29 Mart 2015 Pazar

KAPALIÇARŞI SONRASI DOMATESLİ MEZGİT

Bahar geldimi üzerime çöken inanılmaz yorgunluk haline rağmen, bu haftasonu evde miskin miskin oturmak istemedim  ve bir süre önce Saffet Emre Tonguç ile yaptığımız Kapalıçarşı Gezisi'nin bilgileri aklımda hala tazeyken, bu cumartesi eşime rehberlik ettim ve beraberce Kapalıçarşıyı bir kez daha gezdik.
Kapalıçarşı, kapalı kutu... Her gidişte yeni yerler, yeni güzellikler keşfediliyor. Pekçok dükkan fazlasıyla turistik olsa da, bazıları yerli, köklü esnaf. Sohbetleri güzel, ikramları güzel, sıcacık insanlar. 
Biz sabah erken davranıp Üsküdar'dan Marmaray ile geçtik karşıya. Çok kalabalık olmakla beraber, inanılmaz büyük kolaylık. Yaklaşık 7 dakika'da karşıda Sirkeci'deydik. Biz tramvay yerine Nuruosmaniye kapısına kadar yürümeyi tercih ettik, hava o kadar güzeldi ki...
Önce Nuruosmaniye Camii'ni gezdik. Uzun zamandır tadilattaydı. Sonunda bitmiş ve ortaya o kadar güzel bir camii çıkmış ki, mutlaka görün derim. Barok tarzda yapılmış, adeta butik bir camii. Yani hem çok şık, hem derli toplu küçük bir yapı. İçinde çok zarif vitray ve hat işlemeleri var.
Ardından, en önce Şark Kahvesinde sade kahvelerimizi içip, yol haritamızı belirledik. Biraz dinlenip gezmeye öyle başladık. İlk olarak  Sandal ve Cevahir Bedestenlerini gezdik. İlgimizi çeken dükkanlara girdik. Ufak tefek alışverişimizi yaptık. Sonra yemek yedik ve bu sefer, biraz daha içlere doğru yürüdük. Malesef artık pek çok dükkan birbirine benzemiş. Özellikle taklit ürünler, turistik hediyelik satanlar, benzer tarz ve kalitedeki lokumcular, baharatçılar, dericiler, kuyumcular... Zaten özelliği olan dükkanlar hemen diğerlerinden ayrışıyor. Bir zamanlar çarşının sokaklarına adını veren meslek grupları artık hiç yok. Takkeciler sokağı, terziler sokağı, yağlıkçılar caddesi, yorgancılar caddesi, feraceciler sokağı, kalpakçılar caddesi..... Artık bu meslekler olmasa da, Kapalıçarşı Osmanlı döneminin ilk AVM'si olması, renkliliği, çeşitliliği, canlılığı ile yaşaması gereken özel bir mekan. Mutlaka gidilmesi, görülmesi gereken, yaşaması gereken en özel değerlerimizden biri...
Akşamüzerine doğru çok yürüyüp, gezip Fes kafede bir çay molası verdik. Bu arada bir tatlı paylaşarak enerjimizi yeniledik. Ardından Mısır Çarşısına kadar yürüdük. Çarşı girişine geldiğimizde, bunun inanılmaz bir hata olduğunu gördük. Kalabalığa inanamadık. İnsanlar birbirini eziyor, herkes delirmiş gibi bağırıp çağırıyordu... Anlaşılan o ki, hava güzel olduğunda bir cumartesi öğleden sonra oralara gitmemek lazım! 
Dönüş için Üsküdar'a vapurla geçmeyi tercih ettik. Hem harika boğaz havasını içimize çektik, hem de boğazın güzelliklerini içimize sindire sindire yolculuk etmiş olduk. Hatta martılara simit atıp keyif bile yaptık. 

Üsküdar'a kadar gidip de balık pazarına uğramadan eve dönmek olmayacağı için, balık pazarında tezgahları seyrederek bir süre dolaşıp, domatesli balık yapmak için fileto mezgit hazırlattık. Domatesli balık kayınvalidemin tarifi, yanında yemek için bol bol yeşillik aldık. Tezgahta satılan mis kokulu çileklerden de biraz alıp eve döndük. 

