28 Şubat 2013 Perşembe

MOUTON CADET 2009 - Mmmm Şölen Adeta

Dün gece kendime kıyak geçtim. Canım da sıkkındı biraz. Evdeki şarap dolabının karşısına geçip kendim için ve sadece kendi keyfim için bir şarap seçtim...

Öncesinden başlamak daha doğru olacak sanırım.

Kızım hala hasta. Ateşi özellikle akşam saatleri yükseliyor. Dün sınavı var diye okula gitti ama eve döndüğünde bütün ağzının içini yaralar sarmış. Vücut ateşi dışarı vurmuş sanki. İştahı hiç yok. Su içerken bile boğazı yandığı için sadece hafif çorbalar içebiliyor. Zaten zayıf bir çocuk, iyice inceldi, kopacak yakında... Anlayacağınız kızım için zaten canım çok sıkkın. Gene de Allah beterinden korusun diyorum her zaman.

O arada, bir taşınma telaşımız var. Böyle zamanlar aslında keyifli olması, zevkle koşuşturulması gereken zamanlar olmasına rağmen malesef pek öyle olmuyor. Hele de detaycı ve titiz bir çiftseniz. Sanki anlaşmışlar gibi, her iş bir anda aksi gitmeye başlıyor. Hiçbir şey bir kerede sonuçlanmıyor. İnşaatçısı, döşemecisi, kumaşçısı, perdecisi...Üzerinize üzerinize gelip sizi bunaltıyorlar. Bu süreç aynen evlilik öncesi gibi bence. Orada yaşananların benzerleri, farklı yapılarda ve farklı kişilerle tekrar ediyor sanki.. En keyifli zamanlar, en buhran zamanlara dönüşüp size illallah dedirtiyor. Anlaşılacağı üzere, bir yürek kalkıklığım da buradan kaynaklanmakta.

İstanbul'da yaşamanın getirdiği stres, iş hayatının yorgunlukları derken.. işte dün kendimi çok sıkkın ve kötü hissederek eve gittim. "Rahatlamam lazım. Stresimi üzerimden atmam lazım" derken kendimi şarap dolabının karşısında buldum. Güzel bir koleksiyonumuz var. Keyifle şişelere göz attım. Kendime özel bir şarap aradım. Sonunda Baron Philippe Rothschild - Bordeaux - Mouton Cadet 2009'da karar kıldım. (Aynı şarabın 2004'üne şimdilik kıyamadığımı belirtmem lazım!)

İdeal ısısında olduğu için açıp, 15-20 dakika kadar havalandırdım. Yanına bir peynir tabağı. Ançüezli ve tereyağlı kanapeler. Biraz tuzsuz kraker ve kurutulmuş et dilimleri...

İşte keyif bu! Evin en sakin köşesine çekilip, loş ışıkta kendimle başbaşa kalıp kafa dinleyebilmek... Sakinleşmek, biraz rahatlamak. Günün sıkıntı ve streslerinden bir nebze de olsa uzaklaşabilmek. Hatta o arada, bizim kolej kızlarının 25. yıl reunion'u ile ilgili maillerini okuyarak eğlendim. Komik kızlar hepsi de. Rahat rahat yazışıyoruz onlarla, içimiz dışımız bir...

Eşim işten geldiğinde ben de şişemin yarısına gelmiştim, kalanını da onunla paylaştım. Sanırım O'da daha sakin ve neşeli bir eş tarafından karşılanmaktan memnun olmuştur! Pek adetim değil aslında, öyle yalnız içki içmeyi sevmem. Ama hoşuma gitti dün akşam. Abartmadan ara sıra yapmak lazım. Biraz sakinleşmenin tüm ev halkına faydası var, değil mi?

Sevgiyle...

27 Şubat 2013 Çarşamba

KAKALAK !

İşimin merkezi İzmir'de. O nedenle; gerek rutin toplantılar, gerekse ani çıkan işler için ara sıra (bazen çok sık) İzmir'e gitmem gerekiyor. Bir dönem, her hafta Salıları gidip akşam dönüyordum. Şimdi işler biraz daha yoluna girdiği için bu sıklıkta gitmem gerekmiyor. Ama şimdi de gittiğimde özellikle bir gece annemle kalmak üzere program yapıyorum. Hem O'nunla vakit geçiriyoruz, hem de ben sanki uzakta olmanın verdiği suçluluk duygumdan bir nebze de olsa sıyrılabiliyorum.

Bu hafta da gene bir toplantı gereği, bir gece konaklamalı İzmir'e gitmeyi planladım. Ama daha sabah uçağa yetişmek için kalktığımda, kızımın inanılmaz ateşli olduğunu fark ettim. Eşim neredeyse, "Gitme, iptal et, çocuğu doktora götür" demeye getirdiyse de, işim önemli olduğu için, içim sızlaya sızlaya kızımı yatakta bez gibi bırakıp gitmeye karar verdim :(.

Sisli ve puslu İstanbul'dan uçağa binip, bahar güneşinin ışıl ışıl aydınlattığı İzmir'e varınca içim coştu. Ne güzel insanlar, ne huzurlu bir şehir. Her yer yem yeşil. Hatta; baharlar dallarda tomurcuk vermiş, patladı patlayacak. Hava ılık, hafif bir esinti deniz kokusunu tüm şehre yayıvermiş sanki...Eh memleket işte. Sevgisi içimize işlemiş bir kere.

