10 Ağustos 2016 Çarşamba

ERGENLİKTE 17 YAŞ DÖNEMİ

Başlığı görünce haddimi aşıp, bilimsel bir yaklaşımla konuya gireceğimi sanmayın.
Benim olayım sadece tecrübelerim üzerine yazdıklarımdır.

Gün be gün gözümün önünde büyüyen, serpilen17'lik kızımın bana yaşattıkları ve öğrendiklerimle zaman zaman ergenlik konularında ahkam kesmeye hak buluyorum kendimde.

Çevremde yaşı benden küçük olup, 10-11 yaşında çocukları olan arkadaşlarımın onlarla ilgili anlattıkları ergenlik hikayelerine hönkürerek gülesim geliyor bu aralar.
Zaten bizim toplumumuzda bütün çocuklar büyüme evresinde hiperaktif, hepsi erken ergenlikte,  süper zeka...
Yahu anlayın artık; çocuklar dört duvar arasında kapalı kalmaktan azıyor, düz duvara tırmanıyor, siz de onlara hiperaktif yaftasını yapıştırıyorsunuz. Çocuk oyun istiyor, arkadaş istiyor, açık havada koşturmak istiyor... tüm derdi bu yani.
Ya da evde kapalı kalıp, sabahtan akşama açık olan TV karşısında her türlü abuk sabuk dizilerden öğrendiği saçmalıkları kullanmaya başladığında erken ergenliğe girdi diye düşünüyorsunuz. Zaten beslenmeyle, aldıkları hormonlarla, erkenden gelişen cinsel dürtüleriyle çocuklar; çok erken yaşta birer minik kadın ya da erkek gibi davranıyorlar. Bunun ergenlikle filan alakası yok arkadaşım, bu sadece taklit... Dizilerdeki kahramanları taklit, tv programlarındaki insanları taklit... Siz de çanak tutmayın. Bırakın çocuk çocuk olarak kalsın, çocukluğunu yaşasın.

Neyse lafı fazla uzatmayayım, siz gelin ergenlik neymiş, 17-18 yaşlarında tartışalım bence...

İnsan başına gelmeden çok anlamıyor (kendi yaşadığı ergenlik dönemini de hatırlamıyor zaar); ergenlik bombası asıl bu yaşlarda patlıyormuş.

17-18 yaşına gelen genç, tam ne oldum budalası olup, büyüdüm, bağımsızım, ne istersem yaparım, bana karışmayınnnn uleynnn durumunu bu yaşta net olarak yaşarmış! Ben böyle bir elemanla aynı evde yaşıyorum da şu an, oradan biliyorum...
Kız çocuklarda anneyi beğenmeme, kendince hatta hatalı gördüğü bir durumu kırarım, üzerim filan demeden küt diye yüzüne vurma olayı da, hali hazırda pik yapmış durumda. Öyle eleştiriler yapıyor ki; sanırsın bu yaşına kadar başka biri baktı, emek verdi. Bir beğenmeme hali, bir aşağılama durumu.

Benim 17'lik bu yaz gittiği yurt dışı yaz okulundan cilalayıp parlattığı özgüveniyle döndü. Yani bir yandan çok hoşuma gidiyor oralarda hiç sorun yaşamadan, yalnız başına her şeyi becerebilmiş olması. Ama bir yandan da; keyfi yerinde ve eğleniyor ya bir aramama, bir sormama durumu. Ben bütün gün sesini duyamadım, özledim diye akşam aradığımda da sanki, bir şeyleri bölüyormuşum hissini yaşatma hali. Valla ben mi fazla hassasım yoksa gerçekten mi öyle bilemiyorum ama sanki hani tüm gün konuşmasak sorun yok gibi. Burada "aman canım mutlu olsun da, boş ver aramasın" diyen eşime selam ediyorum. Yok öyle şey valla, günde bir kere sesini duyurmalı ki, ben iyi olduğundan emin olayım...

ergen sorunları ile ilgili görsel sonucuBir de geçen yıldan başlayan ve artarak devam eden gizemli bir durumumuz var. Akıllı telefonlar çıktı mertlik zaten bozuldu ama, o telefonun ele yapışık olma ve asla bir yere ekranı yukarı bakarken bırakılmama hali sinirimi çok bozuyor. Ne olacak kardeşim ekrana düşen o aramış, bu mesaj yollamış yazısını görsek. Mesajı görmüyoruz nasılsa... Neyse bunu zorlamıyorum ve özel hayata saygı çerçevesinden bakıyorum ama unutulmamalı ki, yasaklar her zaman merak uyandırır! Yani nerak ediyorum, ne yazıyor ki o mesajlarda bu kadar gizli tutuluyor... Senin akıllı, mantıklı öğütlerine, tavsiyelerine bir an bile tahammülü olmayan kızın, elalemin saçmalıklarına sonuna kadar açık.

İşte böyle, bu ara evdeki ergen gene beni gerdi. Kızmadan, derin nefesler alarak iletişim kurmaya, cevap vermeye çalışıyorum her söylediğine. Bazen de zarifçe! eleştirilerini, söylenmelerini, sızlanmalarını duymamazlıktan geliyorum, ama anlayana tabii. İçine fazla tanımadığım ve yadırgadığım bir başka insan kaçmış olan ergenimi ürkütmeden anlamaya çalışıyorum ama inanın zor, çok zor...

Gene de kızımın hakkını yememeliyim, asla terbiyesizlik ya da isyankarlık boyutuna taşımıyor bu durumu. Bir de biliyorum, ne derse desin, ne yaparsa yapsın, aramızda çok çok güçlü bir sevgi bağı var ve hep olacak. Şu an birazcık yıpramış görünse de... Benim en büyük üzüntüm, bir sene sonra üniversite için evden gidecek ve bundan sonra beraber olacağımız zamanlar çok kısıtlı olacak.. Böyle saçmalıklarla bu az kalan zamandan çalıyoruz ve birbirimizi üzüyoruz. Ama yapacak bir şey yok, bu dönem yaşanacak. Ha acılı mı, acısız mı? işte asıl önemli olan bu. Umarım bu dönemi bir birimize kalıcı duygusal yaralar vermeden geçirebiliriz...

Sevgiyle...


3 Ağustos 2016 Çarşamba

ELMA AĞAÇLARI COŞTU

Elma mevsimi geldi. Ağaçlar bereketli, dallar elma dolu. 
E ne yapmak lazım? Sofralarda elmalı lezzetlere bol bol yer vermek lazım.
Bugünkü mutfak terapim de Cevizli, Elmalı Kek oldu.


