oysa yurt dışında bebek sağlıklı ise, büyük bir hastalığı ya da sorunu yoksa altı ayda bir doktor kontrolüne gider. Onda da doktor lütfen boyuna kilosuna bakar ki; sizin içiniz rahat etsin.

Sonraki yıllarda yok skolyozu mu var, yok içe mi bastı, yok gözlerinin altı mı mor... diye bir sürü nedenle doktor kapısı aşındırır; o tahlile, bu çekime tonla para verir hale gelirsiniz. Gene de hep içinizde bir korku vardır. Doktorlar da bunu canlı tutar, o stresi üzerinizden atmanıza asla izin vermezler. Sonrasında erken ergenlik korkusu beslenmeye başlar. Boyu kısa mı kalacak, kilosu normal mi olacak, erken mi adet görecek, hormon tedavisi mi olmalı, kan tahlilleri, ultrasonlar.... Bitmeyen kontroller. Dünyalar kadar para yatar sektöre ve bu düzene.

Ne zamanki, siz çocuğu rahat bırakırsınız, hem sizin hem de çocuğunuzun içi rahatlar; işte o zaman çocuğunuz gerçekten sağlıklı olur, sağlıkla büyür. (Bu arada kızım için boyu maksimum 160 olur diyen endokrinolog prof.a gidip, 14 yaşında boyunun 171 olduğunu yüzüne çarpasım var ya, neyse...)

Biz kızımızı 14 yaşına sağlıkla getirdik (Allah ona daha nice sağlıklı yaşlar versin) evet ama, şimdi bir de minik kızımız Zeytin'imiz var. Fark edip görüyoruz ki, aynı korku düzeni can dostlarınız için de kurulmuş. Veterinerlerin bir çoğu, durumdan vazife yaratmaya meraklı. Tüyleri mi matlaşmış, kulakları mı kızarmış, fazla mı kilo almış ya da çok mu zayıf....Bir sürü nedenle sizi panik ortamına sürükleyecek konu var gündemde. İlaçlar, mamalar, kalsiyum hapları, çene geliştirici oyuncaklar, ..... Bitmiyor da bitmiyor. Herkes bir diğerinin fikrinin aksine konuşup kafanızı karıştırıyor. En iyi mama hangisi, en doğru veteriner kim??? Bir de eğitim meselesi var. Çalışan ve maalesef köpeğine gereken zamanı yeterince ayıramayan bizim gibi ailelerde, köpeğinizi eğitime vermek bir seçenek. Ancak, doğru eğiticiyi bulmak, en sağlıklı ortamı tespit etmek ve bunu yaparken dünyanın parasını vermemeye çalışmak için ciddi araştırma yapmanız gerekiyor. Köpeğinize güveneceğiniz ve içinizin rahat edeceği, en uygun eğitim yerini seçtikten sonra sürekli yanına gitmeniz ve ona sevginizi göstermeniz ve aynı eğitimi sizin de almanız gerekiyor. 


Zeytin'i bir çiftlikten sahiplendik. Bize geldiğinde çok küçük olduğu için gözümüz gibi baktık. Ancak, anne sütünden aldığı bir virüs nedeni ile neredeyse kaybediyorduk, zor kurtardık. O nedenle bizim için iyice kıymetli oldu. Şimdi 4 haftadır evden uzakta. Eğitimde. Her hafta iki kere ziyaret edip beraber oluyoruz. Ama çok özledik. Az kaldı yakında kavuşacağız. Eğitime verdiğimiz yerde bizi de çok güzel eğitiyorlar. Eğitimcimiz Şemsettin Bey gerçek bir hayvansever. Ömrünü bu yola vermiş. Hayatını köpekler üzerine kurmuş. Bizimle pek çok yeni bilgi paylaştı. Artık minik kızımızı nasıl daha mutlu edebileceğimizi biliyoruz. Sadece sevgi vermenin onun ihtiyaçlarını karşılamayacağını öğrendik.  Artık Zeytin'le ilgili konularda daha serinkanlı olmamız gerektiğini ve her tuzağa düşmememiz gerektiğini anladık.

Evlatlarımız bizim en zayıf noktamız. En hassas olduğumuz, içimize en dokunan konumuz. Ev hayvanlarımız da bize en bağlı, en karşılıksız sevgi veren dostlarımız. Her ikisi için de kurulan korku düzeninin çarklarından kendimizi korumamız lazım. Yoksa hem para hem de ruh sağlığımız açısından büyük kayıplar yaşamamız kaçınılmaz...

Sevgiyle...

12 Kasım 2013 Salı

UZAKDOĞUNUN KAPILARINA DAYANDIK...

Geçen hafta Hong Kong'daydık. Türk şarapçılığı için hedef olarak tespit edilen Uzakdoğu pazarına bir ilk adım atmak adına gene 10 üretici olarak "Wines Of Turkey" şemsiyesi altında Hong Kong Wine & Sprits Fair'a katıldık. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da İstanbul İhracatçı Birliklerinin desteği bizimleydi. Fuar 7-9 Kasım tarihlerinde gerçekleşti.

Bu genel bilgilendirmenin ardından biraz kendi gözlemlerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak isterim. Bu fuar benim ilk Uzakdoğu iş tecrübem oldu. Gitmeden önce İİB tarafından gönderilen yaklaşık 10 sayfalık bir "Hong Kong'da nasıl davranmalısınız?" maili elimize geçtiğinde işin biraz farklı olacağını anlamıştım. O bilgilendirme metninde, Hong Kong'da nasıl selamlaşmamız, nasıl kartvizit vermemiz, nasıl pazarlık etmemiz gerektiğine kadar oldukça detaylı ve eğitici konular paylaşılmıştı. Gerçekten de daha havaalanına indiğiniz anda farkı fark edebiliyorsunuz.