Neyse, İzmir'de çok koşuşturmalı yorucu bir günün ardından, akşam Annemle zaman geçirdik. İzmir'in, Karşıyaka'nın akşam hali de ayrı bir güzel. Annemle konuştuk, dedikodu yaptık, dertleştik, ağlaştık...Yaş farkımız çok olmasına rağmen hep aramız iyi olmuştur. Tekne kazıntısı olmam sebebiyle her zaman arkadaş gibi olduk. O yüzden birbirimizin lisanından iyi anladık hep. Yeri geldi birbirimizi idare ettik. Yeri geldi sustuk. Yeri geldi azarladık. Bazen küstük ama hiç uzun süreli olmadı kırgınlıklarımız. Zaten ben dayanamam küslüğe. Hemen sulanırım karşı tarafa... Kararlıyım, ne olursa olsun anneme vakit ayıracağım. İzmir seyahatlerini de bahane edeceğim. Bir gece bir gecedir...Hem Anneme, hem bana çok iyi geliyor.

Ertesi gün de halledilmesi gereken işleri toparlayıp uçağa yetiştim ve İstanbul'a döndüm. Bu arada eşim, kızımızı doktora götürmüş ve şiddetli faranjit teşhisiyle, bu yıl malesef üçüncü kez antibiyotik kullanmaya başlamış. Bu kış salgın olan hastalığın mikrobu çok azılı. Korkunç bir boğaz ağrısı ve düşmeyen ateş... İki gün rapor ve evde dinlenme ile biraz toparlar gibi oldu. Ama asıl anlatacağım, bana ettikleri...

Ben İzmir'den dönünce, nasıl bir naz, nasıl bir niyaz?  Beni görünce ağlamalar, sürekli sızlanmalar, hatta inlemeler... Sitemler, sitemler... Evet boğazı çok iltihaplı, evet su içerken bile zorlanıyor, evet ateşi bayağı var. Ama canım; çocuğu hastayken seyahati olan tek anne de ben değilim ki...Yani senede kaç kere böyle denk gelir ki? Bir insanın üzerine de bu kadar varılmaz ama, değil mi??? Kızın bu kadar sızlanması yetmezmiş gibi, eşim de; "az uyuyor bu çocuk, iyi de beslenmiyor, çok zayıf; o nedenle bu kadar sık hasta oluyor" tripleriyle üzerime geldikçe geldi. Yani benim İzmir seyahati fazlasıyla burnumdan geldi. İçim sıkıştı, kalbim daraldı.

İnşallah bir an önce toparlar ama ne yalan söyliyeyim, baba kız üzerime fazla geldiler. Çok kızgınım. İş bu, malesef bazen hastalık vs.. dinlemiyor. Ama, anne olunca sitem edilebilir ve programını değiştirmesi gereken varlık durumuna geliyorsunuz. Kakalak muammelesi görmeniz bile olası...

Neysssse... Sevgiyle....

22 Şubat 2013 Cuma

ŞOVMEN "MEHMET ÖZ"

Dün akşam üzeri eve biraz erken gittim. Kendime kepekli ekmekten, beyaz peynir ve domatesli minik bir tost yapıp, çayımı da yanıma alıp, TV karşısına kuruldum. Kanaldan kanala gezinirken Mehmet Öz'ün programına denk geldim. Ve bir kez daha Amerikalıların çok saf olup, her halta kolayca kandıklarına şahit oldum....


Dünkü programın konusu tabii ki, zayıflamak ve yeni bir diyet programının tanıtımıydı. Program önce karbonhidratların zararlarını anlatmakla başladı, arkasından da karbonhidratlara vücudumuzun ne kadar ihtiyacı olduğu anlatıldı. Önerilen diyet ise; bir gün çok yüksek karbonhidrat alımını, ertesi gün çok düşük karbonhidrat alımını gerektiriyor. Böylece vücut, bir gün yağ yakarken, ertesi gün enerji üretebilmek için gene yağ yakmak zorunda kalacakmış. Yani vücudu manipüle edecekler. Kandırıp, yağ yakmasını arttıracaklar.

Tüm bu açıklamalar stüdyodaki Amerikalı arkadaşları pek bir coşturdu, çok sevindirik oldular! Düşünsenize; istedikleri kadar cips, patates kızartması, makarna, çörek yiyebilecekler, üstelik de kilo verecekler...

Derken, önerilen menü örnekleriyle hazırlanmış sofranın tanıtımı başladı. İşte kandırmaca da işin burasında.

Yüksek karbonhidrat gününde yenmesi gerekenler, tam buğday ekmekli minik sandviçler, sebzeli tam buğday makarnaları, bir avuç cips.... gibi aslında yiyormuş hissi uyandıran ama zaten standart bir Amerikalı için, en ala diyet besinleri ve miktarları... Karbonhidratsız gün için önerilenler ise, salatalar, mangolu dip ile sunulan kereviz sapları, haşlanmış sebzeler... Stüdyodaki Amerikalı arkadaşlarımızın muhteşem alkışları ile salon yıkılırken, ben çok eğlendim. Bahsi geçen diyet; yeme alışkanlıklarını tamamen değiştirmeyi gerektiren bir diyet ve yapılması bence son derece güç. Hele de tıka basa hazır gıda ile beslenen bir Amerikalıysanız. Ama Mehmet Öz inanılmaz bir şov men ve bunu öyle bir anlatıyor ki, "Amaan canım ne var, yapıveririm ben bu diyeti" hissiyatını veriyor adama.

Sonra bu diyete uyan ve 1 yıl gibi bir sürede 100'lerce kilo veren kadınların mayolu resimleri yayınlandı. Salon çıldırdı... Benim gibi, diyet yapan, bu süreci yaşayan biriyseniz bir yılın diyet yapmak için çok uzun bir zaman olduğunu bilirsiniz. Sıkılmadan, aynı motivasyonu devam ettirebilmek çok güçtür. Çelik gibi irade ister. Hele de böyle disiplinli bir diyet, bence en fazla üç - dört ay sürdürülebilir.