CEVİZLİ ELMALI KEK

Malzemeler:
3 yumurta (oda ısısında)
1,5  bardak şeker
1 bardak süt
1/2 bardak sıvıyağ
2,5 bardak un
3 çay k. Tarçın
1 paket kabartma tozu
1 bardak irice dövülmüş ceviz
2 adet elma
2 çay k. Tarçın
2 yemek k. Toz şeker

Yapılışı:
Oda ısısında olan 3 adet yumurta ve şeker pütürsüz hale gelene kadar çırpılır. Karışımın içine sırasıyla sıvı malzemeler eklenir. Önce süt, sonra sıvıyağ ilave edilir. Ayrı bir kabın içine un, tarçın, kabartma tozu elenir.
Sıvı karışıma kaşık kaşık kuru malzeme eklenerek çırpmaya devam edilir. En son iri dövülmüş ceviz elle karıştırarak kek karışımına eklenir.
Kelepçeli kek kalıbı tereyağ ile yağlanır. Kek karışımı kalıba dökülür. 
Elmalar soyulup ince ince dilimlenir ve 2 kaşık toz şeker ile 2 çay kaşığı tarçın ile karıştırılır. 
Kek kalıbına dökülen karışımın üzerine ince dilimlenmiş elmalar yerleştirilir.
175 derecede önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 40-45 dakika kadar pişirilir.




Afiyet olsun.

Sevgiyle...


2 Ağustos 2016 Salı

KİŞİSEL TERAPİ

Herkesin kendince bir kafa dağıtma yöntemi vardır. 
Doğu ve güneydoğuda şehit olan asker ve polislerin günlük haber bültenlerinde rakamlarla ifade edilmesini henüz hazmedememişken; şimdi de darbe kalkışması sonrası görevden el çektirilen ya da gözaltına alınıp, tutuklanan insanların matematiğini çözmeye çalışıyoruz. Bir ülkenin her kurumu, her birimi nasıl bu kadar pisliğe batar, insan inanmakta güçlük geçiyor. Bu günler bir şekilde atlatılır belki ama insanların olaylara bakış açıları kesin olarak değişti. Çevremdeki arkadaşlarımın mutsuzluğu ve geleceğe yönelik endişeleri artık söze dökülmeden gözlerinden anlaşılabiliyor. İnşallah, korkulan ve endişeyle beklenen yaşamsal kaos ortaya çıkmaz.

Bu arada, dikkatimi çeken bir konuyu mutlaka ifade etmeliyim ki; o da, bu dönemde tv kanallarının yayınlarına katılan emekli ya da el çektirilmiş askerlerin "kalitesi". Hepsi de çok iyi eğitimli, ifade yetenekleri gelişmiş, sakin, oturaklı ve inanılmaz saygın insanlar. Bu askerlerin iade-i itibarları mutlaka verilmeli, hatta şu anda yapılmaya çalışılan yapısal değişikliklerde bu insanlara mutlaka danışılmalı.

Neyse bu aralar o kadar fazla tartışma programı izledik ki, artık hepimiz gerektiğinden fazla bilgili ve bazen de hadsizce her olayda fikir beyan etme rahatlığındayız. 

Bu sıkıntılı süreç devam ederken, tv'de sürekli haber programı seyredip, şişip dayanamaz hale gelince kendimi mutfağa atıyorum. Yemek yapmak benim için en büyük terapi. Yaz günü fazla ağır yemekler de tercih edilmediğinden, hafif ve pratik yemekler yapmaya çalışıyorum.

Dün akşam patlıcanlı pilav yaptım. Bizim evde pilav mühim yemektir. Kötü pilav asla yenmez, o nedenle hep özenerek yaparım. Patlıcanlı pilav annemin yaz aylarında çok sık yaptığı bir yemektir. Ilık hatta soğuk yendiğinden sıcak havalarda severek yapar ve yeriz.

PATLICANLI PİLAV

Malzemeler:
1,5 bardak baldo pirinç
1 orta boy patlıcan
1 orta boy soğan
1 avuç çam fıstığı
Yarım demet taze nane
2 adet kesme şeker
Tuz karabiber
Zeytinyağ



Yapılışı:
Pirinç sıcak suya konulup, bekletilir.
Patlıcan alacalı soyulup, fındık büyüklüğünde kuşbaşı olarak kesilir. Zeytinyağda kızartlır. Mutfak havlusu konmuş bir tabakta bekletilir.
Soğan iyice küçük yemeklik doğranır. Tencereye 3 yemek kaşığı kadar zeytinyağ konur. Biraz ısınınca içine soğan eklenip, çevrilerek pişirilir. Çam fıstıkları tencereye eklenir, kızarana kadar yağda çevrilir. İçine iyice yıkanmış süzülmüş pirinçler ilave edilip saydamlaşana kadar kavrulur. Daha sonra içine 2,5-3 bardak kadar kaynar su konulur. Tuz, karabiber ve kesme şeker ilave edilir. Ateşin altı kısılıp, pilav pişirilir. Pilavın altı kapatılmadan önce ince ince doğranan taze nane tencereye eklenir. En son kızartılmış patlıcanlar tencereye ilave edilir ve demlemeye bırakılır.
Pilav ılınınca servis edilir. Ertesi güne bile nefasetini kaybetmez.

Ben kendimi gündemdeki sıkıntılardan bu şekilde, mutfakta oyalanarak kurtarıyorum. Şiddetle tavsiye ederim.

Sevgiyle...

25 Temmuz 2016 Pazartesi

ZOR ZAMANLAR İÇİN TATLI DOPİNGİ

Son on gündür milletçe inanılmaz günler yaşıyoruz. Yaşadığımız olaylar hepimizce malum, ama bu arada çevremdeki pekçok insanın psikolojisinin bozulduğunu görebiliyorum. Endişe, kuşku, gelecek korkusu ile  insanların ülkeyi bırakıp, gitmekten bahsettiğini duyar olduk. Oysa bırakıp gitmek demek, kolay yolu seçmek demek. Hem de gittiğiniz yer neresi olursa olsun, orada yaşamak için ne kadar imkanınız olursa olsun, gideceğiniz yerde her zaman yabancı olmayı göze almak demek... Bu tercih böyle alelacele, telaşla verilecek bir karar değil. Bu ülke, bu cumhuriyet bizim, sahip çıkmamız, Atatürk'ün emanetini elimizden geldiğince korumamız lazım.