Yaklaşık 7 saat süren, bol gezmeli, görmeli bir günün ardından, enfes lezzetli ve çok sağlıklı bir akşam yemeği için mutfağa girdim. Domatesli mezgit için 1,5 kiloluk bir mezgitten fileto çıkarttırmıştık. Tarifini de sizinle paylaşayım.

Malzemeler:
Ayıklandıktan sonra yaklaşık 1,2 kg. kadar kalan mezgit fileto
2-3 domatesin rendesi (ben geçen yaz yaptığım domatesleri kullandım)
1 iri soğan
4-5 diş sarmısak
1-2 limon
3-4 adet defne yaprağı
Tuz karabiber

Yapılışı:
En önce mezgit filetoları güzelce yıkayıp, tuzladım. Kare borcama yerleştirdim.
Sos tavasına biraz zeytinyağ koyup önce halka halka doğradığım soğanları ekleyip biraz çevirdim ve irice doğradığım sarmısakları ilave ettim. Sarmısak ve soğanın rengi biraz dönünce domates rendesini tavaya ekledim ve domatesin güzel bir sos kıvamına gelene dek pişirdim. Tuz, karabiber ekledim.
Arada fırını yaklaşık 180-200 dereceye ısıttım.
Pişirdiğim sosu balıkların üzerine yayıp, en üste dilimlediğim limonları ve defne yapraklarını yerleştirdim. Ve balığı pişmek üzere fırına yerleştirdim. 

Fırında yaklaşık 1 saat pişirdikten sonra yanında bol yeşil salata ile servis ettim. Harika oldu, biz bayıldık!






Ama itiraf etmeliyim ki, gün boyunca  bu kadar yürüyüş ve sağlıklı bir akşam yemeğinin üzerine tatlı yemeden sofradan kalkmak istemedik. Neyse ki, eşim balığı ayıklatırken ben gizlice fıstıklı tahin helvası almıştım. Böylece tatlısız da kalmamış olduk 😉.

Hafif ve sağlıklı bir öğün için mutlaka denemelisiniz! 

Sevgiyle...

4 Mart 2015 Çarşamba

HAVAALANI GÜVENLİK GEÇİŞİNDEKİ ÇİFTE STANDART

Oldukça sık seyahat eden biriyim. Hem ailecek çok seyahat ediyoruz, hem de işim gereği sık sık İzmir İstanbul arası uçuyorum.
Dolayısıyla havaalanı deneyimim çok fazla.
Son yıllarda, önce gözlemlediğim, sonra sinir olmaya başlayıp tepki gösterdiğim bir olay var.
Havaalanı güvenlik kontrollerinde uygulanan çifte standart!

Eminim benim gibi pek çok kişinin dikkatini çekiyordur. Havaalanı güvenlik kontrollerinden geçerken, bir memur mutlaka bağırır: "Üzerinizde, bozuk para, anahtar, telefon, kemer, mont kalmasınnn!" Siz de şartlanmış bir şekilde üzerinizdeki montu ve diğer metal eşyaları çıkartıp kutulara koyar, x-ray cihazından öyle geçersiniz. Hatta ayağınızda bot ya da çizme varsa, bazen onları bile çıkartıp, çorap üzeri galoş giyerek geçmek durumunda kalabilirsiniz.
 Bu artık hepimizde otomatik bir hareket haline geldi.

Ben de senelerce bunu yaptım. Sonra yavaş yavaş, dikkatimi kapalı kadınlar çekmeye başladı. Onların uzun mantoları ve başörtüleri ile güvenlik kontrolünden geçtiklerini, eğer cihaz alarm verirse güvenlik elemanlarının ellerindeki tarama cihazı ile tarandıklarını gördüm. Bir süre bu durumu gözlemleyerek, uygulamadan emin oldum. Sonra yavaş yavaş gene montumu çıkarıp geçiş yaptıktan sonra, görevlilere bu uygulamanın neden kapalı ve açık kadınlar için farklı yapıldığını sormaya başladım. Aldığım cevap hep aynıydı: "Kapalı bayanlara üstlerini çıkarttırmamız kanunen yasak, genellikle içleri müsait olmuyor, ama gerekli görülürse kapalı bölmelere alıp üzerlerini kontrol edebiliyoruz."