Ama, tabii dün benim izlediğim bir şov programıydı. Ve de Amerikalılar için hazırlanmıştı. Yüksek karbonhidratla beslenen ve sürekli hazır gıda tüketen bir topluluk için belki enterasan olabilir. Tabii önerilen gıdaların evde pişirilmesi gereken özel yiyecekler olduğunu unutmamak lazım. Aslında asıl olması gerekenin sağlıklı beslenmek olduğunu anlatmak daha kolay olurdu belki insanlara. Ama Amerika'da öyle bir hazır gıda sektörü var ki; bunu anlatmak için de yürek lazım...

Benim için eğlenceli bir TV programıydı. Özellikle ABD yapımlarında stüdyodaki insanların tepkilerini izlemek benim için her zaman ilginç olmuştur. Gene öyle oldu, kepekli tostum ve çayımın yanına eğlencelik oldu. Teşekkürler Doctor OZ!

Sevgiyle...

19 Şubat 2013 Salı

MASAMI KAYBETTİM HÜKÜMSÜZDÜR

Bundan birkaç hafta önce kızımın masasının resmini çekip dağınıklığı ile ilgili bir yazı yazıp bayağı bir dalgamı geçmiştim. Gülme komşuna demişler ya...
Biraz önce kafamı bilgisayardan kaldırıp masama bakınca ufak çaplı bir kriz atlattım. Allahım nasıl bir dağınıklıktır bu? Burada nasıl çalışılabilir? Utandım kendimden. Vee hemen bir resmini çektim masamın. Belgeledim bu karışıklığı ki, bir daha bu hale getirmeyeyim....

Gördüğünüz masa benim iş yerimdeki çalışma masam. Evraklar yığılmış, tek tek göz atılıp bir kısmı dosyalanmayı, bir kısmı kağıt çöpüne atılmayı bekliyor.

Günlük kasa hesapları, hesap makinesi eşliğinde masamda. Onlar da kontrol ve onay için hazırlar.
Sevgililer gününe özel hazırlanan özel etiketli şaraplar da nedense hala masa üzerinde, tozlanmakta.
Bu arada diyet durumları sabit olduğundan, içilen su miktarını saptamak amacıyla bir sürahi ve ara öğün atıştırmalığı olarak bir plastik kapta masadaki yerini alıvermiş olan bademler. Yemek üzerine içilen kahvenin boş fincanı... Allahım, resmen masada elimi kıpırdatacağım bir boşluk kalmamış.

Tüm bu karışıklık yetmezmiş gibi, bir de ajandamın üzerine boylu boyunca serilmiş bir beyaz kedi... Kedinin ısırmasına engel olmak için keşfedilmiş yegane çare olan, kolonyanın şişesi de hemen el altında. Gene ısırıklara karşı tedavi amaçlı bulundurulan Bepantane kremi de unutmamak lazım.

Çocuklarla ilgili dikkat eksikliği yazılarını okuduğunuz zaman en çok üzerinde durulan konu, masasının ya da odasının düzenli olması gerektiğidir. Aynı şey benim için de şu anda geçerli, dikkatimi toparlayamıyorum. Çalışamıyorum şu durumda. Bu nedenle birazdan girişip masamı toparlayacağım. Yoksa bu masa beni alıp çiğneyip, öğütecek gibi hissediyorum. Sonra da tükürüp atar herhalde bir tarafa.

Karabasan gibi... Bu nasıl bir durum yahu?

Şimdilik izninizi rica ediyorum, bu masa toparlanmadan yazı filan yazılmaz, hatta çalışılamaz. Daha konsantre bir ortam sağlayıp döneceğim, inşallah.

Sevgiyle...



18 Şubat 2013 Pazartesi

BİR DEVRİN KAPANIŞI

Geçen hafta içinde çok konuşulan bir konu vardı, bilmem takip edebildiniz mi? TSE tarafından üretici firmalara verilen bir sertifika yani "Helal Gıda Sertifikası" ile ilgili pek çok yorum yapıldı geçen hafta.

Öncelikle bu sertifikada bahsedilen kavramları anlamaya çalışalım.
Helal kavramı; İslami kurallara göre izin verilen maddeleri içerir. İslami kurallara göre yasak olan herhangi bir unsuru içermeyen, bu unsurlardan arındırılmış yerlerde veya cihazlarda hazırlanan-işlenen-taşınan ve depolanan, bu durumların dışında üretilen herhangi bir gıda ile hazırlama-işleme-taşıma ve depolama aşamasında direkt temasta olmayan ürün” şeklinde tanımlamıştır.

Helal Gıda Sertifikasının çıkış amacı, öncelikle İslami ülkelere yapılan ihracat hacminin yükseltilmesidir. Tüm dünyada bu sertifikaya sahip firmalar, İslam ülkelerine daha rahatlıkla ürünlerini pazarlayabilmektedir. Ülkemizde de aslında TSE tarafından 2011 yılından bu yana verilmekte olan bu sertifikanın geçen hafta gündemimize sanki yeni başlamış gibi oturmasındaki nedene gelince; işte orası biraz karışık. Sanıyorum, içerik yeni yeni incelenmeye başlandı.

Farkındaysanız; ülkemizde satılan pekçok ürünün ambalajında bir ibare kullanılır. "Ürünlerimizde domuz eti, yağı vs.. bulunmamaktadır." Bu ibare son yıllara kadar halkımıza yeterli gelirken, artık yetmiyor olacak ki, şimdi isteyen üreticiler islami kurallara uygunluklarını kanıtlamak adına "Helal Gıda Sertifikası" almak için başvurabilecekler. Yukarıda verdiğim tanımlamaya bakacak olursanız bence karışıklık buradan çıkıyor.

