25 Aralık 2013 Çarşamba

DUYGUMUZ MU KALDI SÖMÜRÜLECEK???

İnsanlara bir şey yaptırmanın, bir mal satmanın en kolay yoludur "duygu sömürüsü" yapmak. İnsanoğlu bebeklikten öğrenir. Minnacık bebeler hangi surat ifadesiyle bakarsa anasına babasına işini gördüreceğini, küçücük çocuklar hangi cümleleri kurarsa istediği oyuncağı aldırabileceğini, öğrenciler öğretmen ya da velilerine nasıl davranırlarsa daha kolay işlerini yoluna koyacaklarını...
Genelde hep duygularla oynanır, kalpteki bir yaraya basılır, ya da bir sızı kanırtılır.

Yani bebeklikten yolunu öğreniriz iş yaptırmanın. Sonra bu durum ticarete kadar uzanır. Farkındaysanız, millet olarak dini değerlerimizin yükselmesiyle son yıllarda bayramlarda, seyranlarda pek çok marka satış arttırıcı olsa da reklamlarında bu tarz duygu sömüren mesajlar kullanmaya başladı. Üstelik ülkemizde faaliyet gösteren pek çok yabancı şirket de aynı yöntemi kullanıyor. Ramazanda kurulan büyüük sofralar, dedelere ninelere yapılan bayram ziyaretleri, telefonlarda verilen mesajlar...

Evet izlerken belki duygulanıyoruz ama aslında hepsinde amaç aynı: "Benim ürünümü al..."

Herkesin yaralı olduğu bir konu var. Aranmamak, yalnızlık, (bayramda tatile gidenlerdeki) suçluluk duygusu, aile büyüklerinin kaybı... Daha pek çok duygu bu şekilde istismar ediliyor. Mesela bir çikolata firmasının bayram reklamında oynayan yaşlı dede, vefat etmiş, haberi olan var mı? Ben de şu anda yazıyı yazarken öğrendim. Nur içinde yatsın......

En son izlediğim bir telefon şirketi reklamındaki insanların, "sadece sesini duymak istedim..." demeleri, nasıl benim babacığımı aklıma getirip, "onun sesini duyamıyorum bari annemi arayayım vesileyle", mesajını benim beynime beynime sokabiliyorsa, aslında yaptığım her aramanın o şirkete para kazandırdığı gerçeğini değiştirmiyor. Amme hizmeti yapmıyorlar sonuçta.

Yani anlayacağınız, ben böyle duygu sömürüsü ile yapılan her türlü tanıtıma sinir oluyorum. Çünkü biliyorum ki, her birinin altında aynı amaç yatıyor, "para kazanma hırsı!" Bunun için de, benim duygularımla oynamanın kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum.

Diziler, sinema filmleri hatta haberler... TV'lerde de ne kadar ağlaklık o kadar rating değil mi zaten?

Çok oyuna geliyoruz çoook... Ayrıca, sağımız solumuz iç kıyıntısı, bir de bunun başkalarınca kaşınması çok mu lazım yani?

Hepten yasaklasınlar kardeşim böyle abuklukları. Hiç birimizin daha fazla üzdürülmeye ihtiyacımız yok! Gerçekler yeterince üzücü ve iç karartıcı zaten bu aralar. Daha fazlası bünyemize dokunuyor artık, kaldıramıyoruz.

Sevgiyle...

19 Aralık 2013 Perşembe

BİR YILI DAHA DÜRDÜK KENARA KOYDUK...

2014 girmeye çok az kalmışken 2013'ü nasıl geçirdik diye düşündüm. Sanki 2013 kötü bir yılmış gibi bir inanmışlığım vardı. Oysa düşününce, bu yıl aslında ben ve ailem için pek çok güzelliği sunmuş bize, hakkını yememek lazım.