Uçuş uzun, uçaklar ne kadar konforlu da olsa rahat etmek zor. Yaklaşık 3 film seyrinin ardından kısa kestirmeler, bolca bacak ve bel ağrısı ile uçaktan indik. Sabah erken saatte başlayan yolculuğumuz yaklaşık 12 saatlik uçuşun ardından sona erdi. Hızlıca otele giriş ve standın kontrolünün ardından kendimizi akşamüstünün geç bir saatinde sokağa attık. Çok uzun yıllar İngiltere idaresinde kalmış olan HK'da ciddi bir İngiliz etkisi hissediliyor. Öyle ki, sokak isimleri, park isimleri, trafiğin soldan akması hepsi birebir uygulanmış.
Küçük bir yerleşim yeri olmasına karşılık kalabalık olan nüfusu yerleşimi dikey kurarak çözmeye çalışmışlar. Gökdelenlerden gökyüzü pek görünmüyor. Hayat genellikle alışveriş merkezlerinde yaşanıyor. Türkiye'deki örneklerinden çok daha büyük ve çok daha fazla sayıda tüm şehre yayılmışlar. Nüfusun kalabalığı sokaklarda yürüyen, bir yerlere koşuşturan insanlardan anlaşılıyor. Bu arada bu insanlar kısa. Bayağı 1,50 gibi bir ortalamada, ve siz 1,60 gibi standart bir boydaysanız, kendinizi iri hissediyorsunuz. Ayrıca hemen hemen hiç şişman insan yok. Oldukça fazla nişasta tüketimleri olmasına rağmen...

Yemekler Türkiye'de ya da Avrupa ABD'de yediğiniz Çin mutfağından biraz farklı. Daha agresif tatlar, baharatlar kullanılıyor. Kokular oldukça ağır. Bizim alıştıklarımız biraz terbiye edilmiş haliymiş anlaşılan. Fuar bitiş saati çok geç olduğundan fazla sokak pazarlarına dalamadık. Ama, hep bahsedilen kolundan çekiştirip taklit ürün satmaya çalışanlarla en çarpıcı karşılaşmalarımızdan biri, en büyük apple mağazasının giriş kapısının önünde (!) üçte bir fiyata çakma i-Phone 5s satmaya çalışan satıcılarla oldu. İnsan gerçekten şaşırıyor. Koskoca i-Phone bunu neden engelleyemiyor diye...

İnsanlar tavır olarak genellikle çok kibar ve sizden de aynı kibarlığı bekliyor. Kartviziti iki elle uzatmak, sürekli başınızla hafifçe selam vermek... Tamam da kardeşim, devamlı uluorta geğirmelerini ben hiç kibar bulmadım. Bir de fazlasıyla sarımsak kokuyorlar. Telefonla konuşurken avaz avaz bağırıyorlar. Kuş gribinden acayip tırsıyorlar, ülkeye girişte uçağın kapısında elinde termometrelerle bekleyen görevliler hafif burnu kızarık olan herkesin kulağına dereceyi dayayıverdiler. Sokakta yürüyen 10 kişiden 5 tanesi ağız maskesi takıyor. Bunu bir kısmı kendini korumak, bir kısmı da çevreyi kendi mikrobundan korumak için yapıyormuş. Kadınlar acayip giyiniyor. Tütü etekler, topuklu ayakkabı içine giyilen şoset çoraplar, gündüz saati giyilen taşlı tuşlu gece kıyafetleri ve birbirinden çok farklı renk birleşimleriyle bence son derece rüküşler. Bu arada marka, marka, marka... Hayatımda bu kadar çok Chanel, LV, Hermes, Gucci'yi bir arada görmemiştim. Ama maalesef kombinasyonlar marka da olsa şıklıktan fazlasıyla uzaklar. Bu arada vergi olmamasına rağmen son derece pahalı ve alışveriş için manasız bir ülke.

Fuara gelecek olursak, çok büyük ve kalabalık katılım olan bir fuardı. Dünyada şarap üretimi yapan her ülkeden temsilciler vardı. Çünkü,  HK'da çılgın bir gece hayatı var ve şarap yükselen bir trend ve büyük bir pazar. Ancak orada da Fransız ve İtalyan şaraplarının liderliği var. Diğer tüm ülkeler; Avustralya, Güney Amerika, İspanya hepsi yolun çok başında. Biz ise Türk standı olarak bu fuarın en şaşırtıcı ülkesiydik sanırım. Bizim son derece şık ve gösterişli standımızı görenler şaşkınlık nidalarıyla yaklaştılar. İlk kez gördükleri Türk üzümlerini anlamaya çalıştılar, garip telaffuzlarla, Öküzgözü, Kalecik Karası demeye çalıştılar.
Bu arada İngilizce anlaşmak oldukça büyük bir maceraydı. Kelimelerin sonunu yuttukları için bazen cümlenin gidişatından sonuca varmaya çalıştık. Şarabı bilen oldukça fazla insan olmasına rağmen onların da odak noktaları Cabernet Sauvignon ve Merlot. Başka üzümlere çok uzaklar, hele ki bizim yerli üzümlerimiz onlara çok çok farklı geldi, sanki pek hoşlanmadılar. Bir kısımsa hiç şaraptan anlamıyor. Ama en komiği tadım için uzatılan şarap örneklerini içip içip, tükürmeden tadım yapan ve sonunda körkütük sarhoş olup yerlerde sızanlardı kuşkusuz... Avrupa'da da çok sarhoş görürsünüz fuarlarda ama yerde sızanına ilk kez rastladım:-) Çektiğim resimleri buradan paylaşamayacağım ama elimde çook komik resimler var.