İslami kurallara göre yasak herhangi bir ürünün hazırlama ve işleme aşamasında sorun yok, ancak taşıma ve depolama kısmı sorunlu! Neden derseniz, ülkemizde alkollü içki satma ruhsatı olan pekçok satış noktası, aynı zamanda gıda ürünleri de satıyor. Hatta raflarında domuz ürünü bulunduran büyük marketler var. Bu ürünler aynı nakliye araçları ile depolardan mağazalara taşınıyor, gerektiğinde yan yana raflarda satışa sunuluyor yani depolanıyor.  Bu açıklama ile, Helal Gıda Sertifikası alan üretici firmaların satışlarının yapılacağı, (zinhar) alkollü içki satmayacak Helal Sertifikalı satış noktalarının olacağını mı anlamamız gerekiyor? İşte sorun bence burada!

Bu uygulamanın genişletilmesi ile, satış kanallarının helal anlayışa geçmesi kasdediliyorsa  o zaman alkol satışı yapılamayan marketler, içki bulunduramayan restaurantlar ve cafelerin sayısında patlama yaşanacak demektir. İşte bu durumda, zaten oldukça zorda olan alkollü içki sektörünün "VAY HALİNE"....

Aklıma takılan bir diğer konu da, bu uygulama ile pek çok radikal islam ülkesinde olduğu gibi, içki tüketiminin yavaş yavaş ev içine hapsedildiği bir ortam akla geliyor. Sosyal içiciliğin devlet eliyle bitirilmesi ve ev partilerinin artmasından bahsediyoruz. Aslında sosyal içici kavramı, içkiyi halka açık ortamlarda adabıyla tüketen insan demektir. Çünkü, sosyal içici olabilmek için bulunduğu ortamın huzurunu kaçırmadan içki içebilmeyi bilmek gerekir. Ev ortamında ise, aynı özenin gösterilmesi gerekmez. İstediğiniz gibi sapıtabilir, rezalet yaratabilirsiniz...Hiç içinde bulunmadığım için gözümle görmesem de, İran'daki ev partilerini çok duydum, çok dinledim. Ne kendimin, ne de yetişmekte olan kızımın böyle kontrolsüz bir ortamda bulunmasını hiç istemem doğrusu.

Neyse anlaşılan o ki, gene yaşayarak göreceğimiz bir uygulama olacak. Belki çok konuşulacak ama gene kimse elini kıpırdatmayacak. Belki bir devir kapanacak, biz de izleyeceğiz....

Sevgiyle...

15 Şubat 2013 Cuma

FORMAT DEĞİŞİKLİĞİNİN ETTİKLERİ

Daha önce bahsettiğim gibi artık stresli TV programlarına dayanamıyorum. Zaten hayatımız yeterince gergin. Günümüzün içinde bol miktarda strese maruz kalıyoruz. O nedenle, daha eğlenceli ama boş olmayan yapımları seviyorum.

Geçen yılın flaş yapımlarından biriydi bence, "O Ses Türkiye" yarışması. Çok kaliteli seslerin, müthiş bir orkestra eşliğindeki canlı performanslarını izlemekten keyif alıyorduk. Yarışma özellikle finale yaklaşırken yarışmacıların ses ve performans kalitelerinin artması ve hatta dans özelliklerinin de eklenmesi ile tam bir şov özelliğine kavuşmuştu. Ama bir eksiği vardı. Kavga, gürültü, yarışmacıların birbirinin gözünü oyma çabaları, jürinin karşısındakini ezecek yorumları kısacası kalitesizlik yoktu ya da minimum düzeydeydi.

E, hal böyle olunca sanırım yeterli reytingler alınamamış olmalı ki; Acun Medya geçen yılki formatı değiştirdi. Yarışmanın son bölümlerinin apar topar bir bitirilme çabası içine girildi. Bir acele, bir telaş...

Ne için diye düşününce, aslında cevap basit. Survivor başlayacak! Kalitesizlik ekranlara geri dönecek. Bir adaya kapatılan insanlar kafayı sıyıracak. Buradan anlaşılıyor ki; bolca kavga ve dedikodu ile bezenmiş röntgenleme durumu, standart Türk seyircisine daha çok hitap ediyor. Bol bol reyting gelecek, reklam kazancı tavan yapacak!  

Gene, "O Ses Türkiye"deki format değişikliğinin yarattığı bir diğer yeni durum; programın son haftalarda tam bir arabesk yarışmasına dönmüş olması. Evet gene güzel sesler ve iyi yorumcular var. Ama yarışmadaki müzikler standarda bağladı, çünkü amaç yarışmacıların oylamalarının bir an önce yapılıp bitirilmesi. En müthiş pop müzik söyleyen kız bile iki haftadır ağdalı ağdalı arabesk okuyor. Çünkü hedefe kilitli, amaç en yüksek oyu almak. Yanlış anlaşılmasın, elbette ki bu bir yarışma. Tabii ki amaç belli, ama bunu yaparken geçen yılki kaliteli şov ortamı kaybolmuş oldu. Dansçılarla yapılan neredeyse Avrupai bir konser havası gitti, Türk müzikolü ortamı geldi. Yani neredeyse seyircilerin önünde yanar döner meyve tabağı ve rakı kadehi eksik...