Bir kere, çok şükür sağlıklıymışız genel anlamda, ufak tefek sorunlar tabii ki yaşanmış ailemizde, ayrıca ara sıra ülke sorunları, iş sıkıntıları gibi konuların verdiği yürek kalkıklıkları da olmuş ama, bunların hiçbiri önemli sorunlar olarak sayılamaz tabii... Okul başarıları, mezuniyetler, lise başlangıcı gibi hem kızımız, hem de bizim için farklı bir evre açılmış önümüzde. Evimizi değiştirmemiz, yeni komşular, yeni bir ortam. Bunlar ferahlık demek, tabii evin oturulmaya hazır hale getirilmesi süreci yorucu, stresli ve bol masraflı bir süreç oldu, kabul etmek lazım.

Sonra bir köpek sahibi olduk bu yıl. Ayıp olmazsa şöyle bir benzetme yapayım; bir çocuk sahibi olmak nasıl insan hayatına bomba gibi düşerse köpek de bizim ailemizde aynı etkiyi yaptı. Son derece kısıtlayıcı, son derece sorumluluk isteyen bir şey, ama öyle bir sevgi ve mutluluk ki her şeyi unutturmaya yetiyor. Zeytin kızım, bir kez daha hoş geldin ailemize, yuvamıza...

Bu yıl ayrıca hem ailecek tatiller yaptık, yeni ülkeler gördük, hem de iş bağlantılı fuarlara, yeni ülkelere, yeni pazarlara gittik. Bol bol gezdik, gördük, eğlendik, yedik, içtik, şükürler olsun!

Bu arada,  memleketle ilgili yaşanan tuhaflıklara bir şaşırıyoruz, bir garipsiyoruz ama zamanla sanki bir dönem alışıyoruz sonra gene bir şeyler oluyor hadi baştan şaşırıyoruz, garipsiyoruz.... 2013'de silsile halinde tenis maçı seyreder hissiyatımız daha bir süre devam edecekmiş gibi görünüyor.

2013'te iyi insanlarla karşılaştım, yeni dostluklar kurdum, eskilerden kaybettiklerim, belki biraz uzaklaştıklarım ya da kıymetini anlayıp peşine düştüklerim oldu. Bazen yalnızlaşmak istediğim de oldu, kendimi dinlemek, aileme odaklanmayı seçtiğim de...

Şimdi düşünüyorum da 2013 her bakımdan, pek çokları için  biraz yüzlerdeki maskelerin düştüğü, gerçek niyetlerin ortaya dökülüp saçıldığı bir yıl olmuş. Aslında fena bir yıl olmamış, tabii doğru okuyabilene, anlayabilene...

2014'ten beklentilerim yüksek. Kendim, Ailem ve dost bildiklerim için sağlık bekliyorum, huzur ve keyif, iş hayatında başarı istiyorum. Sevgi ve hoşgörü diliyorum kalpleri hırsla dolu tüm insanlar için. Herkes için mutlu günler istiyorum. Çok şey mi istiyorum???

Sevgiyle...

6 Aralık 2013 Cuma

SOKAK HAYVANLARI

Ben bir hayvan severim. Öyle olduğumu düşünüyorum. Hayvanları hep çok sevdim, ama ne çocukluğumda ne de gençliğimde kendime ait bir hayvanım olmadı. Aslında sokak hayvanlarına da hep biraz mesafeli yaklaştım. Biraz da temizlik takıntım var çünkü. Demem o ki, bir "Panter Emel" falan olmasam da, hayvanları çok seviyorum.

Evde üç senedir bizimle yaşayan bir Maviş oğlumuz var, içine insan kaçmış muhabbet kuşumuz. İşyerimde sokaktan kurtardığım sağır bir Ankara kırması kedim var, Pamuk. Agresif bir oğlan, maalesef sevgisini ısırarak belli eden ve asla fazla ilgiden hoşlanmayan bir karakter. Yumuşacık okşanası bir kedi değil. Bir de Zeytin'imiz var. Küçük kızımız, goldenımız. O da tam şımarık, sevgi arsızı...