Sinirlerimiz bu kadar gerilmişken, sakinleşmek için benim kendime uyguladığım en iyi ilaç, tabii ki mutfakta olmak. Sevdiklerime pişirmek, ikram etmek, beğenilerini duymak beni kendime getiriyor. Bu akşam iş dönüşü gene mutfaktaydım.
Bu akşam ziyarete gelecek arkadaşlarım için kolay bir Kup Tramisu yaptım. Bence hepimizin bu aralar şımarmaya ihtiyacımız var.


Kup Tramisu

Malzemeler:
5 bardak süt
1 bardak şeker
2 tepeleme kaşık un
1 yumurtanın sarısı
2 silme yemek kaşığı nişasta
100 gr. Labne peyniri
Kedi dili bisküvi
2 yemek kaşığı Nescafe
bardak ılık su
Üzeri için kakao

Yapılışı:
Bir tencereye süt, şeker ve un konulur. Sürekli karıştırarak pişirmeye başlanır. Ilınınca içine yumurta sarısı ve nişasta eklenir. Sürekli karıştırarak kaynatılır. Yaklaşık 1-2 dakika kaynatılır. Sonra içine 100 gr labne peyniri eklenir. Labne eklenince ateşten alınır ve mikserle hafif soğuyana kadar çırpılır.

Bir bardak ılık su içine nescafe eklenir ve karıştırılır. Kedi dili bisküviler 2ye 3 e bölünerek nescafe içinde çevrilir ve kup bardaklarının altına yerleştirilir. Üzerine ılınan muhallebi eklenir sonra bir kat daha kedi dili ve tekrar muhallebi konulur. Soğuması için bekletilir. En son üzerine kakao elenir. Afiyetle yenir. 

Dertler, tasalar belki unutulmaz ama en azından mutluluk hormonu endorfin salgılanmasına yardımcı olur diyerek bu ara rejimi filan boş verin. Zaten, balık hafızamızla yakında her şeyi unuturuz nasıl olsa... 

Sevgiyle...






29 Haziran 2016 Çarşamba

KALKIN ARTIK ŞU SURVİVORUN KARŞISINDAN...

Çocukluğumda ana haber seyretmek önemli bir ritüeldi benim ailemde. Mutlaka çoluk çocuk TV karşısına geçer, o gün ne olmuş, ne bitmiş takip ederdik. Bir de arkasından verilen devlet meteoroloji müdürlüğünün yayınladığı hava durumu bilgisi mutlaka izlenirdi (ki o zamanki teknolojiyle bilgiler yarım yamalak doğru çıkardı ama olsun...)

Şimdi her akşam ana haber bültenlerinin ilk haberi, o gün nerede, kaç şehit verilmiş. Yapılan cenaze törenleri, ağlayan analar, eşler, evlatlar... Kanıksamadık mı? Artık teröre verilen canları sadece rakamla ifade eder olmadık mı?
Bu acıları sadece yaşayan bilir... Gencecik evladını, dağ gibi kocasını, biricik babasını toprağa veren, o acıyı vücudunun her hücresinde hisseden bilir...

Bizler için ise, akşam haberlerde duyduğumuz, ülkemizin doğusunda yaşanan, uzak bir yerlerden gelen, üzücü haberler sadece. Hayat hep devam etti bizim için. Sosyal medyada fotoğraf paylaşmaya, kedi videosu izlemeye devam ettik. Uyuşan beyinlerimizle ve katılaşan vicdanlarımızla, ana haber bülteni bitince "Survivor"un karşısına geçtik gene.

Akşam köpeğimi yürütürken gayet net görüyorum, pek çok evde her akşam, gece yarılarına kadar survivor izleniyor. İnsanlar kavga, gürültü ile dedikodu ile beslenen saçma sapan yarışmacıların bir halatın üstünde nasıl yürüdüğüne, bir topu delikten geçirip geçiremediğine kilitlenip 4-5 saatlerini o ekran başında geçiriyor. Kazanılan bir değer yok, öğrenilen bir bilgi yok, son günlerin deyimiyle birbirine yükselen, hakaret eden ve gıybet yapan insanların günlük hikayeleri var. Bizler de onların içindeki kötülüğü ve seviyesizliği günü gününe takip eden, bomboş beyinlere dönüşmüşüz.
O arada ülkede ne olmuş, hangi kanun teklifi onaylanmış, mecliste ne karar alınmış, yurt dışında nasıl temsil edilmişiz, hangi bağnazlıklar yaşamımıza sokulmuş kimsenin umuru değil.

Tepkisizliğimiz; sadece yakınımızda bir olay olunca yaşadığımız "ya benim başıma da gelirse endişesi" ile zaman zaman hafifliyor. O da en fazla iki, üç gün. Sonra aynı fütursuz tavırlarımızla yaşamaya kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Dün İstanbul Atatürk Hava Limanında yaşanan tuhaf terörist saldırı ile gene bir silkelendik. Yaşananların yanında, yaşanabilecekleri konuştuk. TV karşısında sabahladık. Gene sayıları dinledik; kaç ölü, kaç yaralı, kaç canlı bomba... (Gene de eminim arada survivor'a dönüp kim elendi diye bakan olmuştur aramızda)
İçimiz sızladı, iki gün önce indiğimiz uçağı, üç gün sonra çıkacağımız seyahati düşünerek endişe kapladı içimizi. Bir tepki verdik mi? Yoo... Ama, bol bol yazıştık whats up gruplarımızla, resimler paylaştık, endişelerimizi, korkularımızı anlattık birbirimize. Ama hiç birimiz rahat ve serin evlerimizden sokağa çıkmadık, kimseden hesap sormadık, "Yeter artık" diyemedik. Ne oldu da son bir senede bu ülke bu hale geldi, neden başka ülkelerin içişlerine bu kadar burnumuzu soktuk, neden pisliğin göbeği olan orta doğuya bulaştık diye soramadık.
Hep uzaktan baktık, hep endişelendik, hep korktuk...

O arada ekonomi çökmüş, kültür ve tahammül seviyemiz yerlerde, Avrupa'nın en istenmeyen ülkesi olmuşuz, dünya lideri olacağız derken "Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz" konumuna gelmişiz, sporumuz bitmiş, tarihin belki de en büyük beyin göçünü yaşar hale gelmişiz, güvenliksiz kalmışız, mutsuzluk oranımız dünya zirvesine yerleşmiş, özgürlüklerimizi farkına varmadan kaybetmişiz........

Ve biz hep uzaktan bakmışız, hep endişelenmişiz, hep korkmuşuz...

Allah aşkına; kalkın artık şu Survivor'un karşısından...

ARTIK YETER!

Sevgiyle...