Sonuç olarak ilginç bir deneyimdi. Son derece yorucu ve yoğundu. İyi ki gittik, bir adım attık. Türk Şarapları Uzakdoğu kapılarını zorlamaya başladı ama ne zaman feth ederiz işte orası biraz meçhul. Bundan sonrasını yaşayıp göreceğiz.

Sevgiyle...


4 Kasım 2013 Pazartesi

BENİM OKSİJENİMİN KOKUSU

Bir üretici ya da tüccar düşünün, elinde malı var ama satabilmesi için tanıtım yapması yasak. Satış noktaları kısıtlanmış. Malını satabileceği saatler bile kısıtlı... Üstelik sürekli olarak geriye akan bir ırmağa atlamış akıntının tersine yüzebilmek için, nefes almaya devam edebilmek için  çabalayıp duruyor. Tabii ki, sürekli batıyor, çıkıyor, nefes almakta zorlanıyor. Ama o arada; evine, ailesine, eline bakan, ekmek bekleyen insanlara, çalışanlarına da mahcup olmamaya, yıllarını verdiği adını, şanını, şerefini korumaya çalışıyor.

Bugün ülkemiz alkollü içki piyasasında yer alan tüm firmaların durumu budur. Üstelik bu firmaların arasında sadece üreticiler değil, çok büyük yatırımlar sonucu ihalelerle bu ülkeye giren yabancı firmalar, çeşitli kontratlarla yurtdışı firmalarla bağlantıları olan ithalatçılar ya da sadece bir kültürün içinde yer alma, ülkeye bir katma değer kazandırma derdinde olan küçük butik yatırımcılar, üreticiler de var.

Son 10 yılda, her geçen gün ağırlaşan koşullarla zorlaşan alkollü içki piyasası, bugün yaşadığı sancılı sürece aslında yavaş yavaş geldi. Belki diyebilirsiniz ki, ne diye bu 10 yılda bir önlem almadınız, başka ürünlere yönelmediniz, başka malların ticaretini yapmadınız?

Benim kendi firmam ya da ailem adına verebileceğim tek cevap şu olabilir sanırım: "Çünkü, biz başka bir iş yapmayı, başka bir mal satmayı bilmiyoruz!" Çocukluğumuzla beraber babalarımızın, atalarımızın iş yerlerinde solumaya başladığımız havadaki şarap kokusu beynimize adeta oksijen kokusu gibi kazındı. İlkokul yıllarında oksijen tanımı yapılırken "tadı, kokusu, rengi olmayan gaz" ifadesi bu nedenle bana anlamsız gelirdi. Benim oksijenimin bir kokusu vardı hep. Hafif buruk, hafif kekremsi, meyve çağrışımları veren güzel, lezzet vadeden bir koku...

İşte bu yüzden içimize işleyen bu kokunun peşinden gitmekten asla vaz geçemedik. Babadan, dededen öğrendiklerimizi daha da geliştirme derdine düştük sürekli. Tabii ki, bunu yaparken yatırım yaptık, büyüdük, büyürken zorlandık. Yeni ürünler, yeni teknolojiler, yeni ekipler; hep sancılı süreçler yaşandı. Türk şarapçılığı her şeye inat son on yılda büyük gelişme kaydetti. Türk şarapları dünya şaraplarına yakın seviyelere ulaştı. Dış piyasalarda tanınır hale geldi.  Bunun için herkes kendi ölçüsünde çaba harcadı. Ülkemizde bugün gelinen noktada ise, tanıtımın, tadımın neredeyse tamamen yasaklandığı ve üreticilerin malını tanıtamaz dolayısıyla da satış yapamaz hale geldiği bir durumda ise, artık dış piyasalar daha da vazgeçilmez bir hal aldı.

Bununla bağlantılı olarak,  her üretici kendine hedef pazarlar belirledi. Bu hedefler doğrultusunda çalışmalara başladı. Amaç, kendi ülkemizde kaybettiğimiz satış rakamlarını başka ülkelere satış yaparak kompanse etmek...

Bu hafta bu nedenle yokuz. Hong Kong'da bir şarap fuarına gidiyoruz.
Türk Şarapları olarak 10 firma beraber hareket ediyoruz. Amaç tek! Uzak doğuda sesimizi duyurmak, biz iyi şarap üretiyoruz demek. Tabii ki, hemen döner dönmez haldır haldır satış beklemiyoruz. Amaç, bir başlangıç yapabilmek. İlk defa gittiğimiz bu piyasayı bir nebze de olsa tanımaya çalışmak, oradaki oksijenin kokusunu anlamaya çalışmak. Bu arada fırsat bulursak, günlük yorgunluktan halimiz kalırsa azıcık da gezeriz belki. Fuar ve Hong Kong izlenimlerimi de dönüşte paylaşırım artık buradan...

Kendinize dikkat edin, bir kadeh şaraptan keyif almaktan kendinizi mahrum etmeyin. Sağlıkla kalın.

Sevgiyle...

23 Ekim 2013 Çarşamba

BİR GARİP AKIL KAYIPLARI...