Ben böyle bir duruma hiç şahit olmadım, belki uygulanıyordur, bilemiyorum.
Gene de gördüğüm bu uygulamanın tamamen bir çifte standart olduğunu düşünüyorum. Ve tepkim her geçen gün büyüyerek arttı.
Son bir yıldır; her güvenlik noktası geçişimde,  bunu önce görevlilere, sonra onların amirlerine açıkça dile getiriyorum. Bıkmadan, usanmadan, sıkılmadan, bu konudan duyduğum rahatsızlığı ve uygulamanın haksızlığını anlatmaya çalışıyorum. İnanın bana her seferinde söylüyorum. Görevliler genellikle suratıma boş boş, anlamsızca bakmakla yetiniyorlar. Bazıları bana haksız olduğumu anlatmaya çalışıyor. Bunca zamandır sadece bir, iki tanesi "Haklısınız, ama bizim aldığımız emir böyle" deme cesaretini gösterdi.


En son geçen hafta İzmir'den İstanbul'a dönerken, güvenlik geçişinde montumu çıkartmadım. Kadın güvenlik görevlisi, "Montunu çıkart" diye, gayet kaba bir dille beni uyardı. Ben de, "Çıkartmayacağım" dedim. Hayret ve aşağılamayla yüzüme baktığını görünce, (konuya da çok hakimim ya) "Benden önceki kapalı bayan çıkartmadığına göre, bende çıkartmayacağım, eğer x-ray'de sinyal verirsem, o zaman çıkartırım" dedim. Görevli, "Kapalı olan bayanların içleri müsait değil, o yüzden çıkartmıyorlar." deyince, ben de "Benim de içim müsait değil" deyip montumla geçiş yaptım.

Bundan sonra da, bir daha asla bu uyarılara kulak asmayacağım. Sonuçta kanuna aykırı bir harekette bulunduğumu düşünmüyorum. Eğer x-ray cihazı sinyal verirse zaten çıkarırım, ama bu çifte standardı kabul etmeyeceğim. Tepkimi her seferinde dile getirmeye devam edeceğim.

Umarım bunu tepkimi anlattığım, ya da bu yazımı okuyan herkes de aynı tepkiyi verir. Metal eşyaların kutulara konmasını anlıyorum. Ancak montların çıkartılmasını anlamıyorum ya da eğer çıkartılması mecburi ise o zaman herkes çıkartmalı.

Sevgiyle...

2 Mart 2015 Pazartesi

İKİ KERE DÜŞÜNÜN ÖYLE SAHİPLENİN!

Sanırım her çocuğun hayalinde evde bir kedi ya da köpek beslemek vardır. Bizim 16 yaşındaki kızımız da yaklaşık 10 sene "köpek istiyorum" diye bize dil döktü. Babası da, ben de öncelikle bir köpek almanın sadece sevmek demek olmadığını anlatmaya çalıştık. Zaten evimizin de, hayat tarzımızın da çok müsait olmadığını defalarca bıkmadan usanmadan açıkladık. Çünkü bir apartman dairesinde oturuyorduk, çünkü oldukça yoğun çalışıyorduk,çünkü çok seyahat eden bir aileydik, çünkü kızımızın henüz bir köpeğin sorumluluğunu alabileceğini düşünmüyorduk. (Hadi itiraf edeyim, asıl biz bir hayvanın sorumluluğunu almaktan korkuyorduk, daha önce ne ben ne de eşim evcil hayvan beslememiştik...)

Yaklaşık iki sene önce, bahçeli yeni bir eve taşınacağımız belli olduğundan ve kızımız da 14 yaşında girdiğinden, daha fazla direnemedik ve ailemizin ortak kararıyla bir köpek sahibi olmaya karar verdik. Herkesin sorumluluklarını önceden saptadık. Maddi sorumluluk babanın üzerine, manevi sorumluluk ise kızımla benim aramızda paylaşıldı. Kitaplar, dvdler  aldık. Yavru bir köpeğin nasıl yetiştirilmesi gerektiğini önceden öğrenmeye çalıştık. Bahçedeki yerini hazırladık. Evin yeni ferdinin önce cinsine, sonra bir bebek olmasına karar verdik ve tavsiye üzerine gittiğimiz bir köpek çiftliğinden bebeğimizi satın aldık.