16 Haziran 2016 Perşembe

ANNELİK KARİYERİMDEKİ YENİ GELİŞMELER

Oldukça uzun zamandır "Ergen Annesi" yazılarıma ara vermiştim. Hem artık 17 yaşına gelen kızımı yazdıklarımla rencide etmemek düşüncesi hem de yaşadıklarımın çok da dikkate değer olmadığını düşünüyordum.

Bu yıl olay biraz farklı bir boyuta geldi.
Artık annelik kariyerimde "yönetici asistanı" ünvanını eklemiş bulunmaktayım.
Yönetici kim? Tabii ki bizim evdeki 17'lik ergen.
Öyle fazla atarı gideri olan bir tip olmamakla beraber, inanılmaz titiz ve takipçi. Tabii ki, kendiyle ilgili konularda.
Bendeniz de bunca yıllık yöneticilik kariyerimden oldukça bir geri düşmüş, eli ayağına dolanmış, panik haldeki asistan durumundayım.

Bu sene 11. sınıfta okuyan kızım, okuduğu okulun sunduğu ib (international baccaloria) programını alarak yurt dışında üniversite okumak üzere hazırlanmaya başladı. Ib programı bana göre yurt dışında okumak isteyen çocukları üniversite hayatına hazırlayan, tamamen araştırmaya, öğrenmeye ve kendini ifade etmeye yönelik müthiş bir program. Ancak; bunca sene ezbere alıştırılmış Türk öğrencileri için alışma ve adapte olma, zaman yönetimi yapabilme açısından zor bir yapısı var.

Neyse, konuyu bizim evdeki duruma getirirsem, sorumluluk sahibi ancak, zaman yönetimi konusunda sorunları olan bir genç kız ile zor ve meşakkatli bir süreç.
Çünkü, İstanbul'da merkeze uzak bir yerde yaşıyoruz ve sürekli getir götür işleri, doktor, dişçi randevuları, özel ders programları, bunların organizasyonları, takipleri, şoförlük, sekreterlik, beslenme uzmanlığı, hemşirelik, moral motivasyon için psikologluk, arada kaçan ayarları düzeltmek için disiplin memurluğu ... gibi daha sayamayacağım tarifsiz eğlenceli!, deneyimler ile biten bir eğitim yılı.
Ama henüz bitmedi; bu yaz hiç tatilsiz staj organizasyoları, üniversite ziyaretlerinin ayarlanması, vize takipçiliği, bütçe planlama, ergensel sorun çözümleme teknikleri, ... gibi daha önceden çok da tecrübe etmemiş olduğum yoğun bir süreç daha önümde uzanıyor.
Bazen birilerine azıcık şikayet edecek olsam, mesela anneme bir de üzerine fırça yiyorum. "Eee, tabii siz böyle yaptınız bu çocuğu. Herşeyi tam olsun, yok piyanosu, yok özel dersi, yok arkadaş buluşması. Her istediğini yapacağız diye koşturursun işte şimdi böyle. Hiiiç şikayet etmeye hakkın yok."
Gerçekten de biz böyle yaptık. Yani aslında her şey bizim yaşayacağımız şehri İstanbul olarak tercih etmemizle başladı. Sonra daha çocuk 6 yaşındayken İstanbul'un en uzak yerindeki okulu tercih etmekle olay farklı bir boyut kazandı. Gene bizim tercihimizle, merkezde değil, doğaya yakın bir siteye yerleşmekle pekişti...
Yani hem büyük şehirde yaşayayım, hem sakin yerde oturayım, hem çocuk iyi okullarda okusun, hem de çalışayım... dedin mi, işin zor.
Çocuk da her şekilde beklentisinin karşılanmasını, sosyalleşmeyi, yani aslında çocukluğunu, gençliğini yaşamayı istiyor ve bekliyor.

Sonuç olarak bu yıl kızım iyi bir karne aldıysa, bir karne de ben istiyorum.
Hem de takdirli...

Arada oflayıp, poflayıp yorgunluktan şikayet etsemde, kendi kendime; "Bu kızının her akşam yanında, yatağında olacağı, eve sesini, soluğunu katacağı son yıllar, söylenme tadını çıkarmaya bak" diye telkinde bulunuyorum.

İyi ki anne olmuşum, iyi ki de kızımın annesi olmuşum. Onu dünyadaki hiçbir şeye değişmem. Ergenlik de bir gün bitecek elbet...

Sevgiyle...

5 Haziran 2016 Pazar

PEYNİRLİ DEREOTLU POĞAÇA

Kızımı okula yollamadan önce mutlaka kahvaltı etmesini isterim. Sabahlariı çok erken kalkması gerektiğinden ve servisi yakalama stresi yüzünden çok hızlı olmamız gerekiyor. Büyüdükçe çeşit bulmak daha zor oldu. Eskiden ben ne hazırlarsam onu yerdi. Son bir iki yıldır okula gitme hazırlığı daha uzun sürer oldu, e tabii kahvaltıya ayrılan süre de iyice kısaldı. Artık kızım, bir iki lokmada atıştırılan şeyler ister oldu. Bu da beni zorluyor. Bu hafta bir de final sınavları haftası olunca sabahları stres yaşamamak için acil durumlar için elimin altında birşeyler olsun dedim ve pazar akşamından Peynirli, dereotlu poğaçalar hazırladım.
Valla mis gibi oldu, mutfaktan yayılan koku tüm evi sardı. Tarifi de blogdan paylaşmak şart oldu!



Peynirli, Dereotlu Poğaça

Malzemeler:
3-3,5  bardak un
125 gr tereyağ
1 bardak zeytinyağ
1 bardaktan 1 parmak az yoğurt
1 yumurta (beyazı içine, sarısı üzerine)
1 tatlı kaşığı tuz
1/2 tatlı kaşığı şeker
1 paket kabartma tozu
1/2 demet dereotu (ince kıyılmış)
150-200 gr peynir (beyaz ya da tulum arzuya göre)

Yapılışı:
Karıştırma kabına unu koyun, ortasını havuz gibi açın. Unun ortasına oda sıcaklığındaki tereyağını küp küp bölerek koyun. Zeytinyağını, yoğurdu, yumurta beyazını, tuz, şeker, kabartma tozunu ve ince kıyılmış dereotunu ilave edip iyice yoğurun.
Peyniri rendeleyin ya da küçük küçük kesin. 
Hamurdan ceviz kadar parçalar koparıp, avucunuzun içinde açın. İçine bir miktar peynir koyup hamuru kapatın ve iyice yuvarlayın. 
Fırın tepsisine yağlı kağıt serin. Hazırladığınız poğaçaları iki santim aralıklarla tepsiye dizin. Poğaçaların üzerine ayırdığınız yumurta sarısını bir fırça yardımı ile sürün.
Önceden 180 derecede ısıtılmış fırında, poğaçaları üzerleri kızarana kadar yaklaşık 30-35 dakika pişirin.