Gün geçmiyor ki, okuduğumuz maillerde, mesajlarda, dinlediğimiz haberlerde, gazetelerde, sosyal medya ortamlarında gördüklerimizde bizi şaşırtacak, dumur edecek haberlerle karşılaşmayalım.

Yurdum insanı sabun kıvamına gelen (getirilen) beyinleriyle, her geçen gün tuhaflıklarına tuhaflık katıyor. Hala biraz şuur sahibi olan bazı insanlar da bu duruma hayretler edip, şaşıp kalıyor. Gözler gördüklerinin karşısında pörtlüyor, ağız farkında  olmadan açık kalıyor, sinirsel gülme durumları yaşanabiliyor. Şuur sahibiyim derken, kafa sıyırmaya doğru adım adım yaklaşılabiliyor.

İki üç gündür gündeme düşen annenin (dilim anne demeye varmasa da!) haberini mutlaka gördünüz. 2 aylık bir bebekten bahsediliyor. Kadın bebeğini evde bırakıp 2 günlüğüne ailesinin yanına gitmiş, sonra dönememiş. Tam 9 gün! - ailesi izin vermemiş. Bebek de ölüvermiş. Bak Allah'ın işine. Yahu kadın(!), o çocuğu yapmayı bildin, bir şekilde gizleyip dokuz ay karnında taşıdın, e bir de doğurdun da, aç, susuz kalırsa ölebileceğini mi akıl edemedin. Allah senin belanı versin! Bir de öğretmenmiş. Bildiğin ilkokul öğretmeni. Çocuklara ders veriyor. Bu manyağın ders verdiği çocuktan akıl bekle. Geleceğini filan onlara emanet et!? Bu nasıl bir sistem ki, öğretmeninin akıl sağlığını değerlendirmekten aciz. Bir KPS sınavı yeterli midir, insanları öğretmen olarak atamaya? Bu insanların formasyonlarının yeterliliği, akıl sağlıkları, duygu durumları hiç mi değerlendirilmez. Ama tabii şu anda tüm müfettişler meşgul. Kimi Koç grubu kuruluşlarında, kimi TRT'de, kimi üniversitelerde cadı avında...
Bu komplo teorisi değil komple teori:)))

Bugünlerde tungstende sorun var galiba... Toptan patlamış bunlar:)))

Yakında "Türkler Orta Asya'dan değil aslında Güney Fransa sahillerinden gelmişlerdir" diye de denilebilir. Şaşırmayalım:))

Bu arada, Milli Bayramları, Atatürk'ü sıradanlaştırma çabaları var. Yapılan kutlamalara gitmeyerek, sıradan duygusuz mesajlar yayınlayarak... Vefa duygumuz kaybolmuş, geçmişimizle hep kavgalıyız. Biraz önce facebook'ta gördüğüm bir mesaj zaten beni bu yazıyı yazmaya kalkıştırdı. Atatürk'le ilgili iki fotoğraf yayınlanmış. Biri asker günlerinden, cephede sakallı gençlik hali. Diğeri Cumhuriyet sonrası dönemden, hafif yaşlanmış, traşlı ve gülen bir fotoğraf. Diyor ki altında, Atatürk aslında gençken cephede ölmüş o zaman yani Mustafa Kemal'ken Müslüman ve dini bütünmüş-fazla gülmezmiş. Diğerinde aslında Yahudi iş adamı bilmem kimmiş, Atatürk diye onu kaktırmışlar. Gülmesi de bundanmış... Hey Allah'ım! Ya SABIR.....

Gene bir kaç gündür medyada aşırı doping kullandığı için hayatını kaybeden bir milli sporcumuzun haberi var. Ailesi kahır içinde. İyi de, bu adamcağız o kasları şişirip dururken aldığı ilaçları hiç mi görmediniz? Ne bu ilaçlar diye sormak hiç mi aklınıza gelmedi? Tüm vücut geliştiricilerinin bu tarz ilaçlar aldığı zaten bilinmiyor mu? Yani ben bu işten hiç anlamam ama o kasların çok kolay gelişmediğini ve mutlaka bu tarz ilaçlar alındığını bilirim. Ha, doz ayarında aşırıya kaçılmışsa, o da bu sporcunun ve antrenörü her kimse onun sorumluluğundadır. Yani devlet bir de her sporcunun başına bir müfettiş dikerse, işte o zaman vay halimize...

Bu arada gene garip akıl tutulmaları yaşayan yöneticiler, belediye başkanları var ülkemizde. Yol yapımı, cami yapımı için ağaç kesen. Bunun ciddi ciddi kavgasını veren. Benim çocukluğumda, bize ağacın kutsal olduğu öğretilmişti. Yerli malı haftaları yapılırdı, ağaçtan nasıl defter kitap yapıldığı, havayı nasıl temizlediği, bir ağaca zarar vermenin bir insanı öldürmekten beter olduğu öğretilirdi. Hani biz bu ülkeyi gelecek nesillere miras bırakacaktık? Ben farklı bir ülkede eğitim almadım ki.. Ben de bu ülkede okudum, burada yetiştim. Benim için bir ağaç bu kadar değerli ve kutsalken, başkası için nasıl bu kadar değersiz olabiliyor? Onlar başka türlü mü öğrendiler, yoksa öğretmenleri mi farklıydı? Belediye hizmeti tabii ki önemli, kimse aksini iddia edemez ama bunları yapmanın başka bir yolu olmalı mutlaka. Çevreye zarar vermeden, onlarca yıllık ağaçları sökmeden, dengeyi bozmadan, gençleri sokaklara dökmeden... bir yolu olmalı MUTLAKA!