Bu yıl ki "O Ses Türkiye"den iyi sesler ve başarılı yorumcular çıkacak. Ama geçen yıl kazananlar da çok başarılılardı. Neredeler geçen yılın kazananları derseniz, cevap yok???  Müzik yarışmalarını kazananların işleri daha zor. Piyasa tam kurtlar sofrası. Zaten dikkat edin, elenen ama jürilerden birinin "bundan sonra sahnelerde benimlesin" dediği yarışmacılar kazananlardan daha mutlu oluyor. Çünkü, onlar sırtlarını bir güce dayamış oluyorlar. Diğerleri ise, yarışmayı kazansalar da yalnız başlarına bir mücadeleye girişmek ve asıl bundan sonra varolma savaşı verecek olduklarının farkındalar...

Ama işte müzik yarışması ve keyifli diye herşeye rağmen  izliyoruz. Acun Medya'ya bir not: Survivor'ı sadece ilk seferinde izledim, bir daha da hiç izlemedim. Yarışmacı olarak BRAD PITT gelse, o adaya kapansa gene izlemem, gene izlemem...........(mi desem, bir an emin olamadım şimdi böyle yazıverince...! )

Sevgiyle...

14 Şubat 2013 Perşembe

H.V.D.


H.V.D. yani "happy valentines day"...

Pek çoğumuzu baydı aslında bu muhabbet. İşte, bugün vesilesiyle aşklar tazeleniyor, sevgili hatırlanıyor geyiği beni inanılmaz rahatsız ediyor.

Yani, benim sevgilim (kocam) beni birilerinin uydurduğu bir günü vesile edip kutlayacaksa almıyayım, merci....

Zaten o kadar uzun zaman görüyoruz, duyuyoruz ki,  Sevgililer günü konusunu. Beynimize vura vura, bangır bangır her yerlerde... Kırmızı kalpler, ayıcıklar, güller, hediye kutuları, kalp balonlar, çikolatalar ve daha neler neler......E, dolayısıyla, artık körleşme başlıyor. Ya da yok sayma. Ya da özellikle kaçınma. Bende ki biraz özellikle kaçınma durumu galiba.

Neyse kutlayana saygımız sonsuz tabii.

Biz, belki de biraz eskidik. Bize manasız geliyor da olabilir.

Hele o pırlanta muhabbeti yok mu? Nasıl ya??? Böyle uyduruktan bir gün için eşine pırlantalar alan kocalar mı var bir yerlerde, bizim bilmediğimiz???? Her vesileyle karısına, sevgilisine pırlantalar, tek taşlar alan??? Ya da hediyelere boğan...?

Kıskandığımızdan değil tabii de...Allah sahibine bağışlasın böylesini, diyorum yani! Kimi kadınlar benim gibi "suni gündem bunlar, gerek yok böyle şeylere" diye düşünürken, kimileri adamları gaza getirip, durumdan fayda sağlıyor sanırım. Burada kek kim oluyor? Fazla düşünmeye gerek yok, değil mi!

Kendimi yılın keki ilan ediyorum şu an itibariyle:))))

Sevgiyle...

13 Şubat 2013 Çarşamba

SEKTÖRÜMÜZÜN KADINLARI

Yaklaşık 17 senedir aile işinde yani şarap sektörünün içindeyim. Şirket bünyesinde farklı işler yaptım. Bu arada şarap sektöründeki değişime ve gelişime yakından şahit oldum.

İşe ilk başladığım yıllarda, o dönemde adı "Şarap Üreticileri Derneği" olan derneğimizde 18-20 kadar üye firma vardı. Bunların 4-5 tanesi büyük firmalarken, diğerleri küçük ölçekli, sadece sofra şarabı üreten ve bölgesel satışlar yapan firmalardı. Yapılan dernek toplantılarında genellikle tek bayan üye ben olurdum. Ben de işin çok başında olduğumdan o grup içinde fazla konuşmaz genellikle dinleyici durumunda kalırdım. Yıllar içinde çok şey değişti...

Öncelikle sektörümüz çok değişti. Üretim sistemleri modernize edildi. Bağlar ıslah edildi, yeni bağlar dikildi. Yabancı menşeli şaraplık üzüm fideleri yurt dışından gelen uzmanlar tarafından en uygun toprağa, en uygun şekilde dikildi. Şaraba gönül vermiş, irili ufaklı pek çok yeni üretici sektöre katıldı. Yurt dışından şarap uzmanları firmalara danışmanlık vermeye ve "doğru şarap" üretimini ülkemizde yapılandırmaya başladılar. Ürünler sadece içerik olarak değil, ambalajlarıyla da orjinal ve göz alıcı olmaya başladılar. O arada sektördeki "merdivenaltı üreticiler" birer birer sektörden uzaklaştı. Pek çok firma ihracat hamleleri yapmaya başladı. Türk Şarabı artık dünyada tanınan bir "marka" olma yolunda ilerlemeye başladı. Sonuç olarak; özellikle son 5-6 sene içinde Türk Şarapçılığında ciddi bir değişim ve başkalaşım yaşanmış oldu. O arada, eski ve büyük firmalarda bir nesil değişimi yaşandı. Kurucu ya da ikinci nesil olan büyüklerin bir kısmı işlerini bir sonraki nesle devretti, bir kısmı ise aramızdan ayrılınca işleri  gençler devraldı.