Yanında taze demlenmiş bir çay ile bu kıyır kıyır poğaça kızım için harika bir kahvaltı alternatifi olacak. Size de en kısa zamanda denemenizi öneririm. Şimdiden afiyet olsun!

Sevgyle...









28 Nisan 2016 Perşembe

ELMALI CEVİZLİ KEK

Yarın İzmir'e bir hasta ziyaretine gideceğim. Daha doğrusu çok sevdiğim bir akrabamın yanında hastanede refakatçi olarak kalacağım. İzmir'e uçakla gideceğim için yanımda ne götüreceğimi düşürken, nihayet bir kek yapıp götürmeye karar verdim. Şifa olsun diye dualar ederek verdim fırına, istediğim gibi güzel de oldu sanırım. 
Sağlık başka bir şey. İnsan sağlığı bozulunca anlıyor yaşadığı her günün kıymetini. İşte o nedenle; her günü bir armağan olarak görmek, öyle yaşamak lazım. Günlük sıkıntıları boş vermek, stresi mümkün olduğunca uzak tutmak lazım. Tabii yapılabildiği kadar. Yan uğraşlar edinmek önemli. Herkesin mutlaka bir ilgi alanı vardır. Onu bulup, o konuda kendini beslemek lazım. Böylece kendini dinlemeden, hayatı sana getirdiği herşeyle, iyisiyle kötüsüyle kabullenmek gerekiyor. Allah hepimize yaşadığımız her günü keyifle geçirecek sağlığı versin inşallah, deyip tarife geçiyorum...



ELMALI CEVİZLİ KEK

Malzemeler:
3 yumurta
1 bardak toz şeker
1 bardak süt
3/4 bardak sıvıyağ
2 bardak un
1 çay bardağı buğday nişastası
1,5 paket kabartma tozu
1 tatlı kaşığı tarçın
1 bardak iri dövülmüş ceviz
1 elma (zar şeklinde doğranmış)

Yapılışı:
Fırını 175 dereceye ayarlıyoruz. 
Oda sıcaklığında 3 yumurta ile şekeri iyice çırpıyoruz. Daha sonra içine süt ve sıvıyağı ekliyoruz ve çırpmaya devam ediyoruz. 
Ayrı bir kapta tüm kuru malzemeyi (un, nişasta, kabartma tozu, tarçın) eleyerek karıştırıyoruz.
Sonrasında kuru malzemeyi çırpma işlemine devam ederken karışımın içine yavaş yavaş ekliyoruz. 
Son olarak kesilmiş elma ve dövülmüş cevizi spatula ile karıştırarak iyice hamura yediriyoruz. 
Tereyağ ile yağladığımız kek kabına karışımı döküp, fırına veriyoruz. Yaklaşık 45-50 dakika pişiriyoruz. Bir kürdanla pişmişliğini kontrol edip fırından çıkarıyoruz. 
Soğuyunca ters çevirip servise hazır hale getiriyoruz. 


Hastama şifa olsun niyetiyle götürüyorum !

Sevgiyle...



25 Nisan 2016 Pazartesi

İÇ BAKLALI, ETLİ ENGİNAR

19 sene oldu İstanbul'a yerleşeli. Gene de bu güzel şehrin, o isli, puslu, hep karanlık, kükürt kokulu, kasvetli kışlarına alışamadım. Sorun sadece günün erken bitmesi, havanın gün ortasında kararması filan değil, İstanbul'a kışı yakıştıramıyorum ben. Bu şehri parlatan güneş gökyüzünde hep olmalı diyorum. Bulutlu olsa da gökyüzü arada müjdesiyle çıkagelip, aydınlatıvermeli güneş etrafı. Boğazın suları ışıldamalı güneşin yansımasıyla, insanın içi açılmalı. Belki de İzmir'imi arıyorum hala İstanbul'un içinde. Öyle bir İstanbul ki bu, içinden yirmi tane İzmir çıkartır istese. Ama işte ata memleketi diye mi nedir, hala hep bir iç sızısı yüreğimde, her 35 plaka gördüğümde...

Nihayet şimdi benim için yılın en mutlu zamanları başladı İstanbul'da. Artık güneşi görüyorum, sıcaklığını hissediyorum, biliyorum ki günler bundan sonra daha aydınlık olacak... Boğazın suları kıpraştıkça, gözüm kamaşacak güneşin yansımasından. Dolu dolu bir nefes aldığımda, ya mis gibi çimen kokacak etraf, ya da denizden gelen iyot... İnsanlar daha güler yüzlü olacak, doğa canlanacak. Meyve ağaçları çiçekten meyveye dönecek. Bizim bahçedeki kaplumbağalar saklandıkları yerden çıkacaklar, belki yeni diktiğim begonvillerin yapraklarını yiyecekler ama olsun, bozulanın yerine yenisini dikerim ben.
Markette, pazarda sebze, meyve bollanacak. Renkler coşacak, lezzetler artacak. Domates bile lezzet alacak kahvaltı sofralarının baştacı olacak aylarca.
Anlayacağınız sofralar coşacak, bereket artacak...

Hazır zamanı gelmişken, enginarı, baklayı kaçırmayın derim. Ben bir kaç haftadır Ayvalık'tan gelen körpe enginarlarla enginar dolması yaptım. İstanbul'da maalesef dolmalık enginar bulmak zor, burada enginar kalbi alıyorum pazardan. Karaciğer için en iyi ilaç enginar, hatta karaciğeri yenilediği bile söyleniyor. O yüzden sofralarda sık sık yer vermek lazım.

Annemden öğrendiğim İzmir usulü bir enginar yemeği yaptım ben bu akşam. Öyle de basit ki, hemen paylaşmak istedim tarifini. Yarın için şimdiden aklınıza düşüreyim bu yemeği dedim...