Kış zorlu geçecek belli oldu. Havaların soğuk gitmesi bir yana, içimiz okuduğumuz garipliklerle soğuyacak. Ellerimiz, ayaklarımız buz kesecek... Gene de sakin kalmaya çalışmak lazım. Zaten bir kısımda ciddi akıl kayıpları yaşanırken üstelik... Şimdilik benden bu kadar.

Sevgiyle...

17 Ekim 2013 Perşembe

BAYRAM TEMİZLİĞİ

Bugün Bayramın 3. günü. Rahmetli kayınpederimin deyimiyle "Ayvalık Ayvalık olalı böyle kalabalık görmedi."

Dün akşam üzeri hava kapatmış olsa da teras takımlarının minderlerini toparladık, Zeytin'e yemeğini verdik ve Cunda'ya belki yağmur başlamadan son bir deniz kıyısı balık keyfi yapabiliriz umuduyla gittik. Ama daha yolda gökyüzü simsiyah oldu, şimşekler çaktı, gök defalarca gürledi ve yağmur başladı.

Ama ne yağmur... Silegeçler filan yetişmedi camları temizlemeye. Biz de arabayı nasıl park ederiz, restauranta kadar nasıl yürürüz hesapları yaptık yol boyu. O arada trafiği görmeniz lazım. Bir nev'i İstanbul trafiği. Cunda'ya varıp aracımızı park ettiğimiz anda kesildi yağmur. Rüzgar da durdu. Şaşırdık kaldık resmen. Bayağı sallana sallana yürüdük yemek yiyeceğimiz mekana. Tabii o yağmuru ve Cunda'nın kalabalığını görünce, her zaman gittiğimiz yeri  değil, genelde Ayvalık'lıların gittiği sokak arası balıkçıyı tercih ettik. Ferah ve leziz bir öğle-akşam yemeği yedik. Harika mezeler, tazecik bir sargoz ve rakı eşliğinde tabii ki. Gerçi alkol kontrolü korkusuyla artık ben fazla içemiyorum araba kullanacağım için ama olsun. Herşey çok güzeldi.

Bu arada yağmur akşam saatlerinde tekrar başladı, gece yarısından sonra ise hava çıldırdı. Bir fırtına, bir sağanak...Sabaha karşı 4:30'da hayatının ilk fırtınasını yaşayıp korkan Zeytin'i sakinleştirmeye çalışmak için 1 saat kadar uğraşmamızın dışında; yağmurun, çılgına dönmüş dalgaların ve rüzgarın sesini dinlemek çok keyifliydi.

Her yıl olduğu gibi, yağmurla kesilen kurbanların tüm pisliği aktı gitti. Sokaklar yıkandı. Kan kokusuna üşüşmüş pis sinekler dağıldı. Ortalık hayvan ve kan kokusundan arındı, mis gibi toprak ve çimen koktu.

Bir kez daha yaradana, Allah'ıma teşekkür ettim. Hem böyle bir havada üzerimizdeki dama sahip olacak imkanı sağladığı, hem de her yıl aksatmadan yaptığı "Bayram Temizliği" için...

Sevgiyle...



14 Ekim 2013 Pazartesi

BAYRAM ARİFESİ - BABAMIN PUF BÖREĞİ




Bu yıl da "fırsat bu fırsat" deyip Bayram öncesi kendimizi Ayvalık'a attık. O kadar az gelebiliyoruz ve özlüyoruz ki. Bu yıl şansımıza hava da çok güzel. Geceleri biraz serin olsa da gündüz denize bile girilecek kıvamda.
Yarın, yani Bayramın ilk günü birkaç ziyaretimiz olur. Gerçi aile büyüklerimiz pek fazla kalmadığı için artık o bile keyif vermiyor. Sonrasında bize bayram pek kalmaz. Gerisi tatil bize. Cunda'da keyifli yemekler, deniz ve havuz sefası, bol kitap ve gazete ile dvd keyfi yapılacak. Araya yürüyüşler de sıkıştırıldı mı deymeyin keyfimize...

Bu sabah (arife günü) adak kurbanımız kesileceği için, evde güzel bir kahvaltı hazırlamak istedim. Her zamanki kahvaltı menülerimizden farklı birşey yapmak istedim ve ne yapsam diye düşünürken, canım Babacığımın sağlıklı günlerinde özellikle Çeşme'de pazar kahvaltılarında yaptığı puf böreği düştü aklıma. Hiç denememiş olsam da aklımda kaldığı kadarıyla yaparım herhalde diye, sabah erkenden kalkıp işe giriştim. Hayatımda ilk kez hamur tuttuğumu da düşünürsek sonuç gayet başarılı oldu. En azından hem biz çok çok doyduk, hem de komşulara birer tabak ikram ettim. (Ayıptır söylemesi herkes bayıldı!) Özellikle iç malzemesi de bol olunca afiyetle kapıştık desem yeridir. Belki bir fırsat bulur da denersiniz diye Bayrama özel bu tarifi de paylaşmak istedim.

PUF BÖREĞİ

İç malzeme: 250 gram kıyma
                   1 soğan rendesi
                   1 kaşık zeytinyağ
                   Tuz, karabiber
Bizim evde her zaman kıymalı iç tercih edildiğinden gene kıymalı iç kazırladım. Kıymayı soğanla rengi dönene kadar kavurdum. Tuz ve biberini ayarlayıp soğuması için beklettim.