Sanırım ilk hatamızı burada yaptık. Yani satın almakla... O zaman köpekler hakkında bu kadar bilinçli değildik ve sokaklarda, barınaklarda bu kadar sahipsiz golden olduğundan da haberimiz yoktu.
Neyse yavrumuzu eve getirdik, ve kitaplardan okuduğumuz öğrendiğimiz şekilde uygulamalarla onu büyütmeye çabaladık.


İşte ikinci hatayı da burada yaptık, maalesef her şey kitaplardaki gibi kolaycacık hallolmuyor. Çok uğraşmak, çok çaba harcamak lazım. Bizim kızımız kanlı ishal denen bir hastalığa sahipmiş, eve getirdikten bir hafta sonra yemekten kesildi, korkunç bir ishalle neredeyse kaybediyorduk. İlk testimiz de bu oldu galiba, o minicik canı kurtarmak için neler yaptık, ne çok çabaladık... Neyse ki, Zeytin kızımız da yaşamak için çabaladı ve hayata tutundu. O muthiş geri dönüşten sonra da, neredeyse bir yıla yakın bir zaman ufak tefek sorunlar hep oldu. Kimi zaman hastalandı, kimi zaman çok havladı, kimi zaman çekiştirdi, kimi zaman ısırdı... Köpek sahibi olmanın en ama en büyük gerekliliği sabır. Bunu asla unutmamak lazım. İlk geldiğinde neredeyse eve hiç giremezken, şimdi günün yüzde seksenini evde geçiriyor. Yavaş yavaş o da bizi eğitti. Evin içinde, bizim yanımızda daha mutlu olduğunu bize öyle güzel anlattı ki...


İki ay kadar sonra Zeytin'le ikinci yılımızı dolduracağız. Artık evin resmi bir ferdi o. Koşulsuz bir sevgi yumağı. Hiç büyümeyecek bir bebek. Ağzı var dili yok bir güzellik. Evimize neşe kattı. 
Bu arada bizi sokak hayvanlarına karşı daha duyarlı olmamız yönünde bir güzel eğitti... 

Sosyal medyada takip ettiğim birçok gönüllü sayfası var. Her gün bu güzel insanların kurtarmaya çalıştığı canlar ile ilgili haberler okuyorum. Doğrusu fazla birşey yapamıyorum, ancak o gönderileri paylaşarak ya da ufak tefek maddi desteklerle yanlarında olmaya çalışıyorum. Maalesef, hala kedi, köpeklerin birer karne ya da sevgililer günü hediyesi olmadığını insanlar anlayamadı. Sizin bir sevdiğinizi sevindirmek için kullandığınız o hayvanların duyguları var. Oldukça uzun bir ömürleri var, yaklaşık 13-15 yıl. Hastalıkları var, yaşlılıkları var. Bebekken bolca yaramazlıkları, şımarıklıkları var. Her birinin kendi karakteri ve türlü türlü huyu var.

Siz ne sanıyorsunuz? Alırız eve bir "puppy", biraz oynar eğleniriz, ama evin ortasına çişini yaparsa, fazla havlarsa, mobilya kenarlarını kemirirse, yağmurda, çamurda dolaştırmak gerekirse göndeririz olur biter mi sanıyorsunuz? Terk edilmek bir insan için nasıl bir travmaysa, bir hayvan için de benzer bir travma olacağını, hatta sokaklarda karşılaşabileceği çeşit çeşit tehlikenin farkına varamıyor musunuz?
Bir kere evde önüne mama, su konulan bir hayvanın doğada yaşamasının ne kadar zor olacağını düşünemiyor musunuz? Sevilmeye alışan bir canlının sizi aynı şekilde sevip, özleyeceğini anlayamıyor musunuz? Terk edilen bir köpeğin yüreğindeki yalnızlığı, çaresizliği hissedemiyor musunuz? 