İç Baklalı Etli Enginar 

Malzemeler:

6 adet enginar kalbi
300 gr kadar taze iç bakla
400 gr dana ya da kuzu kuşbaşı (bizim evde daha çok dana tercih ediliyor)
1 büyük soğan
1/2 demet dereotu
Tuz, karabiber
1/2 limonun suyu
Zeytinyağ


Yapılışı:

Önce etimizi iyice yumuşayacak şekilde haşlıyoruz. 
Yemeği pişireceğimiz tencereye yarım çay bardağı kadar zeytinyağı ekliyoruz. Zeytinyağı biraz ısınınca içine yemeklik doğradığımız soğanı ekleyip, hafif şeffaflaşana kadar çeviriyoruz. Sonra içine dış kabuğunu ortadan yardığımız iç baklaları ilave ediyoruz. Soğanla baklaları bir süre soteliyoruz. Daha sonra içine önceden haşladığımız etleride ekleyip, yarım çay bardağı kadar da eti haşladığımız sudan koyup, tencerenin kapağını kapatıp, bir süre pişiriyoruz. Bakla enginardan daha zor pişeceğinden bir ön pişirme yapıyoruz. Bu arada bir miktar tuz, karabiber serpiyoruz. Baklalar hafif yumuşadığında kuşbaşı doğradığımız enginar kalplerini tencereye katıyoruz. Bir yarım bardak daha sıcak su ekleyerek enginar ve baklalar iyice pişene kadar pişirmeye devam ediyoruz. Tuzunu ve karabiberini bir kez daha kontrol edip, gerekiyorsa bir miktar daha koyuyoruz. Ocağı kapatmadan önce son olarak yarım limonun suyunu da yemeğimize katıyoruz.
Yemeği servis ederken üzerini ince kıydığımız dereotu ile süslüyoruz.
Afiyet olsun.

Bu bahar hep güzellikler, iyilikler getirsin. Yüzümüz hep gülsün!
Milletçe aydınlığa, huzura çok ihtiyacımız var.

Sevgiyle...

4 Nisan 2016 Pazartesi

TECRÜBELİ ANNEDEN TİYOLAR

Neredeyse 17 yıllık bir anne olduğumu ve bugüne kadar neler yaşadığımı düşününce bazı konularda tamamen deneysel tecrübelerimi paylaşabileceğimi düşündüm. Bunu yaparken asla genel geçer kurallar yazmak gibi bir niyetimin olmadığını, zaten bunun hadsizlik olacağını farkındayım. Benimkiler tamamen tecrübe ile sabit noktasal tespitler...

Bebeğinizin Karakteri Gelecekteki Kişiliğini Yansıtır!

Kızımın doğumu ile bizim 3,5 yıllık yurt dışı maceramız aynı döneme denk geldi. Bu da, kızımın tek çocuk olarak tamamen anne kontrolünde, bakıcısız, anneanne, babaannesiz yani aile büyüklerinden uzak büyümesi demekti.
Şımartıcı dış etkenlerin olmadığı, ilk çocuk şaşkınlığı üzerine bir de çalışmama sendromunu yaşayan bir annenin lüzumsuz gerginlikleri ile geçen bebeklik yılları. Kuralcı ve tüm konsantrasyonunu çocuğa vermiş bir aile düzeni içinde büyüdü benim kızım. Öyle ki, yemek saati, yatma saati, öğlen uykusu zamanı, banyosu, oyun zamanları hep kurallıydı. Gerçi sonraki yıllarda bu düzenin hep faydasını gördüm, itiraf etmeliyim. Taa ki ergenliğe kadar.

Kızım doğumundan itibaren yumuşak huylu, paylaşımcı bir çocuktu. Hani bebekken arkadaşıyla oynarken bir oyuncağı inatla çekiştiren çocuklardan olmadı hiç. Hatta oyun arkadaşı elindeki oyuncağa asıldığında genellikle oyuncağı karşısındakine bırakırdı. Ya da bir mağazanın vitrinine yapışıp tutturan ve ağlayan çocuklardan... Biz küçücükten itibaren her alışverişe gidildiğinde ona istediği bir tek şeyi alacağımız konusunu iyice benimsetmiştik. Bu bazen bir sakız, bazen bir oyuncak olurdu. Seçimi genellikle kendisi yapar, dolayısıyla alınan şeyden ötürü (bu bir sakız bile olsa) hep çok mutlu olurdu. Bu durum o yıllarda genellikle kızımın yumuşak karakteri ile gurur duymam ve ne kadar paylaşımcı bir çocuk yetiştirdiğimizi düşünmeme neden olurdu. Ayrıca kurallı bir ortamda yetişmesi, büyürken de hem girdiği ortamların kuralarına kolay adapte olmasına, hem de başarılı bir profil çizmesine yardımcı oldu.

Kızımın kişilik yapısı, okulda öğretmenleri tarafından her zaman çok sevilmesine, takdir edilmesine yol açarken; arkadaşlık ilişkilerinde zaman zaman zorluklar yaşamasına neden oldu.

Baskın karakterli çocuklar ile olan arkadaşlıklarında, bu yapıdaki çocuklar tarafından yönetilme ya da ezilme eğilimli davranışlarla karşılaştı. Üzüldüğü, kırıldığı zamanlar oldu. Haksızlığa uğradığında bir anne olarak onun ilişkilerine müdahale etmemek adına çaresiz kaldığımı çok hissettim. Ancak, sadece dinleyerek ve nerelerde hatalar yaptığını kendisinin fark etmesini sağlayarak yol gösterici olmaya çalıştım.

Çocuklar hata yaparak büyüyor. Her düştüğünde 



27 Ocak 2016 Çarşamba

KAR, KIŞ MANZARALARI VE ZEYTİNYAĞLI KEREVİZ

Ne kış oldu ama...
Bu sene kış gene geç geldi ama oldukça şiddetli geldi. Hem ciddi soğuklar oldu, hem de özellikle İstanbul, Ankara gibi büyük şehirler bile karın etkisinde kaldı. Neyse ki, kara kışın bir kısmı yılbaşı tatili dönemine, bir kısmı da çocukların yarıyıl tatiline denk geldi de; hayat ciddi anlamda etkilenmedi. Aslında yeni yıla kar yağışı altında girmek son derece romantik bile oldu.
Bu sene sadece orta ve doğu Anadolu değil, batıda da uzun yıllar sonra ciddi kar yağışı görülmüş. Urla'dan, Ayvalık'dan, Seferihisar'dan paylaşılan kar manzaraları gerçekten çok güzeldi.

Bu soğuklarda insan, üzerinde sığınabileceği sıcak bir damı olduğuna, karnını doyuracağı bir kase çorbası olduğuna şükretmeli. Gerçekten Allah evi barkı olmayıp, dışarıda yaşamak zorunda olan insanlara yardım etsin. Bazı belediyelerin bu konuda çalıştıklarını biliyorum. Özellikle belediyeler ve muhtarlıklar vasıtasıyla ihtiyaç sahiplerine ulaşmak mümkün. Duyarlı olmakta fayda var. Sizin giymeyip dolapta beklettiğiniz bir mont, bir pantolon, kullanmadığınız bir atkı bir başkası için hayati önem taşıyor olabilir.