Hamur için:  3 su bardağı un
                   1 su bardağı yoğurt
                   1 paket hamur kabartma tozu
                   2 çay kaşığı tuz
Derin bir kapta unumu eledim. Ortasına kabartma tozunu. Tuzunu ekleyip karıştırdım. Sonra da yoğurdu ilave edip elime yapışmayacak bir hale gelene kadar yoğurdum. Sonra tezgahın üzerinde de biraz yoğurarak iyice homojen hale getirdim. Hamurumun üzerine nemli bir havlu kapatıp 15-20 dakika beklettim. Bu arada kahvaltıda yemek üzere domates, salatalık dilimledim ve soframı kurdum.
Sonra hamurumdan yumurta büyüklüğünde parçalar alıp unlanmış tezgah üzerinde becerebildiğim kadar ince açtım;-) fena da olmadı yani... Bir çay tabağı ile halkalar kestim. Halka hamurların üzerine kıymalı malzemeden koyup önce parmağımla bastırarak kapattım, sonra iyice yapışması için bir çatal yardımıyla kenarları bastırdım. Hazırladığım börekleri bir tepsiye dizdim ve kurumamaları için üzerlerine bir mutfak bezi örttüm. 
Kahvaltı için tüm aile ve soframız hazır olduğunda bir tavada bolca sıvıyağ kızdırdım ve böreklerimi önlü arkalı kızarttım. Kızaran börekleri üzerine mutfak havlusu koyduğum bir tabağa aldım. 
Sofranın ortasına konan puf böreklerine bir de tavşan kanı çaylar eşlik edince, kendimizden geçtik resmen! 
Bu arada bolca resim de çektim. 
Unutmadan söyliyeyim bu kadar malzeme ile yaklaşık 30-35 adet börek oluyor. Yani bol bol yiyebilir hatta misafire bile hazırlayabilirsiniz. 

Herkese keyifli, sağlıklı ve güzel anılarla süslenecek mutlu bir bayram diliyorum. Tüm sevdikleriniz ve değer verdikleriniz çevrenizde olsun inşallah!

Sevgiyle...


11 Ekim 2013 Cuma

BİR ERGENLE YAŞAMAK - 10 (ÇALIKUŞU)

Çağan Irmak'ı bilirsiniz. Hani o aynı filmin içinde; bazen kahkahalar attıran, bazen nefessiz kalacak kadar ağlatan, çoğunlukla kendinden bir şeyler bulduğun ya da hayalini kurduğun sahneleri yaratan yönetmen... Dedemin İnsanları, Issız Adam, Mustafa Hakkında Herşey, Prensesin Öyküsü...

İşte bu Çağan, benim üniversite sınıf arkadaşım. Gerçek bir yetenek. İyi insan. Senelerdir görmemiş olsam da, candır. O nedenledir ki, Çağan'ın emeği olan hiçbir işi kaçırmamaya çalışırım.

Şimdi ne alaka ergen mevzuu diyeceksiniz, şöyle bağlayayım.
Kızıma bu yaz biraz da zorla, Reşat Nuri'nin Çalıkuşu'nu okutmuştum. Kızım kitap okuyan bir çocuk, ama daha çok İngilizce okuyor. Bir de ah o vampirler yok mu??? Habire bir vampir kitabı, ya da fiction yani hayal ürünü, gerçek dışı hikayeleri olan romanlar okuyor. Bu yaz, lise öncesi bir klasik okusun istemiştim. Benim genç kızlığımda en etkilendiğim klasik Türk romanlarından biri olan Çalıkuşu iyi bir fikir olarak gelmişti. Kızım ilk başta biraz ittire kaktıra olsa da, ortalarına doğru çok severek okudu kitabı. Hatta dizisinin çekildiğini duyunca sabırsızlıkla beklemeye başladı.


Bu arada bir parantez açıp kendimden - yani kendi genç kızlığımdan bahsetmek istiyorum. Ben,14-15 yaşlarımdayken bir "beyaz dizi" furyası çıkmıştı. Her biri bir birinin aynı konularda yazılmış "Aşk Romanları". Hep yakışıklı bir adam, son derece güzel bir kız ve onların imkansızlıklardan doğan büyük aşkı... Aman ne okudum, ne okudum. Çuvallarla kitap. Bazen bir gecede bitirirdim. İşte bu saçma sapan aşk hikayelerini okuyarak bugünkü okuma alışkanlığım yerleşti. Sonra İzmir Amerikan Lisesi'ndeki edebiyat derslerine ek olarak okuduğumuz Türkçe klasikler ve modern romanlar pekiştirdi. İnanılmaz severim kitap okumayı. Çalıkuşu da benim genç kızlığımın en unutulmaz kitaplarından biridir. Biraz da bu nedenle kızımı, Türk edebiyatının klasiklerine Feride ve Kamran'la soktum...

Gelelim tekrar başa, yani Çağan'a. Çalıkuşu dizi olacak, yönetmeni de Çağan dediklerinde çok heyecanlandım. Kızımla beraber ilk bölümü büyük bir heves ve gözyaşlarıyla seyrettik. Çağan ve ekibi gene yapmış yapacağını. Reşat Nuri'nin hikayesine olabildiğince sadık kalarak zenginleştirmişler senaryoyu. Karakterlerle oyuncular inanılmaz bağdaşmış. Dönemin lugatına sadık kalan ama çok da ağdalanmadan kullanılan diyaloglar. Harika kostümler ve mekanlar. Tek eleştirim Feride'nin okulundaki genç kızların konuşmalarını bazen anlayamamak... Kızım heyecanla bekliyor yeni bölümleri. Tabii ben de. En hoşuma giden de Çağan'ın her bölümün bitişine ustaca yerleştirdiği ve bir sonraki bölümü sabırsızca beklemeye neden olan sürpriz sahneler. Adam tam bir yetenek. "Hastasıyız...!"  