Ancak, sektörde fark edilen en önemli değişim bence kadınların ağırlığının çok bariz bir şekilde artması oldu. Kadınlar gerek aile işleri gereği, gerekse profesyonel olarak şarapçılığa ve şarapçılığın farklı alanlarına dahil oldular. Bir kısmı işin üretim alanında çalışırken, bir kısmı pazarlama kısmına el attı. Kimi satış konusunda ilerlerken, kimi PR kısmını ele aldı. Kadınların ellerinin şaraba dokunması ise, ülkemizde daha "maço" olan bir sektörü giderek yumuşattı ve  güzelleştirdi. Ancak kadınları yabana atmamak lazım, onlar da erkek sektör gibi hatta belki daha da fazla hırslı, savaşçı ve rekabetçiler. Sadece kadınlar, bunu daha zarif yaptıkları için sektör içindeki kavgalar daha azaldı sanki. Kadınların şaraba yaklaşımı daha bir duygusal, o nedenle ara sıra sektördeki erkeklerin ayar yapması da iyi olabiliyor. Sektörü ilgilendiren konulardaki toplantılarda, masa başında artık daha fazla kadın var. Erkekler ciddi anlamda azınlıkta kalmış gibi görünüyorlar. Ama, dediğim gibi sektörümüzün genç ve heyecanlı kadınlarının, zarif ve duygusal eğilimlerini, arada düz ve analitik mantıklı erkek  üreticilerimizin törpülemesi gerekebiliyor. Güzel bir denge kuruldu şarap sektöründe. İç piyasada hala büyük bir rekabet ortamı yaşanırken dış piyasalar için ortak hareket edilebiliyor. Aynı amaçlar doğrultusunda birlik olunup doğru sonuçların alınabilmesi için çalışılabiliyor.

Kısaca söylemem gerekirse, artık şarap sektörüne dair toplantılar ya da "event"ler daha eğlenceli. Eski toplantılarda yaşanan tartışmalar, birbirinin gözünü oymalar artık pek yaşanmıyor. Kadınlar ortamı güzelleştirdi. Bu güzellik şaraplarımıza da yansıdı. Piyasada her geçen gün daha lezzeztli, daha kaliteli şaraplar bulabilmek mümkün. Gene de tüm bu güzelliklere rağmen daha fazla şarap tüketilmesi ve şarapçılığın ülkemizdeki gelişiminin teşvik edilmesi lazım. Bunun için de gene kadınlar devreye girmeli. Daha çok bir kadın içkisi ya da özel gün içeceği gibi görünen şarabı, daha fazla tüketmek ve daha gündelik tüketime sokmak adına kadınlarımızdan beklentimiz büyük... Tüketim artmalı ki, üretim daha da gelişsin!...

Haydi kadın dostlarım, Sevgililer Gününü filan beklemeyin. Bu akşam için güzel bir şarap alın marketten, markası mühim değil, yeter ki şarap için, dostlarınızla da paylaşın ve keyif alın....... 

Sevgiyle...

11 Şubat 2013 Pazartesi

KANLI GECE..."DJANGO"

Yorgun ve bol koşuşturmalı geçen bir Cumartesi gününün üzerine ne yapılır? Tabii ki, akşam güzel bir yemek ve sinema programı yapılır. Biz de öyle yaptık. Çok sevdiğimiz arkadaşlarımızla önce yemek, sonra sinema programı...

Çengelköy'de oturduğumuz için genellikle sinema programlarımızı Kanyon'da yapıyoruz. Ulaşımı en rahat olan yer orası. Köprü geçsek de, genelde yol en fazla 10-15 dakika sürüyor. Yemek için de seçenek bol. Biz Gina'yı seviyoruz en çok. Ortamı ve ambiyansı hoş, üstelik yaş ortalaması da bizim ayar...

Bu Cumartesi de tercihimiz Gina'dan yana oldu. Güzel yemek ve keyifli bir sohbetle önce gönlümüzü doyurduk. Biz evde oturdukça sanıyoruz ki, kimse dışarılara çıkmıyor. Oysa inanılmaz bir hareket var dışarıda. Herkes ışıl ışıl, pırıl pırıl giyinmiş, süslenmiş. Bütün mekanlar dolu, insanlar yeme içme derdinde. Millet restaurantların önünde sıra bekliyor. Boşalan masa, beş dakikada toparlanıp tekrar doluyor. Anlıyorsunuz ki, bir kesim gezmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi asla aksatmıyor ve bunun için de ciddi para harcıyor.

Yemekten sonraki sinema tercihimiz Tarantino'nun yeni filmi "DJango Unchained"di. Biz grupça, hepimiz Tarantino hayranıyız. Bu filmi de gelir gelmez sinemada izlemek kaçınılmazdı tabii ki. Yemekten kalkıp, 22:00 seansına girdik. Salon tamamen doluydu. Hatta perdenin dibindeki en ön sıralar bile doluydu. Film uzun bir filmdi; bitmesi 1'i buldu. Tarantino gene bildiğimiz tarzıyla döktürmüş. Bu sefer ki film, Western ve Amerikan İç Savaşı öncesinde geçiyor. Kölelik sistemi, ödül avcılığı...filmde dönem Amerikasında yaşanan her şey var. Ama, en çok kan, ölüm, dağılan vücutlar, uçuşan mermiler, patlamalar.... Bu filmde diğer Tarantino filmlerinden farklı olarak ince bir espri anlayışı yüklenmiş. Bazı sahneler son derece eğlenceliydi. Biz filme bayıldık. Gene de salonda dayanamayıp çıkan 3-5 kişi oldu. Ama Tarantino bu, başka ne bekliyorsunuz ki??? Bu yıl ki, Oscar törenini seyretmek lazım. Çok iddialı filmler var. Özellikle oyunculuklar müthiş. Finish çizgisini kim göğüsler, heykeli kim kapar merak ediyorum.

Ben iflah olmaz bir sinema severim. Bir de özellikle sinema salonlarında film seyretmekten zevk alıyorum. Kaçan filmlere dertleniyorum. Çünkü; mümkün olduğunca orjinal DVD almak taraftarıyım. Arşiv yapmayı da seviyorum. Sevdiğim filmleri saklamak ve zaman zaman tekrar seyretmek çok hoşuma gidiyor. Evimizde yaklaşık 250-300 adet DVD filmimiz var. Artık bu arşivi saklayacak yer bulmakta zorlanıyoruz resmen. Ancak, bazen filmlerin çıkması çok uzun sürerse, o zaman sabredemeyip bilgisayardan indirdiğim oluyor. Nadir de olsa...