Bir de; maalesef çoğumuzun göz ardı ettiği sokak hayvanları var. İnanın bahçenize, balkonunuza yerleştireceğiniz minik bir kap içindeki bayat ekmek kırıntıları, ya da eski bir yoğurt kabına koyacağınız bir parça ekmek doğranmış süt pek çok can için kurtarıcı olabilir. Kuşlar, köpekler ve kediler bu soğuklarda yemek ya da içecek su bulamıyor ve aç kalıyorlar. Pek çoğu açlıkla baş edemeyip, donarak ölüyor. Apartmanınızın giriş kapısına sığınmış bir köpeği korkuyorsunuz diye, ya da kapınızın önünü kirletiyor diye kovalamadan önce lütfen biraz düşünün. Islanmış, üşümüş ve aç olabilir. Belki bir yerde yavruları vardır. Bir lokma ekmeği onunla paylaşmanız, sadece o hayvanın karnının doymasına yaramayacak, size de inanılmaz bir tatmin ve mutluluk verecektir, emin olun.

Kış her bakımdan zor bir mevsim. Markette, pazarda çeşitliliğin azaldığı, sebze meyvenin genellikle pahalı ve zor bulunur olduğu bir dönem. Kış aylarında insan yemek yaparken de kısıtlı malzeme ile hareket etmek zorunda kalıyor. Bir de benim gibi belli gıdaları bünyeniz kabul etmiyorsa, iyice kapana kısılmış hissediyorsunuz.

Sebze çok sevdiğimden, sık sık mevsim sebzelerini kullanmaya çalışıyorum. Kereviz kokusu nedeniyle pek çok insana cazip gelmese de, benim en sevdiğim kış sebzelerindendir. Hele bir de portakal suyu ile pişirilmiş zeytinyağlı kerevize bayılırım.
Dünyanın en kolay yemeğidir ve hem lezzetli, hem hafif, hem de bol vitaminli bir yemektir.

Portakal Sulu, Zeytinyağlı Kereviz

Malzemeler

3-4 adet Kereviz
2 adet havuç
1 adet portakal
1 iri soğan
Tuz, karabiber
1-2 adet kesme şeker
zeytinyağ

Kerevizleri güzelce soyuyoruz, ortalarını kabak oyacağı ile yuvarlak oyup içlerine dış yüzeylerini temizlediğimiz havuçları yerleştiriyoruz. ve kararmamaları için, içine limon sıkılmış suda bekletiyoruz. O arada soğanı yarım halka şeklinde kıyıyoruz.
Portakalın suyunu sıkıp kenarda bekletiyoruz.
Tencereye önce zeytinyağını koyup soğanları içinde renkleri hafif dönene kadar çeviriyoruz.
İçine havuç yerleştirdiğimiz kerevizleri birer santim kalınlığında yuvarlak halkalar halinde kesip soğanların üzerine diziyoruz. Az miktarda suyunu, tuzunu, karabiberini ve şekerini ekleyip bir süre pişiriyoruz. Son olarak sıkılmış portakal suyunu ekliyoruz ve kerevizler yumuşayana kadar orta ısıda pişirip altını kapatıyoruz. İyice ılınana kadar tencerede kapağı kapalı olarak bırakıp, ılınınca servis tabağına yerleştiriyoruz.

Bu soğuklarda bol vitaminli besinler tüketmekte fayda var. Bu yemekte de B vitamini, C vitamini... ne ararsanız bol miktarda var. Üstelik yapımı basit olmakla beraber görseli çok güzel. Biraz daha uğraşıp kerevizlerin kenarlarını da oyarsanız ve çiçek şekli verirseniz çok daha güzel görünebilir. Ben biraz kolaya kaçmışım. :-)

Afiyet olsun!

Sevgiyle...




10 Ocak 2016 Pazar

BİR PAZAR SABAHI... GÜNE HAZIRLIK!

Pazar sabahları geç kalkma, yatakta mayalanma gibi bir lüksüm hiç olmadı. Aslında böyle bir isteğim de yok. Güne erken başlamayı seviyorum.

Uyanınca yataktan fırlayıp kalkarım. Bu her zaman böyle oldu. Yatakta boş boş yatmanın günümden zaman çaldığına inanıyorum. Erken kalkmak, günü tam anlamıyla yaşamak demek bence.  İlk iş, camları açıp, odaları havalandırmak gerekir diye düşünürüm. Yaz kış farketmez, yazın sabah serinliği, kışın ürpertici soğuğu eve dolunca, kendimi iyi, evimi de tazelenmiş hissederim.

Sonra ilk iş çayımı demlerim. Sabahları içtiğim ılık limonlu su üzerine mutlaka, sadece kendim için bile olsa çay demlemeyi, keyifle bir kahvaltı etmeyi severim. 
Zaten insan önce kendi için iyi bir şeyler yapmalı, kendini mutlu etmeli, sonra zaten çevresine ışık saçar diye bir inancım var.

Kahvaltı sonrası tabii ki, Zeytin kızımın yürüyüş zamanıdır. Hava yağmurlu değilse bir keyif, ama yağmur varsa, çok da sevmediğim bir iş oluverir bu yürüyüşler. Zeytin dün veteriner kontrolüne gitti ve malesef oldukça balık etli(!) olduğu resmen belgelendi. Kışın ne yazık ki, olması gerektiği kadar yürütemiyoruz. Ya çok soğukta üşüdüğümüzden, ya yağmurda ıslanmaktan yürüyüşlerimizi olması gerektiği kadar uzun tutamıyoruz. Böyle olunca da kızımız yağ bağlamış tabii...

Hep söylüyorum kahvaltı benim için en değerli, en sevdiğim öğündür. Çocukluğumda pazar kahvaltıları benim ailemin buluşma saatiydi. Herkes masada mutlaka yerini alırdı. Rahmetli babamın yaptığı puf börekleri, annemin kıymalı ıspanaklı yumurtaları... Kokusu burnumda, sızısı yüreğimde...

Zeytinle yürüyüş sonrası ev halkını yataktan kaldırma çabalarım başlar. En etkili yöntem, evdeki taze havaya eşlik eden ve mutfaktan yayılan enfes kokular olur. Bu kokular bizimkiler için, tüm çalar saatlerden daha etkilidir.
Bu sabahki, mutfak kokumuz, annemin lezzetlerinden fırında yumurtalı ekmek oldu. Kızım zaten bayılır, istekle kalktı bu sabak yataktan. 