Hayvanlarla ilişki kurdukça, onları tanımaya başladıkça, görüyorsunuz ki, her birinin ayrı bir karakteri var. Yeri yurdu belli olan ya da bebeklikten büyüttükleriniz sizin huyunuzu suyunuzu alıyor da, sokaktan sahiplendikleriniz genellikle öyle travmalar yaşamış oluyorlar ki, kolay kolay atlatamıyorlar.

Mesela bizim Pamuk. Ben bulduğumda üç aylık filandı ve götürdüğümüz veteriner biz onu sokaktan kurtarmazsak yaşamasının mümkün olmadığını, sağır olduğu için ya bir araba altında kalacağını ya da başka hayvanlarca parçalanacağını söylemişti. Şimdi sıcacık bir yeri, oyuncakları, leziz mamaları, herşeyi var. Tüm hırçınlığına rağmen bolca sevgi de görüyor, ama sanki mutlu değil gibi... Bir ara aklı gücü sokaklara kaçmaktaydı, şimdi geçti. Gene de bazen, acaba onu sahiplenmekle kötülük mü yaptım diye düşünüyorum. Ne de olsa özgürlüğünü kısıtladım. O başına buyruk bir oğlan, belki de özgür olması, sokaklarda serserilik yapması lazımdı. Ne bileyim, ben kıyamadım işte...

Zeytin kızımızı bir çiftlikten sahiplendik, şimdi 7 aylık. Yaklaşık beş aydır bizimle. Dünya tatlısı ancak, ne de olsa büyük bir cins olduğundan şimdiden güçlü ve yürürken çok fazla çekiştiriyordu. Biraz da heyecanlanınca ısırma huyu vardı. Biz eğitime vermeyi tercih ettik. Beni eleştiren arkadaşlarım oldu. Evet ayrı kalmak zor, evet özlüyoruz. Ama, her hafta yanına gittiğimizde bir şeyler öğrendiğini görüp mutlu oluyoruz. Emanet ettiğimiz yere ve oradaki insanlara da güvendik. Zeytin'e eziyet etmediklerini gördük. Öyle aç filan bırakmıyorlar, dövmüyorlar da... Eğitimi ödülle yapıyorlar. Ödül olarak kullandıkları şey sosis. Yani bizim içimiz rahat. Zaten bir iki hafta sonra Zeytin eve geri gelecek. Şanslı bir köpek, onu çok seven, özleyen bir ailesi var. Üstelik şimdi daha kurallı olacağından daha da mutlu bir köpek olacak, eminim.

Dün Zeytin'e uğradım. Eğitim için bıraktığımız yer biraz şehir dışı gibi, Taşdelen'le Riva arası bir yer. O civarda inanılmaz sokak köpeği popülasyonu var. İçlerinde çok cins olanlar var. Kimi terk edilmiş. Sokağa alışık olmayan hayvanlar kimisi. Neredeyse hepsinin kulağı küpeli, ancak o kadar çok yavru köpek var ki etrafta, ben bu küpeli köpeklerin kısırlaştırıldığını da sanmıyorum. Bana biraz aldatmaca gibi geliyor. Dün gene sokağın kıyısında iki tane minnacık yavru vardı ve araçların peşinden koşturuyorlardı. Bir kardeşlerini maalesef bir araba ezmiş kenarda cansız yatıyordu. İçim acıdı hallerine. Oradaki hayvanlar aç  ve öyle bakımsızlar ki...İstanbul'da pek çok yerde aynı manzarayla karşılaşıyorsunuz. Özellikle Şile, Riva, Kurtköy, Ömerli taraflarında başıboş yüzlerce köpek var. Kış geldi ve bu aç hayvanlar birbirlerine ya da insanlara saldıracaklar çok yakında.  Pek çoğu donacak, telef olacak.