 
Çalıkuşu'nu seyretmediyseniz öneririm. Tabii, erkek ergenler için pek uygun olmayabilir. En azından eşim, fazla duygusal ve ağır bulduğu için ilk bölümden sonra izlemeyeceğini söyledi (ergen de değil ama...?) Ama zaten roman da macera romanı değil ki, beklentiyi ona göre belirlemek lazım. Gene de ben Feride'nin Anadolu'ya gideceği bölümlerden çok ümitliyim, Çağan o bölümlerde de sanatını konuşturur, eminim...

Son yıllarda özellikle dizilerle başlayan eski Türk klasik roman uyarlamaları aslında ergenler için bir fırsat. Hatta keşke diziyle beraber hepsine bu romanları okuma zevkini aşılayabilsek, yoksa okudukları abuk sabuk vampir ya da doğa üstü kahramanların hikayeleriyle zaten bir karış havada olan kafaları iyice gerçeklikten uzaklaşıyor...

Şimdiki hedefim, her fırsatta kızama yeni bir Türk klasiği okutmak. İlgisini çekecek, zevk alabileceği farklı farklı konularda o kadar zengin eserlerimiz var ki...

Sevgiyle...

2 Ekim 2013 Çarşamba

İŞLEYEN DEMİR....

Her sabah saat 6:30'da uyanıyoruz kızımla. Kızıma kahvaltı hazırlamak, kısa bir sabah sohbeti ve 07:10'da onu okula yolculamanın ardından küçük kızım(!) Zeytin'i saat 7:12'de sabah yürüyüşüne çıkarmak, eve dönünce duş, hazırlanma, 8:30'da hafif bir kahvaltının ardından evden koşarak çıkmak... Önümüzdeki 9 ay boyunca yani okullar tatil olana kadar her gün, dakikalarla sabit programım bu.

Öyle bir otomatiğe bağlıyorum ki zaman içinde kendimi, tıkır tıkır çalışıyor makine. Tek sıkıntım Zeytin'de otomatiğe bağladığı için kendini aynı program haftasonları da onun için bu şekilde işliyor. Yani Cumartesi, Pazar günleri de saat 7:12'de yürüyüşünü yapmak istiyor.


Akşamları da erken yatamamak gibi bir durumum olduğundan gündüz kendimi ne kadar dinç hissetsem de, gece pilim bitiyor.

Hele bu sabah uyanıp da İstanbul'un o kapkaranlık, soğuk ve yağmurlu sabahlarının başladığını görünce biraz moralim bozuldu. Köpek konusunda biraz tecrübesiz olduğumdan bu sabah ki yürüyüşte elime şemsiye alma hatasına düştüm. Bir elimde şemsiye, bir elimde Zeytin.... Henüz eğitim almadığı için öyle bir çekiştiriyor ki, bir yandan da düşmemek için dengemi sağlamaya çalışıyorum yürürken. Bu arada Zeytin arada şemsiyeye kıl olup üzerime atlayıp zıplıyor, bir de onu zapt etmeye uğraşıyorum. Bayağı bir eziyetli oldu bu sabah Zeytin'in gezintisi.... En kısa zamanda kendime kapşonlu bir yağmurluk edinmeliyim, yoksa bu eziyet sakatlanmalı bir kazayla sonuçlanabilir.

Her şeye rağmen sabahları güne bu kadar erken başlamak, üzerine bolca orman havası ve oksijen soluyarak yürüyüş yapmak kendimi çok daha güçlü ve sağlıklı hissetmeme yol açtı. Yeni evimize taşındığım günden beri işimde çok daha konsantre olduğumu fark ettim. Daha hızlı düşünüp, daha doğru karar alabiliyorum sanki. Bir süredir şikayet ettiğim unutkanlığım azaldı. Daha pozitifim. Her anlamda, hoşgörümde artış oldu.

Kısacası sağlıklıyım. (Çok şükür !)

Ara ara bıkkınlık hissim olsa da ışıldıyorum, işleyen demir misali....

Sevgiyle...

25 Eylül 2013 Çarşamba

BAYANDAN NAÇİZANE BİR FUTBOL YORUMU

Tüm Galatasaray camiası olarak, geçen yıl ki şampiyonluğun ardından bu yıla büyük heveslerle başladık. Benim gibi pek çok GS'li için yapılan transferler geçen seneki kadar heyecan verici olmasa da, kadronun yeterli olduğu düşüncesi hakimdi. Başkan tutarlı, teknik direktörümüz ve ekibi sağlamdı. Yani bu yıl hem ligde hem de şampiyonlar liginde iddialı olacağımız bir yıl olarak düşünülüyordu.


İlk tedirginlikler ligin başlamasıyla yaşandı. Alınan yenilgiler bir miktar tadımızı kaçırdı. Hemen ardından Türk Milli tadımının aldığı başarısız sonuçlar,yaşanan istifalar ve milli takımın başına geçmesi için Fatih Terim'e yapılan teklif ortalığı karıştırdı. Hem GS yönetimini, hem de Fatih Terim'i ortada bırakan bir dönem başladı.