Fırında Yumurtalı Ekmek

6 dilim tost ekmeği
Tereyağ
4 yumurta
12-14 dilim ince kesilmiş sucuk
Bir tutam maydanoz
İki kibrik kutusu kadar tulum peynir
Kekik, kırmızı biber

Yapılışı:
Yumurtaları iyice çırpıyoruz. İnce ince kestiğimiz sucukları ekliyoruz. Maydanozları gelişi güzel doğrayıp, ilave ediyoruz. Tulum peyniri rendeleyip, onu da karışıma ekliyoruz. Biraz kekik ve kırmızı biber ekleyip, hepsini güzelce çırpıyoruz.
Ekmeklerimizi biraz tereyağ ile yağlayıp, karışımdan birkaç kaşık ekmeklerin üzerine koyuyoruz. Fırın tepsisine pişirme kağıdı koyup, ekmekleri üzerine yerleştiriyoruz. Önceden ızgara konumunda 180 dereceye ayarladığımız fırına tepsiyi en üst rafa yerleştiriyoruz. Yaklaşık 10-15 dakika üzeri iyice kızarana kadar pişirip, fırından çıkarıyoruz. 

Ben çay demlerken içine kakule atıyorum yıllardır. Mis gibi bir aroması oluyor. Ekmeklerimizin baştan çıkaran kokusuna eşlik eden mis gibi çayımızla kahvaltımızı edip, güzel bir pazar gününe hazır hale geliyoruz... (Yanlış anlama olmasın, ben kahvaltımı çok daha erken yapıyorum. Ama mutlaka ev halkıyla sofraya oturuyorum ve hazırladıklarım beğenilince, onlarla yemiş kadar oluyorum.) 😊

Güzel, eğlenceli, dinlenceli, bol keyifli bir pazar günü diliyorum herkese!

Sevgiyle...

6 Ocak 2016 Çarşamba

BADEM SÜTÜ İLE TANIŞMA

Siz de benim gibi süt ürünlerini rahat tüketemeyenlerden misiniz?
Ben ne zaman süt içsem, ki çok sık içmemeye çalışıyorum, aşırı bir şişkinlik, gaz ve hatta kaşıntı gibi reaksiyonlarla karşılaşıyorum. Kalsiyum almak için daha çok yoğurt ve peynir tercih etmem de bu yüzden. Ancak; yoğurdu da sadece öğlen yiyebiliyorum, çünkü akşam yediğim yoğurt aynı sıkıntılara sebep oluyor.
Belli bir yaştan sonra kalsiyum depoları boşaldığı için; bu eksiği nasıl kapatırım diye çok araştırdım. Her araştırmamda da karşıma badem sütü, yulaf kepeği.. gibi normalde hiç tüketmediğim besinler çıktı. Badem sütü marketlerde bulunuyor. Ama asıl sağlıklı olan, evde yapılanmış. 
Dün nasıl yapacağımı öğrenip, denedim. Vegan beslenme denilen, hiçbir şekilde hayvansal gıda tüketmeyenlerin tercih ettiği bir besinmiş, badem sütü. Ayrıca gerçek bir kalsiyum kaynağı. Bir bardak içildiğinde günlük kalsiyum ihtiyacının %30'unu karşılıyormuş. Bonus olarak badem bir de E vitamini deposu olduğundan, bir bardağı günlük ihtiyacın fazlasını karşılıyormuş. Bunlar da işin genel kültür boyutu...

Yapımı ise son derece basit.
 

Badem Sütü:

1 bardak çiğ kabuklu bademi akşamdan 3 bardak suyun içinde bekletiyoruz.
Sabah bu suyu süzüp, bademleri iyice yıkıyoruz.
Daha sonra blender veya rondoda yıkanmış kabuklu bademi 2 bardak içme suyu ile iyice çekiyoruz. (Ben rondoda yaptım, biraz suyu taştı. Blenderda daha iyi olabilirdi sanırım) Ardından temiz bir cam kavanoza çektiğimiz bademli suyu bir tülbentten geçirerek iyice süzüyoruz. Tülbenti elimizle iyice sıkarak tüm sıvıyı kavanoza aktarıyoruz. 
Ta taaaa, badem sütümüz hazır!!!

Bu sütü içebiliriz, yulaf kepekli kahvaltılar hazırlayabiliriz, hatta kahvemize koyabiliriz. Yani inek sütü yerine tüketebiliriz! Şişkinliğe ve gaza elveda demek iyi olacak bence.
Ama tabii badem oldukça pahalı bir besin. Tülbentin içinde bir bardak bademin posası kaldı. Asla atılmaz! 
Bu posa ile ne yaparım diye araştırırken arkadaşlarımdan farklı öneriler geldi. Keklerde, kurabiyelerde un miktarının bir kısmını bu badem posası ile değiştirmek bir fikir. Ya da, bu posayı yüz için peeling olarak kullanabiliriz. Granola yapımında kullanılabilir. Ben ne yaptım derseniz, sağlıklı ve çok lezzetli, hem de tatlı isteğimi ciddi bastıracak bir tarif denedim.

Hindistan Cevizli Toplar:
 
1 bardak badem posası (unu diyeyim kibar olsun)
2 kaşık kakao
4-5 adet hurma
Hindistan cevizi 


Badem unu, kakao ve çekirdeğini çıkarıp yıkadığım hurmaları, rondada iyice homojen bir hal alana kadar çekip, karıştırdım. Sonra avucumda yuvarlayarak ufak toplar yaptım. Ve bu topları hindistan cevizine buladım. Tatlılığı hurma miktarını azaltıp, çoğaltarak ayarlamak mümkün.
Allahıımm muhteşem oldu! Gerçekten denemenizi şiddetle öneririm. Akşamüzerleri, ara öğün olarak, kahvenin yanına bir iki tane muhteşem gider.

Bu arada benim yaptığım badem sütü 1,5 bardak kadar oldu. 4-5 gün buzdolabında saklanabiliyormuş da... E, daha ne isteyim. Bir dahaki sefere biraz daha fazla yapmaya karar verdim dersem, anlarsınız sanırım!

Zorluklarla, sıkıntılarla geçen bir yıl oldu 2015. Sadece kendim için değil, herkes için 2016'nın huzurlu, sağlıklı, barış içinde, bol bereketli ve mutluluk dolu günler getirmesini diliyorum...

Sevgiyle...