Eğer bir evcil hayvan sahibi olmayı düşünüyorsanız, önce hayatınızı bir gözden geçirmenizi öneririm. Yaklaşık 13-15 yıl devam etmesi muhtemel bir ilişkiye kendinizi hazır hissediyor musunuz? Bu ilişkiyi acısıyla, tatlısıyla, tüm güzellikleri ve sıkıntılarıyla yaşamaya hazır mısınız? Hatta bu kararı verdikten sonra, benim size tavsiyem, bir kaç barınakta biraz zaman geçirmeniz. O hayvanların gözlerinin taa içine bakmanız ve önce onları anlamaya çalışmanız. Sonra kendinizi hazır hissediyorsanız, size tapmaya hazır bir canı sahiplenmeniz...

Zeytin artık bizim ikinci kızımız. Umarım uzun ve sağlıklı bir ömrü olur. Bize iki yıldır verdiği neşe ve mutluluk hep devam eder. İnşallah biz de ona layık bir aile olabiliriz, onu ihtiyacı olduğu kadar sevebiliriz ve mutlu ederiz. Her gün işten eve geldiğimde, sanki aylardır yokmuşum gibi beni gördüğüne bu kadar sevinen, hatta sevinçten çılgına dönerek beni mutlu eden, günün tüm sıkıntı ve stresini benden alıp, götüren Zeytin gözlü kızım, iyi ki hayatımıza girdin, seni çok seviyorum!!!

Sevgiyle...


1 Mart 2015 Pazar

ÇOKÇİKOLATALI MUFFİN

Yarın okulda çikolata günümüz var. Kızımla beraber mutfağa kapandık. Kızım parça çikolatalı kurabiyelerini yaptı, ben de Çokçikolatalı Muffinlerimi. Bizim liseliler yarınki ikramlarla çikolataya doyacak. Zaten çikolatayı kim sevmez ki...
Valla kilo alma derdim olmasa ben çikolata ile yaşayabilirdim. Neyse ki, çocuklukta bol bol yedim de içimde kalmadı! Gene de ara sıra kaçamak yapmaktan geri duramıyorum.
Bu muffin tarifi kolayca hazırlanıyor.
Üstelik hem bol kakao hem de bol çikolata parçası ile hazırlandığından ben adını Çokçikolatalı Muffin koydum!




Gelelim malzemelerine:
2 yumurta
3 fincan şeker
2 fincan yoğurt
2 fincan sıvıyağ (ben zeytinyağ kullanıyorum)
6 fincan un
3 kaşık kakao
1 bardak damla çikolata
1 paket kabartma tozu
1 paket vanilya

Yapılışı: Herşeyden önce fırını 150 dereceye ayarlayıp önceden ısıtıyoruz. Oda sıcaklığındaki 2 yumurtayı ve toz şekeri karıştırma kabında iyice çırpıyoruz. İyice derken şekerli karışımın köpük köpük bir hale gelmesini kasdediyorum. Daha sonra içine yoğurdu, zeytinyağı ekleyip çırpmaya devam ediyoruz. Sıvı malzememiz güzelce birbirine karışıp homojen bir hale geldiğinde içine un, kabartma tozu ve vanilyayı eleyerek ekliyoruz. Son olarak damla çikolataları da ilave edip güzelce karıştırıyoruz.


Muffin kalıplarının içine kağıt kaplarımızı yerleştirip, herbir kalıbın içine yarısına kadar kek karışımından koyuyoruz. Benim muffin kağıtlarım küçük sanırım, toplam 20 adet muffin çıktı bu malzemeden. En üste çikolata parçalarından serpiştiriyoruz ve fırına yaklaşık 40 dakika pişirmek üzere koyuyoruz. 
Fırından çıkarmadan önce klasik kürdan kontrolünü yapmanızda fayda var. Muffine batırdığınız kürdan temiz çıkıyorsa işlem tamamdır, fırından çıkartıp soğutabilirsiniz!

Bu arada fazla çikolata meraklısı değilseniz bile bu muffinler pişerken mutfağı ve hatta evi kaplayan çikolata kokusu eminim ki sizi de baştan çıkartacaktır!
Umarım bu pratik tarifimi dener ve beğenirsiniz. Bırakın kilo alma endişelerini filan, böyle bir lezzet patlaması ile yapılan kaçamak sizi sadece mutlu edecektir, benden söylemesi...

Sevgiyle...