Milli takım görevi kimsenin kolay kolay red edemeyeceği bir görev. Yönetim teknik direktörümüzü veremem dese  bir türlü, Fatih Terim kabul etmese bir türlü.... Hani derler ya; iki ucu..... Sonuçta ortada milli bir görev ve duygular var. Kulislerde Başbakanın Fatih Terim'i bizzat arayarak görevi kabul etmesi yönünde telkinde bulunduğu ve Terim'in de kabul etmek durumunda kaldığı konuşulmuştu. Zaten geçen seneden beri süregeldiği söylenen Aysal - Terim gerginliği ve son yaşanan gelişmeler taraftardaki tedirginliği alevlendirmişti.

Dün Galatasaray Yönetimi Terim ile yollarını ayırdığını duyurdu! Tabii, gündeme bomba gibi düştü bu haber. Bir kısım bu gelişmenin beklenen bir gelişme olduğunu belirtirken, bir kısım olayı yönetimin basiretsizliği olarak değerlendirdi.

Bu konuda kendi görüşümü sizlerle paylaşmak istedim.

Öncelikle Fatih Terim'in geçen sene Galatasaray'ın başına geldiğinde fark edilen en büyük özellik, söylemlerindeki ve tavırlarındaki değişiklik, alçakgönüllülük ve törpülenmişlik hali idi. Daha önceki yıllarda gördüğümüz ego patlamalarından eser yoktu. Ta ki, 9 maç ceza aldığı o olaylı güne kadar. O gün Fatih Hoca'nın içindeki canavar hortladı diye düşünmüştüm. Gerçekten de o günden sonra Fatih Hoca'nın hal ve hareketlerinde bir farklılaşma, bir yükselme göze çarptı. Aynen UEFA kupasının alındığı dönemdeki tavırları sergilemeye başladı, Terim. Üstelik de Ünal Aysal gibi fazlasıyla Avrupai bir anlayışa sahip bir başkanla çalışırken sürtüşmeleri had safhaya çıktı. Her ne kadar, iki taraf da arada bir sorun olmadığı yönünde beyanatlar verse de, herkes bu gerginliği farkındaydı uzun süredir. Terim'in GS ile ligde şampiyonluk hedefi olması, Şampiyonlar Ligi'nde devam ediyor olması ve bunun yanına bir de Milli Takım'ı eklemesi ve buna Yönetimin engel olmaması zaten bu işin bir yerlerde kopacağının sinyallerini vermeye başlamıştı.

İlk duyduğumda bana da Yönetimin iş bilmezliği olarak yansıyan olayda, detaylar konuşulmaya başlandıkça Terim'e kızgınlığım arttı. Başkan'la konuşmamak, telefonlara çıkmamak, tavır koymak son derece yanlış hareketler. Sonuçta seçilmiş bir yönetim ile çalışmak üzere getirilmiş bir teknik heyet durumu var. Hedefler konmuş, bu hedefe yönelik yatırımlar yapılarak futbolcu transfer edilmiş. Teknik direktör ve kadrosunun da birebir bu hedefe kilitlenmiş olması gerekirdi. Yarı zamanlı bir yönetim, bu takımı hedefine ulaştırmaya yeterli gelmez diye düşünüyorum. Günün sonunda, hiçbir teknik direktör Galatasaray'dan büyük değildir, olamaz... Maalesef Fatih Hoca, gene her döneminde olduğu gibi Galatasaray Yönetimi ile ters düşme, egolarının esiri olma sıkıntısını yaşadı.

Fatih Terim Galatasaray'lı herkes için bir gurur kaynağı. Sonuçta diğer talkımların hiç birinden bir ikinci "Fatih Terim" çıkmadı. Adama imparator denmesi de boşuna değil, ama ... Keşke hoca kendini kontrol etseydi, başta yönetimle diyaloglarını daha sıkı ve samimi tutsaydı, milli takımı reddedebilme cesaretini gösterebilseydi, bunu yaparken yönetimin desteğini de arkasına alabilseydi. Keşke,  milli takım yoluyla TFF tarafından Galatasaray'a kurulan tuzağa (bu da benim görüşüm) düşmeseydi. Keşke, kendini ve egolarını dizginleyip belki de direktörlük hayatında ilk kez bir yönetimle geçinebilseydi - geçmiş dönemlerdeki hem GS, hem de Avrupa tecrübelerinde yaşadığı sorunları bir kez daha yaşamayıp hakkındaki önyargıları yıkmayı başarabilseydi... Yönetimle ilgili de bir keşkem var! Keşke; bu süreci daha profesyonelce yönetebilselerdi, ve Fatih Hoca'ya milli takım teklifi geldiğinde, TFF'na en azından yıl sonuna kadar red cevabı verebilme cesaretini gösterip ligler daha yeni başlamışken GS'yi böyle bir kaosun içine sürüklemeselerdi.

Fatih Terim, Galatasaray için "İmparator"dur. Bu asla değişmez! Taraftarın Terim sevgisi asla bitmez! Bu durumda, kendisine Milli Takım'daki yeni görevinde başarılar dilemekten başka da bir şey elimizden gelmez.

Şimdi Galatasaray'lılar olarak Yönetimin bu krizden en az zararla nasıl çıkacağına bakacağız. İnşallah en kısa zamanda en doğru teknik adamla anlaşma sağlanır. Ama bu yıl başarılar hayal olacak gibi görünüyor. Takımın başına kim gelirse gelsin, dinamikler temelinden sarsılacak.

Hayırlısını dilemekten başka yolumuz yok.

Tek üzüldüğüm konu ise, rakip takım taraftarlarının ağzına bir kez daha çiğnenecek KOCAMANNNN bir sakız vermiş olmak!!!

Sevgiyle...