Elimden ne gelir ki, diye düşünmemek lazım. Ben en azından kapımın önüne bir tas su koyuyorum sokak hayvanları için, ayrıca yenmeyen, çöpe gidecek yemek artıklarını toplayıp sokak hayvanlarının çok olduğu yerlere götürüyorum. Benim elimden gelen bu, ama bana ne demiyorum , diyemiyorum.

Lütfen siz de apartmanınızın, sokak kapınızın, ya da iş yerinizin önüne bir kap su koyun.  Bir köpeğin gözlerindeki minnet ifadesi kadar insanı tatmin eden, ruhen doyuran başka hiçbir şey olamaz çünkü...

Sevgiyle...

3 Aralık 2013 Salı

SIRTTA HANÇER BELASI

Alışmadık ...te  don durmaz... mı ne, öyle bir laf vardı.

Geçen hafta sonu spor yapayım dedim. Normal yürüme bandı, bisiklet derken aletlerin cazibesine kapılıp sırt ağırlığı çekeyim dedim. Hepi topu 10 kilo. Hepi topu 10 tekrar... Üzerine bir de 10 tekrar kürek çektim.

Yaptım, amman dedim, ne güzel sırtım da çalıştı. Mutlu oldum, kendimden memnun oldum..

Bir gün geçti, iki gün geçti, üçüncü gün aniden sırtıma bir hançer saplandı, nefesim kesildi. Öylece kalakaldım kapının ağzında. Herhalde dedim, kalp krizi böyle bir şey. Babadan da zaten miras var. Eh dedim, iyi yaşadım, güzel yedim, içtim. Kendimle sıkıntım yok da...kızım daha küçük... Doyamadım yahu.

Valla gidiyorum sandım, yok böyle bir sancı. Dünden beri, sırtımda aynı hançer, ara ara hançeri kanırtarak çeviren, iki kürek kemiğimin arasını oyan bir caniyle dolaşıyorum. Oturamıyorum, yatamıyorum, nefes alamıyorum. Ben ki, ağrı eşiği çok yüksek bir insanım. Ben ki, doğumumun başladığını anlamayacak kadar dayanıklıyım. Bu ne ya böyle... Gözlerim pörtlüyor valla. Habire sırtımı kıtırdatma isteği var içimde. Hani minik ayaklı biri olsa, sırtıma çıksa hafif hafif dolaşsa...

Dünden beri sırtımı nane mentol kokulu pomatlarla ovduruyorum, buram buram kokular saçıyorum. Öyle ki, kendi kokumdan sürekli gözlerim yaşarıyor. Öyle yakıcı. Ama valla razıyım, yeter ki biran önce şu dayanılmaz ağrı dinsin. Kollarım kalksın, normal halime döneyim.

Üstelik benim liseden beri bel fıtığım var. Dönem dönem de tutar hani. Zordur bel fıtığıyla yaşamak. Öğrenmek gerekir düzgün oturmayı kalkmayı, hareket etmeyi. Ben de yirmi küsür senedir bilir ve ona göre çok dikkatli yaşarım. Pek kimselere çaktırmam sıkıntılarımı ama, bu ağrı başka, ne yapsan olmuyor. Kollarımı bile kaldıramıyorum. Kas ağrısı, sinir sıkışması artık her ne ettiysem kendime...

Birkez daha anladım ki, bilip bilmeden spor da yapmamak lazım. İnsanın başında yönlendirecek, hareketi doğru yapmayı gösterecek biri şart. "Eğitim şart" yani. Böyle sakatlanmalarda insan çaresiz kalıyor.Bir şey değil, zaten çok spor meraklısı değilim, kırk yılın başı heves ettim de birkaç kez üst üste spora gittim. Şimdi hepten vaz geçmezsem iyidir.  Anlaşılan iyileşene kadar böyle yarım yamalak ve de kokular saçarak dolaşacağım, MECBURRR...

Ey, dostlar. Kusura bakmayın. Beni seven, mis kokuma da katlanır.
Gene de siz siz olun yanıma fazla yanaşmayın, bu aralar göz yaşartıcı etkim var...

Sevgiyle...