Tarantino filmlerini sevenler bu filmi kaçırmasın derim. Gerçek bir klasik. Kesin arşivlik.

Sevgiyle...

7 Şubat 2013 Perşembe

VİDEO KAMERA ARŞİVLERİ

Bundan birkaç sene öncesine kadar hepimizde video kameralar vardı. Özellikle seyahate giderken mutlaka yanında bulundurulur, gezilen her yer büyük bir özenle kayıt edilirdi. Hatta kaydı yapan kişi o çekimleri yapmaktan gördüğünden gezdiğinden bir şey anlamaz, keyif alamazdı.  Sonra da o kasetler dolaplara kaldırılır, koca koca arşivler oluşturulur ama asla bir daha dönüp seyredilmezdi. Video kayıt cihazı olan herkesin evinde böyle arşivleri vardır, eminim.

 
Bizim de bir dönem sık sık kullandığımız bir video kayıt cihazımız vardı. Özellikle Almanya'da olduğumuz dönem çok kullanmıştık. Kızımızın bebekliğini çok kaydetmiştik. Birkaç ay önce bu kasetleri alıp DVD'ye kayıt yaptırdım. Böylece kasetlerde yıpranıp, bozulup, kaybolabileceğini düşündüğüm görüntüleri daha kalıcı hale getirdim. Ama inanın bu DVD'leri bile yaptırdıktan sonra tekrar dönüp seyretmemiştik.

Dün akşam kızım "Seyredelim, neler var acaba?" diye tutturunca bazılarını seyrettik.

Tabii ben komaya girdim. Bildiğiniz ağlama krizi...Neden derseniz; kızımın bebekliğinin ne tatlı, ne muhteşem bir şey olduğunu unutmuşum. Emeklemelerini, ilk adımlarını, kurduğu kırık dökük cümleleri, aramızdaki muhteşem aşkın kameraya yansımasını... görünce inanın dağıldım. Bir de üzerine ilk yaşgünü görüntülerine denk geldik. Biz özel olarak Türkiye'ye gelmişiz. Annemin evinde İzmir'de toplanmışız, tüm kuzenler, dayı, teyze, hala, anneanne ve şu anda hayatta olmayan dedeler ve babaanne. Ev süslenmiş, sofra donatılmış, pasta özel hazırlatılmış. Herkes özenmiş bizim için. Doğal olarak tüm ilgi kızımın üzerinde, O'da en tatlı halleriyle ilgi odağı olmaktan son derece memnun. Kucaktan kucağa geziyor. İlk adımlarını atıyor, emekliyor, çirkin suratlar yapıp kahkalar atıyor, arada ilgiden bunalıp ağlıyor... Dedeleriyle, babaannesi ve anneannesiyle oynuyor. Ne güzel bir anı. Kızım için yapabileceğimiz en güzel kaydı yapmışız. Bugün hayatta olmayan aile büyüklerimizi ölümsüzleştirmişiz. Yıllar içinde unutacağı, ya da belki çok az hatırlayabileceği insanları, onun için kaydetmişiz. Bu belki de kızımıza bırakacağımız en özel  miras.

Bu arada; Almanya'daki evimizi, odalarımızı, Kızımın oynadığı parkı, Alman arkadaşlarını, oyuncaklarını, mahallemizi ve daha pekçok şeyi kaydetmişiz. Kzım üç yaşındaydı Türkiye'ye döndüğümüzde, tabii ki pek çok şeyi hatırlamıyor. Hatırladıkları da zaten hayal meyal. O yüzden, dün gördüklerinden O da çok etkilendi. Benim o kadar çok ağlamama şaşırdı. Ben çok hüzünlendim. Kayıplarımıza ağladım. Onları sağlıklı, hem de 13-14 sene önceki halleriyle görmekten hem çok mutlu oldum, hem de etkilendim. Ayrıca, hiç unutmam sandığım pek çok şeyi unutmuş olduğumu fark ettim. Ne kadar genç ve tasasız olduğuma şaşırdım...

Biz evlenirken, eşim de ben de video çekim istememiştik. Düğünün arasında, tanımadığımız bir adamın, burnumuza burnumuza video kamera dayamasını, kamera flaşlarının sürekli gözümüzü almasını istememiştik. Rahat rahat, gönlümüzce eğlenelim, keyfini çıkaralım diye düşünmüştük. Öyle de yaptık. Bir tek fotoğrafçı vardı. O'da tembihliydi, öyle fazla abartmasın işi diye. Aslında hala, iyi ki öyle yapmışız diye düşünsem de, aslında düğünümden de pek bir şey hatırlamadığımı fark ettim, dün akşam. Olsaydı iyi olur muydu diye tereddüt ettim.  Neyse geçmiş zaman. 

O yüzden; aslında ara sıra da olsa önemli günleri, kutlamaları, unutulması istenmeyen yerleri ya da zamanları kaydetmek lazım. Arşivde bulundurmak, zaman zaman o görüntüleri izleyip eskilere dönmek lazım. Geçmişe saygı duymak, o günlerden hoş detayları saklamak lazım. Çünkü insan hafızası malesef kayıtları çok iyi ve kusursuz detaylarıyla saklayamıyor...

Sevgiyle....

4 Şubat 2013 Pazartesi

DÜĞÜN HABERİ ALINCA...

Bugün tatil sonrası ilk iş günüm. Tabii ki işler birikmiş. Verilecek onaylar, cevaplanacak mailler, edilecek telefonlar, yapılması gereken bir sürü iş var. Ayrıca yapılması gereken sohbetler, birikmiş dedikodular...

Bu sabah bir saat ara ile, bir düğün haberi, bir hastalık  ve bir genç ölüm haberi aldım. Biri için çok sevindim, diğerleri için çok üzüldüm. Sabah satış ekibimiz dağılmadan bir doğumgünü kutlaması yaptık. Dilekler tutuldu, mumlar üflendi, pasta kesildi. Kızım için Justin Bieber Konserine tükenmeden bilet alındı. Kredi kartlarının ödemeleri son güne bırakılmadan yapıldı.  Tüm bu yoğunluk içinde, kedimle oynamayı ihmal etmedim tabii. Özlemişim Pamuk oğlumu. Saniyede ısırdı ellerimi, yeni ve taze yaralar bünyede yerini aldı:) Onun da sevgi gösterisi böyle malesef, büyüyünce geçer diyorlar! 

Bir hız, bir organizasyon...yoruldum daha saat 14:00 olmadan. Tatil dönüşü ilk iş günleri biraz böyle karışık geçer. Bir de çocuğunuzun okulu hala tatilse ve normalde okulda olacağı saatlerde size ulaşabilecek durumdaysa olay vahimleşir. Telefonlar durmaz, mesajlar yağar. Yoğunluğunuz katlanır. Birikmiş işlerin arasına bir de çocuğunuzun talepleri sıkışır. Yine de Allah eksik etmesin demek lazım.

Çok sevdiğim ve değer verdiğim bir arkadaşımın annesi hasta. Üstelik de bu arkadaşım konunun uzmanı olan bir doktor. Ama bazen hastalık karşısında elin kolun bağlı kalabiliyor. Süreci en iyi O biliyor, bundan sonra yaşanacakları, annesinin nelerle karşılaşabileceğini... Allah yardımcıları olsun demekten başka elden gelen pek birşey yok. Bir de bol bol dua etmek...

Bu sabah aldığım evlilik haberi ise, beni çok sevindirdi. Çok sevdiğim bu arkadaşım, yıllardır beklediği ve sevdiği adamla bir yuva kuracak. Umarım birbirlerini çok mutlu edebilirler. Hayat mutlu olmak için yaşanmalı.

Bu haber üzerine düşünmeden edemedim; "evlilik zor zenaat". Büyük bir sabır ve hoşgörü gerektiriyor. Keyifli dönemleri olduğu kadar, sıkıntılı zamanlar da var içinde. Hastalıklar, ölümler, çocukların dertleri, işsel sıkıntılar, sinir bozuklukları...hepsi evliliklerin içinde olan ve eşleri sınayan dönemler. Adı üzerinde; hayat arkadaşı deniyor ya, iyisiyle kötüsüyle bir hayatı paylaşmak demek "evlilik". Gençlerde sabır pek yok. Sıkıntıya gelemiyorlar. Bir de üzerine, hepsi ailelerinde baştacı edildikleri için zora gelemiyor, bitiriveriyorlar evliliklerini.

Bana göre ise, evlilik zor ama keyifli. Benim en yakın arkadaşım, eşimdir mesela, en çok onunla gezmekten, onunla yiyip içmekten keyif alırım. En tahammül edemediğim insan da O'dur bazen. Bir sürü huyuna, suyuna kıl olabilirim. Ama benim için en değerli yol gösterici, en kıymetli sırdaş gene eşimdir. Dürüstlüğüne saygı duyarım. Hayatı O'nunla paylaşmak bazen muhteşem, bazen inanılmaz zor olabilir. Eminim, kocam da benim için aynı şeyleri hissediyordur. Yani anlayacağınız üzere, karmakarışık bir durumdur eş durumu. Mükemmel uyum diye bir şey olduğuna asla inanmıyorum. Hiçbir konuda yüzde yüz fikir birliği olacağını da düşünmüyorum. Orta yol bulunabiliyorsa, ya da çiftlerden biri, diğeri için fedakarlık yapabiliyorsa, işte o zaman uyum sağlanabiliyor. Çiftlerin özgürlük alanlarının olması gerektiğini ve bunun karşılıklı saygıyı gerektirdiğini düşünüyorum. Ancak; bu şekilde evlilik keyifli bir paylaşıma dönüşebilir. Aksi halde boğucu olması kaçınılmaz.

Bir de "aile" faktörü var evliliklerde. Evlilik içinde, eşler ailelerine mesafeli durabilirlerse, o evlilik daha şanslı olabiliyor. Çok genç yaşta evlenen bir arkadaşım, ailesiyle de yakın oturduğundan her akşam ailesinin evinde akşam yemeklerini yediler. Kendi evi soğuk oluyor diye, annesinin evinde duşunu aldı. Böyle olunca ailesi evliliğinin içine girdi. Her anlarına şahit oldular. Dolayısıyla da herşeye karışma hakkını kendilerinde buldular. Yürümedi evlilikleri, malesef ayrıldı arkadaşım.  Bana göre aile; mutlaka belli bir mesafede durmalı. Evliliğin devamı için en önemli kıstaslardan biri de bu. Ailelerin hayat tecrübeleri fazla da olsa, yeni evli insanlara saygı duymalı, onlara hata yapma ve hatalarından öğrenme şansı tanınmalı... Ancak böyle olursa evlilikte büyümek, karı-koca olmak mümkün. Orta yol ve ortak payda ancak bu şekilde bulunabilir. 

Bu yazı bir ara verme vesilesi oldu bana. Şimdi gene ilk iş günümün koşuşturmalı temposuna dönüyorum. Bakalım bugün daha ne haberler alınacak???

Sevgiyle...